29 Eylül 2006 Cuma

ben Sabuş'u özledim.

27 Eylül 2006 Çarşamba

teşhis

-denemekten yılmıyoruz ama deryik, en azından bu çabamız için takdir edilmemiz lazım.
-sorma sorma, cama çarpan sinek azmi.





simgeciğimle konuşurken yaşadığım anlık aydınlanmanın ürünüdür.

se se sesss.. deneme me me me..

ballı çay geldi, sıkıntı bitti.
15 saat sustum, hırlama gitti.

sesim benimle. akor sorunu var ama olsun, teller geri geldi en azından :)

26 Eylül 2006 Salı

günün menüsü

hünkar beğendi ve cacık
üstüne güllaç


o kadar özledim ki, anca bu kadar olur. yemek tarifiyle olucak iş değil.



bi de şey... ilk postuma gittim, ilk ilk post. niye blog açtığımı düşündüm.
melankoli kolay bir şey, bunu düşündüm.

sesimi tamamen kaybetmiş bulunuyorum, iletişim yeteneğim dibe vurdu.
sesimi geri getirecek her türlü iksiri bekliyorum.Ciddiyim.


ses olmadığı için sıçar gibi bi kenara, kanlı ishal gibi bile yazabilirim ama kendimi tutuyorum.
iğrençleşmeden susuyorum.

ilahi adaletin tecellisi ve devamı

Her yıl sektirmeden yaşadığım "bu kızın susacağı yok nezlesi" yine benimle. Geveze bir insanın başına gelmesi pek muhtemel olan ses kısıklığıyla mücadele ediyorum. burnum akmıyo, öksürmüyorum; ama hırlıyorum. Dün bütün gün çay+tylol hot+ ballı çay şeklinde geçirip konuşmayı sürdürdüm. Bunların ortasında bi yerde "aslında belki susmak da iyi gelebilir boğazına" gibi bi laf bile duydum tabii ki :)

bu arada dün sabah güne imzamı attım. bi kalktıp ses yok, hırlıyorum. mutfağa gidip çay yapiym dedim, yerde bi not:

"please keep quiet..."

ah dedim, müzik. ya da skype... tüh dedim. derken devamı:

".. while playing sex in your room. hope to co-operate"

NE?!!!?!! sizi bilmem ama ben böyle uyanmıyorum sabahları normalde!! üstünde oda numaram var ama kimin yazdığı belli değil. şaka mı yapıyolar dedim, ciddi duruyodu. cevaben:

"your complaint is not technically possible in my room, it was somebody else, honestly"
yazdım kapıya, beklemeye geçtim.
sinir bozucu bi şi.

okula gidip önüme gelene soruyorum. derken Kara "ahaahah ay yanlış kapıya bırakmışım notuuuu" dedi. ööeeeh yani Kara. üstelik notu yere bırakmışın, bütün katım okumuş olabilir. neyse, en azından konu kapandı. üstelik hırladığımı görünce bana acıdılar. gerçi "bu gecenin nasıl geçtiği belli oldu bak ses gitmiş" diyen kendini bilmezler oldu ama "if the looks could kill" bakışımla çözdüm.


komik bi yer değil aslında burası. sadece bütün komik şeyler bana oluyo, ilahi adalet kapsamında galiba.

25 Eylül 2006 Pazartesi

--

faraş bile aldım, savaşa hazırım.

24 Eylül 2006 Pazar

tekrar yoluyla kelimeleri canlı tutma çabası

manzarada çay
bebek'e inmek
steplerde buluşmak
peteklerde soluklanmak
shuttle
çeyrek kala vapuru
jeton
akbil
simit
sosyete
incebelli
ali muhiddin hacı bekir
mabel
atlas
liman
tünelden karaköy
bal kaymak
dertleşmek
çimlerde tavla
BTS, MDS, İB, TB, BİM
aşure
559C, 43 R, 59 R
Sümbül
lavinia
üvercinka
Baylan
Kup griye
Fayton
Zakkum
cumaya gittim gelicem
Erguvan
Abbas waffle
Ezogelin
Bambi
Efkar
Victor Levi
üç vakte kadar
Vapur
.
.
.
.
.
.
.
gider bu böyle. alıştırmalar öbeğim.

to the beach

biiç'e gitmek diye bi kavram var burda. biiç ama yani, sahil değil. dalga yok, ufukta yunan adaları yok. ufukta hiçbi şi olmaması da erafta yokuş olmaması kadar aklına takılabiliyo insanın. batmayan bi güneş, yığınla kum, çook geniş, enine boyuna geniş bi kumsal. daralcan ruh hali için birebir. bütün kum deniz kabuğu kaplı, çizgili mizgili, göstermiş idim aşağıda bi yerlerde. güneş batmak bilmiyor ya kumsalda, bi huzur hali. eğil bi kabuk al, üç adım at. güneşe bak, sapsarı bebekleri seyret, eğil. böyle bi tempo.
bir kocaman plastik bardak dolusu kabuk topladım. ingilizceye çevrilemeyen kelimeler listesi yapmaya karar verdim. bu arada, karen ve carla ikilisi ben hırkayla üşürken denize girdiler. biri güney afrika diğeri kanadadan geliyo. gerçi yüzmediler ama ayak tırnaklarından fazlasını o suya soktukları için takdir edilebilirler.
sabahki daralcan halimi fark eden marisol tesadüfen duruma el koyup omlete çağırdı beni. spanish version. ne koymadık ki içine... perulular mutfağı seviyo. çook eski peru pembe dizilerinin jenerik müziği eşliğinde yaptık, sanırım eski türk filmleri müziklerinin verdiği hissiyatı veriyo onlara. "aa bu şarkı da mı vaarr" diyp durdular. ben gittiğimde saat 3tü, "2de başladık" dediler. 4te yiyebildik omleti, tam bi törendi. görüntüsü köpek mamasını andırsa da, tadı harikaydı. bu arada, burhan öçal çaldım onlara, takdir ettiler. heheyt ne sandınız dedim. iyi geldi.
sonra işte bi bakmışım kabuk topluyorum.

oda (2)

dillere destan bi oda krizim vardır, hatta sanırım ilk postlarımdan biri de bunun üzerineydi. Posta Özgeciğimin yaptığı yorum da (aldığım ilk yorumdur hatta :)) durumu desteklemekte. dağılıyo kardeşim, ben napiym? topliym di mi... öyle kolay değil işte. Şansıma, bu oda büyük, hatta dormla kıyaslayınca hipodrom gibi duruyo, dağınıklık hayatımı kısıtlamıyo. neyse işte... Oda dağıldıkça üstüme üstüme geliyo, toplamaya kalkınca bi sağa bi sola saldırıyorum salakça yorucu oluyo. daralıyorum.
ama ben sebebini biliyorum. ilk iki yıl askeri nizam gerektiren yurdumda dağınık olmasına göz yumulan tek yer masam olduğu için bi tek masa çıfıt çarşısı gibiydi, onun dışında "yatakta para zıplatma" sınırına yakındım. Denetim gerek bana. Hatta canım ciğerim Zeycan'cım "deryik askeri nizam da yetmiyo, evlendiricem seni, kaynana nizamı hizaya sokacak" derdi. Dorma geçtim sistem çöktü tabii, bölünerek çoğaldım ve dağıldım. Orda en azından temizliği benim yapmam gerekmiyodu. şimdi bi de temizlik var. Valla böyle gitmez bu. hem evde kalırım ben hem de o kaldığım ev belediye tarafından basılır.
ehehehehe... her seferinde büyük bi hevesle marc, scotchbride, renkli toz bezleri, kova vs vs alışverişi... "kullandığın eşyayı yerine koy" denemeleri... Beyhude geçti yıllar...
Bu son ama. Yoksa 15 ay sonunda deliririm. üstelik daha çalışmamı gerektirecek bir ders almıyorum, ama bunun research methodology'si de var. bırr. duruma el koyucam, hatta Hijyen Tijen olucam, Elif Şafak gurur duyucak benimle. Evet...
buna karar verişimin temel iki sebebi var:
1) yurt görevlilerinin tamirat gerektiğinde izinsiz odaya girdiğini ancak dün öğrendim.
2) Mesela Mibi ya da Marisol'ü ya da başka birini çağıramam bu odaya. ayıptır yani. cık cık cık.
gidip marc, kova falan aliym bari. kısır döngüyü beslemek gerek.

kendi halinde olanlar kolonisi

biri böyle aratmış beni gugılda. çok sevdim. böyle bi koloni kurma girişimim olacak. haberiniz olsun.

23 Eylül 2006 Cumartesi

daral

böyle bayır aşağı (burda bayır yok tabii)

YANGIN VAAAAAARRRR!!!!

diye koşmak istiyorum, hani sırf manasız bi çığlık olmasın diye.

"bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır" cümlesinin ingilizcesi üstünde çalışmaktayım. daraldım daraldım.. anlatamıyorum ki. sezon açılışı yağmuru da yağdı zaten.


bu arada, semt pazarımızdan (ahaha) ufak bi not:
"turkish maydonoz". yaa :)

never mind, love more

şimdi hayatınızda duyduğunuz en enteresan hikayelerden birine hazır olun.
yarışmaya zimbabwe'den katılan bi arkadaş var. adı? Lovemore. aynen- love more. herkes "ne güzel isim" diyo hep tabii. ama bitmedi. onun bi de abisi var -adı ne? Never. Bir de büyükanne var, torunlarına "never mind, love more" diyen, böyle seven. Ve şimdi lovemore "ne enteresan isim abicim" diyenlerden nefret ediyor. kendi adını seviyor; ama sırf aklına gelen anıları anlatmamak için "adımı sevmiyorum" diyp çıkıyo işin içinden.
bu kişinin abisi 2 sene önce ölüyor. yani artık never yok. ailedeki ilk kayıp, daha önce hiç vefat olmamış. bi sene sonra da bu iki adı tek cümlede birleştiren kadın (lovemore ona öyle dedi), büyükanne ölüyor. lovemore için adı o andan itibaren bu iki kişinin anısı haline geliyor. "ne kuul isim adamım" diyenlere anılarını anlatmıyor, onun yerine adımı sevmiyorum deyip çıkıyo işin içinden. bu zimbabweli kocaman adamı görseniz, bu kadar duygusal bir sebep beklemezsiniz. hani fazla maskülen değil dese, tamam. hayır. "abim ve büyükannem" diyor.
ve sırf türkçede her ismin bir anlamı olduğunu anlattığım için bu hikayeyi bana anlatıyor. Bir tek isminin anlamı olanların anlayacağı bir dert olduğu için. ben de ona Satılmış ve Yosma'yı anlatıyorum dilim döndükçe, gülüyor. bunu bu okulda tek bilen benim şu an. ve hep beraber tekrar ediyoruz gençler:
Never mind, love more...
şimdi bu anlatmaya değer bi anı mıdır? doğası gereği evet.

22 Eylül 2006 Cuma

büyük hala

annemin halası, Leman hala vefat etmiş. 94 yaşında. onları daha önce yazmıştım, tanımaktan mutluluk duyduğum, nasıl olup da her şeye karşı bu kadar hassas, her şeyin farkında olup yine de iç huzurlarını koruduklarına şaştığım iki çınar.

Leman hala benim için, tuhaf ama, içi boş, yeşil renkli, limon şeklinde ve ebatında bir oyuncaktır- şişe çalar gibi bu oyuncağı çalarsınız. Aşkın nur yengi şişelere dokunmamıştı o zamanlar daha, ilk kez görüyodum. o kadar güzel çalardı ki ben küçükken mosmor olurdum denerken. o da bunu bildiği için muzur muzur gülüp o limonu çıkarırdı dolaptan. Otoriter ve yaşlı, üstelik de eski bir öğretmen olan birinden korkan 5-6 yaşında bir çocuk için büyülü anlardandı.

bir de 10-11 yaşında Ankara'ya taşınırken resmen devraldığım o güzel cam balık biblosu. İçim giderdi elime alıp bakmak için, "kırılır deryik" derdi hep. Gidiyorum diye törenle bana hediye etmişti, hala sapasağlam duruyor. Nedense o bibloyu kırmadan tutacak kadar büyümek diye bir şey yerleşmişti kafama, belki Hala'nın güveninin sembolü. Hediye ettiğinde sadece ikimizin bildiği bir sevinçle almıştım.

o yazıda da dediğim gibi, 94 yaşını huzurla devirdi, zoru başardı. mutlu ve güzel anılarla yaşadı, o çok sevdiği küçük çocuklara hep çok yakındı. daha ne ister ki insan? Hem dedemi görecek işte şimdi bir kez daha.


Şükran Hala'yı aradım demin. "bana iki satır yaz, ses olur, oyalanırım artık" dedi. içim buruk burdan naşi, annemle teyzem yanlarındalar. Tuhaf bir huzur da var bir yandan; çünkü yaşla gelen sağlık sorunları zorluyordu onu. Acı da çekmedi.

neyse, öyle işte...

...ve deryik ırçılıkla tanıştı

malum bizim ülkemizde Afro-türk diye bi kavram yok. "beyaz türkler" lafı da metaforik bi şi. Hani okuduk, duyuyoruz ama ten rengine dayalı ayrımcılığı hiç yaşamadık bence birebir. "ordaydım" belgeseli tadında, buyrun (bu uzun ve harlı bi yazıdır):

Bi jazz bardan çıkıyosunuz. Grup şöyle: bi türk, bi yunan, bi tane afro saçlı ingiliz, bi tanzanyalı, bi-iki perulu, bi hollandalı, bi bangladeşli, sanırım bi tane daha latin vardı, bi de çilekli (iğrencim). neyse, hadi dediler gece uzasın, den haag'da sabah 5'e kadar açık olan tek yer'e gidelim. Gidelim madem. Herkes içeri girdi, birimizi almıyo adam. kimi? John'u, yani Tanzanyalıyı. niye? "that's our policy". hımm.. adam katran karası diye olmasın?

Şimdi siz orayı yıkmaz mısınız? Zaten içim şişmiş gazete haberlerinden. Bi de güzel içmişim çakırkeyifim... ayrıca yani kaçıncı yüzyıldayız! adamın başına dikildim, daha doğrusu omuz hizasına falan anca... "açıklama istiyorum" diye. "policy'ni yesinler" bile dedim türkçe. içince ingilizcenin akıcılaşması diye bi olay var. adama uzun uzun o kıçıkırık barın policy'sinin insan haklarını ihlal edemeyeceğini haykırdım. tabii ki takmadı beni. "deryik hadi gidelim bak pasif direniş 10'umuz da çıktık" dediler. çok üzüldü sanki adam! bu sefer de kapıda durup her yeni gelene "kapıda renginizi kontrol ettirin yeterince beyaz olmanız lazım" diye sesleniyodum. ne kadar yaptım bilmiyorum, bi 5-10 dakika galiba. en son Sid isimli sakin yaradılışlı insan "nereye kadar" dedi. dedim tamam siz gidin ben de geliyorum. John'a da "ingilizim desen alır adi herif" dedim. "dibine kadar tanzanyalıyım" dedi. bu da bi şi.

eve dönüş yolu, yani işte bi sokak geçicez. allahım allahım..

"biz buraya MA için geldik, biz ırkçı değiliz, kendimizi biliyoruz, boşver".
"Daha önce başka bi yerde daha oldu, okula şikayet ettik bi şi yapmıyolar"

ne manasız laflar bunlar? sen ırkçı değilsin gördüm de yani pek itiraz da etmiyosun!! ayrıca okul napsın allahın kafatasçı korumasına, bireycikler ülkesinde? biri de "policy diyosa napıcan, o da öyle bi yermiş demek ki, gitmeyiz. hem burası onların ülkesi biz yabancıyız" dedi. delirdim. "yaa bu adam kanuna tabii değil mi? evet. anayasaya? evet. bunlar avrupalıyık insan haklarına bağlıydık diye yırtınmıyo mu? evet. e yani? bunlar beni de sırf türke benzemiyorum diye içeri aldı belki, onu napıcaz?" diye saydım. "bi işe yaramazdı ama gecesini berbat ederdik en azından, aydınlanmasını beklemiyorum" dedim. "yiyosa ırkçıyım kardeşim dese ya, ne şirketin arkasına gizleniyo" dedim. "68 ruhu öldü mü" bile dedim galiba :) habire "haklısın ama..." duydum. muhtemelen fazla bağırıyodum gecenin köründe. hepsi dağıldı beni bi tane gönüllüyle önden yürüttüler. biri de çıkıp "deryik haklı yaa ne çabuk pes ettik" demedi. tırsık herifler.

sonra "sabah gidip şikayet edersin" dediler gülerek. ha bi de yani o kadar itiraz ettim diye köyün delisi oldum!!! pasif direniş dediğin şey herkesi organize edip orayı en az bi hafta bomboş bırakırsan olur, 10 kişi bi gece gitmemiş adama ne...

john bi teşekkür etti, takma sen dedi. komik bi tip. ayrıca sakin adammış, "oluyo arada" diyp bıraktı. yeni uyandım, blog yazıyorum. okula gidince ya "türk kızı sarhoş nutuk attı"yı duyucam ve bi daha hiçbir yere davet edilmem ya da günün kahramanıyım. arası yok burda çünkü. her durumda çekinerek bakıcaklar bana.aralarında insan hakları master'ı yapanlar vardı, YUH çektim hepsine.

Daraldım daraldım.ooof.

21 Eylül 2006 Perşembe

ümmi de gitti işte... kaç etti?

Ben oturmuş ağlıyorum. daha da ağlarım. benim kardeşim de 14 yaşında.

ümmi gülsüm 15 yaşında canına kıyıyor; çünkü

tecavüz sonrası polise değil imama giden bir ailesi var.
tecavüzden sonra doğurduğu 3 aylık bebeği var.
tecavüzcüsü olduğu halde evlendirildiği ve habire dayak atan bir kocası var.
"Arkadaşlarım okula gidiyor, ben ise anne oldum. Bunlar olmamalıydı" demişliği var.



tecavüze uğramış.
o bebeği doğurmuş ve ona annelik yapmaya, onu sevmeye çalışıyor.
15 yaşında!
sürekli dayak yiyor.
her gece tecavüzcüsüne yemek hazırlayıp aynı yastığa baş koyuyor, bulaşığını çamaşırını yıkıyor, ne bileyim, elmasını soyuyor.

Ve bu kızın normal olmasını mı bekliyorlar?

Ben bu kızın anasını babasını, ordaki polis memurlarını, imamı ah hele o imamı, çocuk esirgeme kurumu yetkililerini falan, parçalara ayırırım, elimden alamazsınız.

"kızının sürekli şiddet görüp terk edilmesine dayanmayan baba damadını polise teslim etti".
tabii.. Çünkü o baba için tecavüz bir şiddet türü değil ki, bozulan namus. Onun için şiddet mor göz, kırık kol demek, onu yaşadığı için. 14ünde tecavüze uğrayıp çocuk doğurmadı ya, bilemez onu. O imam da kıymış ya imam nikahını, "bu sizin yavrunuzdur napıyosunuz" dememiş ya, allahından bulsun.


Ya peki bu kızın annesi babası,imam falan cezasız mı kalacak? Geri kalan 6 çocuk allaha mı emanet? Suçu ört bas etmek de suç değil mi? Peki bütün bu olaylarda en namuslu, en masum, en sımsıkı sarılıp öpülecek olan yine Ümmi değil mi?

hadi ağlamayın kolaysa.


kaç koyun ediyordu Ünzileler? sayamadım.

20 Eylül 2006 Çarşamba

distorted for beautification



ahaha iyi bozmuşum ama di mi fotoyu?
başka türlü olmuyo ablası, n'apalım oynuyoruz işte:)

panik yok!!

hayattayım. endişe etmeyiniz. bi baktım tam 2 gün olmuş ben bi şi yazmamışım. hemmmen dedim telafi ediciim. dersim vardı... bugün okullu oldum ben:)

politika 101 dersinin kitabının ilk chapter'ı elime ders notu olarak verilince bi an için "ah mazi" dedim. ademler ve havvalar seviyesine inmeden bi "politika ve güç dengeleri" dersi yapıldı allahtan. afrika kökenli olduğunu ingilizcesinden anladığımız hocamız fazladan 20 dakika ders yapıp beni kitledi ilk günden.

bi "population and the poor" dersim var (nüfus ve yoksul diye çevirmek abes geldi de). hocası çok tonton bi adam, iyi geçicek umarım. "rembrandt dediiniz adamın maaşını köle tüccarları veriyodu bi kere" vb isyanlarda sürekli. yani nedir, adamı kötü bi ressam mı yapıyo bu? yoo.. ama resimlerine bakarken düşünmeliymişiz. peki :) böyle bi sosyal sorumluluk halinin dibine durmak işte. O da malthusla başladı derse. ah dedim gençliğimi ömrümü çürüttü benim bu herif, yıkılsın karşımdan.

dün amsterdam gece hayatına akıp (zanzara'nın okulunun düzenlediği spanish night) sabah sürünerek den haag'a döndüm. tren istasyonundan bilet alırken gişedeki o nur yüzlü hanfendilerin her seferinde "den haag? oh, you mean den haaaggkkhhh" çekmesinden gına geldi, olsun ama... iyi niyetliler.

çok bi "sevgili günlük" tadında oldu di mi.. fark ettim ben de. olsun varsın. bu ara hep böyle zaten... ne olsa cevap belli:

olsun varsın.

olsun madem. ne diym.

bu arada, "dutch plate" diye önümüze sunulan yemekte lezzetli olan tek şey, dutch olmayan "köri soslu tavuk" idi. bi pilav bu kadar mı tuzsuz yapılır? caaanım sebzeler bu kadar mı üstünkörü haşlanır? adamlar yemek konusunda bile fonksiyonel. "keyif de neymiş işte, ölmemek için besleniyoruz" hali. ters bana. acı falan ama hint mufağıyla devam edicem. yoksa tadı olsun diye tuz tuz nereye kadar.

18 Eylül 2006 Pazartesi

özgecimle okulu özledik

mezuniyet.. özge İCK'nın şapkasını kapmış, ben ona sarılmışım, ters ışıkta cep telefonuyla fotoğraf çektirmişiz. mutluyuz ama di mi? çimlerdeyiz bi kere. işte bu fotoları yolladım ona, o sırada okulu feciiii özledik. içlendik içlendik, iç geçirdik. o hep çalışıyo, ben binlerce km uzaktayım. ve kendi okuluma arada bi ziyaret için gidip de öğrenci olamamak zor.



bugün kayıt günü telaşı yaşayan herkese selam ola... 8 dönem boyunca sürecek ve hep söveceksiniz. ama o bi türlü açılmayan registration sayfasına yazıcak bi şifreniz ve öğrenci no'nuz olduğuna sevininiz. saygılar.

ruj- parti- parti parti ruj

ben ruj severim- koyu koyu. benim bi rujum var, görseniz, resmen çingene pembesi bi mor(aa foto- görüyosunuzz). koyuuu bi mor ama pembe bi mor; ölüyo gibi durmuyorum. sonra soğuk günlerde (çatlayan dudaklara rağmen) bordo rujj en şarap bordosuu... şimdi de efendim en bi ciyak kırmızı rujum oldu. bööle trafik ışığı gibi göz alıyo canım rujum. mor rujum hala favorim ama, üzülmesin diye burdan sesleniyorum kendisine. sevmeyen ölsün onu. insanı mutlu ediyo. sepya camlı gözlük gibi bi şi bi nevi.



bu arada, dün endonezyalılar partisi vardı. partiymiş yani, çay gibi görünüyodu burdan, allahım nasıl kibarlar... bi ara afrika partisi de yapılacak. e peki geriye kalanlar? ahaha "the rest party" önerildi. eziğiz biz evet :) hatta kız "adı western party olur, oecd ülkeleri olur, beni bağlamıyo, allah için parti olsun" demiş. zanzaracım yarın beni okulunda ağırlayacak... onlarınki düzenli, her salı.



farfara'yı müzeyyen senar'dan iyi söyleyen yok.

bir iki üç on yüz

hep aynı 2-3 şeyi düşünmekten
düşünürken hep aynı 5-10 şarkıyı dinlemekten
düşüne düşüne hep aynı 1-2 sonuca varmaktan
ama aslında hep "sıfıra sıfır elde var sıfır" durumunda olmaktan
ve yine o hep aynı 2-3 şeyi düşünmeye başlamaktan
.
.
.
fenalık geldi bu ara.

okyanus kabukları ve kokoşlukta üst sınır



buraya mı özgü acaba, rengarenkler... bütün sahil kabuk kaplı, çıtır çıtır eziyosunuz yürürken. tuhaf mavi tonları ve minik çizgileri var. bunlar numune, daha topliycam deniz yükselmeden. ne zaman yükseliyo acaba...



ve okulun karşısındaki o renkli dükkandan alınmış bir kutu "selpak" mendil. desenli. sahibi olan adam "bodruma kayağa gitmiştim" diyerek beni benden aldı ama sonra uludağ'da anlaştık. sele kılıfları var, "forbidden fruit" isimli elmalı şeker var. ben orayı seviyorum, müze gibi geziyorum. zaten kasadaki kız da "her şeyi mıncıklayabilirsiniz" diyo.

17 Eylül 2006 Pazar

sepya camlı dev gözlükle bakmak

Güneşli günlerde





İstanbul'da






Kale'de kahvaltıya doğru

*konuk sanatçı: İCK (ismail cem köklükaya)

djarum ve captain black'e saygıyla

bu topraklarda, tütünü saracağınız kağıt için karpuzlu, şampanyalı, pina coladalı, çilek ve vanilyalı, romlu, kivili vsvs çeşitler mümkün. sigaranızın muhteviyatını oluşturacak malzeme de bi o kadar çeşitli bildiğiniz üzere.

amaa...

djarum ve captain black yok.

daha o üniteye gelememişler.

captain black'i görüp "bu tuhaf bi şi içiyo kesin bi bokluk var" mantığıyla elinde jointle yaklaşan cankiler gördük. düşünün yani, o derece bilmiyolar. çikolatalı kağıt var ama.

blogger'ın djarumcuları... karanfilli sigara yok, kağıt da. akıl dahi edemiyolar. o siyah çıtırtı yok. düşünün nasıl vahim bi hayat bunlarınki.



sıpeşıl tenks tu bütün bunlara çare olmuş simgecim

Delft

efendim gelelim vaad edilen "yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" kısmınaaa... Delft dediğiniz güzide şehre ben burdan tramvayla yarım saatte gitmekteyim, trenle heralde 5 dakika falan sürüyo. ayrı bi şehir değil yani aslında, ama bozmadık. simgecimle gezdik ve çok sevdik.



küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk bi şehir. bengerçekten çok sevdim. burdaki ve amsterdam'daki kanalların aksine daha bi venedik havası hakim, ev kapıları kanala açılıyo. Meydanların kendine has bir yanı var. bolca yunan ve italyan lokantası vardı, "belki de ondan sevdik" bile dedik.



meşhuur "delft blue" denen bi mavi rengi var, bizim iznik çinisi mavisi gibi diym yani. kendine has bi şi, yer gök delft blue hediyelik dolu bütün ülkede. ziyadesiyle el boyaması vardı. Neyse, den haag'a göre daha "sevimli" kalan bi şehir. belki de tasarım öğrencilerinin varlığı ve korunan tarihi yapıdandır. sık sık gidilecektir, D.Arık taciz edilecektir, şehir keşfedilecektir.

yeni kilise

ve eski kilise

Ana meydanda bi yeni bi de eski kilise var. Yeni diyosam yani, göreceli tabii. William the Orange'ın naaşı Delft'te. Yeni kilisenin o upuuzuunn kulesine çıkılıyomuş, sevinçle turist olduk.. allahım o ne öyle!!! Tüm zangoçları burdan bir kez daha takdir ettim. ben yükseklik korkusu olan ve kapalı alan fobisinin de eşiğinde yaşayan biriyim. daracık, dönerek yükselen ve araları geniş ahşap basamaklardan çıktık yukarıya (simgecim gülmekte, zira artık siniri bozulmuştu)



Yaklaşık bi 250 basamak falan, gittiğiniz yer de görünmüyo. arada tam kafa hizasına gelen kalaslar da cabası, evet aynen öyle, vurdum başımı. Yukarı çıkarken de inerken de ölüp ölüp dirildim, simge şahit. zira arada karşı yönden gelenler oluyo. yüzsüzüm allahtan, yol falan vermedim.

ama yukarı çıktığınızda(bkz. yeni kilisenin saati)....



naman nallahım... değil delft, zorlasanız amsterdam'ı bile görüyosunuz. harikaydı. Düz ülkenin hali başka tabii... Bi de tam çanın altındaydık, öyle çınnn çınnn değil, resmen yeni bestesini çaldı bize zangoç. zaten bi başlayınca bitmiyo çan sesleri, müzik kutusu gibi. Gelip de çıkmazsanız küserim. içerdeki vitraylara da bakıcaktık ama aşağı indiğimizde ben yeri öpmekle meşgul olduğumdan vaktimiz kalmadı.Sonra ben ders var diye koşturdum, Simgecim tek başına biraz daha gezdi. tekrar gidilecektir.



Mimari açıdan bence Den Haag'dan çok daha hoş. Meydanda karakalem eskiz yapan gençler var. kilisenin hemen yanına lunapark kurmuşlar. daha yaşanılası sanki. Gerçi evet, benim gibi kraliçe Beatrix'e komşu değiller (kendisi üst sokakta oturuyo)... Netice: Delft'e yakın olmak güzel bi şi. Şimdi orda gizli jazz barlar bulucam ben. mişın impasıbıl yapıcam. Den Haag'da buldum bile. Los Argentinos. ama o sonra anlatılıcak.

zevk-ü sefa



tuzluları fotoya eklemedik.

üzerinize afiyet

bi eğlendik bi eğlendik... fotolarla kapliycam bu blogu. şimdi uğurladım simgeyi, nergizcim de dün bende kaldı, neşe içinde idik. simge giderken yanında güneşi de götürüyo sanırım, ilk kez bugün hava soğudu, yoksa hep 29 derece civarındaydık.

sahile, okyanusa gidildi ve kabuk toplandı, delft turu atıldı kulelere çıkıldı, rotterdam gece sefası yapıldı, amsterdam turlandı, arada ev yemeği bile yendi, bi jazz bar edinildi... falan filan.

ben yokken arşivi iyi çalıştığınızı umuyorum? :P bu hafta dersler başlıyo, tayming pörfektti yani. çok yorgunum biraz sızıciim ama bilin ki geri döniciim... yorumlara da tek tek bakıciim, cevap vericiim..

13 Eylül 2006 Çarşamba

insanlıktan çıkmak ve bunu unutmamak

Radikal, 12 eylül yazı dizisine devam ediyor, ben de internetten takip ve link vermeye...keşke gazete elimde olsaydı. bu bloga kadar gelmişseniz bi açıp okuyun. uzun yazılar okunmak içindir zira.

psikoloji ilmi der ki, bir işkenceci işkence yapıyor olduğu gerçeğine katlanmak için kendini ikna eder. "ben yapmıyorum, yaptırıyolar, emir böyle" der mesela. "ben yapmasam başkası yapacak" der. mekanikleşir, duygulardan arınıp kendini bir makina gibi görür. iyi de... onlarca yıl... hiç mi durup düşünmez insan be psikoloji ilmi?!

Mecburen farelerin de içtiği sudan içiyorduk. Kaldığımız hücrenin tuvaleti lağımla dolmuştu. 'Size banyo yaptıracağız' diyerek, lağıma batırıp çıkarıyorlardı. Koğuşlarda kimilerine fare yedirildi. Mahkûmlara, koğuşlarda birbirine tecavüz etmeleri için işkence yapıldı.

simge

simge geliyoo... "turist olucam gezdirin beni" dedi. yatak attım odaya. pilav yaptım sonra. ohoo tavuk burgeri bile hazır. hatta yaprak sarma ve patlıcan salatası (yaşasın konserve). Hulusicim (ya da artık o bi Zanzara) ve Nergizcim derslere gömülü biraz, bense 3 hafta oryantasyon rekoru kırmaktayım, boşum. sahile gidiciiz zira burası 28-29 dereceydi son iki gündür, tutup şimdi kelek yapmaz heralde bize.



sahile gidiciiz sonra benim listemde escher müzesi de vaarr, caddeler turliciiz, bavulunun boş kalan yarısı dolsun diye H&M'e gidiciiz...:) belki kraliçeyi de görüciiz dikkatli bakarsak. delft'e gidiciiz bi de umarım. haftasonu da amsterdam yapıciiz yine... fotolara foto ekliyciiz. bakınız yukarda bir adet gece gezmesi, karaoke bardayız, ben çakırkeyiflikten sahneye çökmüşüm simgecim de yazık, sohbet ediyo benimle :P

geceleri de artık konken, 51, papazkaçtı falan oynarız. şaka şaka.. tirbüşon var yanımda, hatırlatırım yani :) artık tanzanya ve endonezyalıların şen kahkahalarını dinleyip "ah ulen niye 1 (bir) türk daha yok burdaaağğğ" deme krizleri bitiyo. simge var. nıhahaha. türkün gücü. dibine vurucaz. nıhhaha.

12 Eylül 2006 Salı

kim tutuyo sanki..

bıraksalar/sanız/sam sabaha kadar en içli halimle, en kırmızı burnumla, en şiş gözlerimle huşu içinde ağlayabilirmişim gibi geliyo şu an.

ortaokulda merdivenlerden uçmuştum, ağlıyodum tabii ki. çok kolay ağlarım. tuğçe vardı arkadaşım, tepkisi şahaneydi:

-ay deryik iyi misin? aa koşuun ağlayınca gözleri yeşil oluyooo...

hala yeşil mi mavi mi bilmem. herkes istediğine inanır,bazen tartışırlar. aslında ikisi birden; ama anlatması uzun, boşveriyorum artık. annemse "petrol yeşili", "limon küfü" gibi enteresan renklerle tarif ediyo. van dyck kahverengisi gibi bi şi heralde.

neyse işte. yemyeşiilll olucak kadar ağlayabilirim. ama tutuyolar/yosunuz/yorum.

böyle bi posta neden diye sorulmaz, ayıp. "çünkü"den başka bi cevap vermem zira. uyuzumdur.

çünkü bugün 12 eylül

ve iyi ki bilmekten korktuklarımızı anlatmaktan korkmayanlar var


19 yaşındayken alınmış içeri.. anlatıyor. okuyun. darbecilerini yargılamayıp tonton ressam muamelesi çeken bir ülkenin evladısınız, düşünün.

özel istek üzerine fotolar (mimari kaygılar gözetilmiştir)

enteresan millet hollandalılar. evlerini hep siyah yapıyolarmış bi zamanlar. sonra demişler ki "we need some color"... (bu arada, bakınız aşağıda çatı detayları, tipik daç işi. çan eğrisi ve bottle neck. bi de basamak modeli var, ona para gerekiyomuş o yüzden amsterdamda falan görebiliyosunuz sadece)



ve hangi rengi seçmişler? YEŞİL!!!! sanki 12 ay boyunca yemyeşil çimlerle yaşayan onlar değilmiş gibi, evler ve yel değirmenleri YEŞİL!! sonuç aşağıda:



gelelim amsterdamaa... cık kırmızı fenerlenmedim henüz, zaten fotoğraf yasak orda. çok da merakımı cezbetmiyo yani şu an. elbet giderim, orda duruyo. neyse, bakınız en makul "yüzen ev" fotoğrafı, kanal boyunca bissürü var. elektriği suyu yerinde, kanalizasyona da bağlanıcakmış yakında. amsterdama yerleşsem bunlardan birinde yaşardım heralde. denerdim en azından :) penceredeki figürlere dikkat, san'at kaygısı olan biri yaşıyo burda.



kanal turu sırasında çekilen fotolar. daha düzgünleri de var ama camın arkasından çekip mundar etmişim, size göstermiym, utandım :P bi yerden sonra bütün meydan ve kanallar birbirine benziyo, bu da benim mimariden anlamamamdan değil zaten bunu amaçladıkları için böyle. kanallar, binalar, her şey fazlasıyla korunmuş; aynı zamanda fazla aynı ve düzenli. Yani nerde Gaudi'nin deli çizgileri nerde burdaki flaman nizamı diym ben size...



aşağıda, soldaki modelimiz nijeryadan geliyo. çok matrak bi kızdı. saçları harikaydı bi de,ama kuaförde 5-6 saat sürüyomuş. onun dışında işte, kanallar ve bisiklet. kanal biraz aşağıda kalıyo aslında fotoğraf çekmek için :P




ve kapanış, den haag... ilk gün oturduğumuz, daha sonra yine gidip yurda dönemediğim biracı.



ve ana cadde üzerindeki o galeride her defasında göz attığım o heykel. manasız derecede seviyorum kendisini ....



şimdi ne anladınız bu fotolardan, hiç... kısmet tabii.. daha iyileri olacaktır. önünde cam olmayan :)

jacqueline

benden önce bu odada kalan kız, eskiden fransız kolonisi olan bi afrika ülkesinden geliyo zannımca. dün göçmen bürosundan evrak gelmiş, ben de yetkili merciilere ilettim zira mühim bi şi o büyük beyaz zarf (hepimiz onu beklemekteyiz değil mi a dostlar). dedim işte, siz bulun jacqueline'i. ama jacqueline naaptı, sabah 8.30 itibariyle parmağı benim zilimde, "ay şey ben jaklin, oda değişti ama mektuplarım sana geliyo bittabii halaa hani yani gelsen de açsan da kutuyu alsam da mektubumu" bik bik. "ohoo çok geç onların hepsi artık yetkili merciilerde" dedim. "uyandırdım mı" dedi. "evet de sorun değil nolcak" dedim. "yukarı geliym mi madem" dedi. şeker bi kız.

neymiş, insan sıkılıyorum demiycekmiş, kapısına sabahın bi köründe jaklin gelip sohbet etmek isteyebilirmiş. evveeaatt...

bi de kardeşim hayat amma erken başlıyo burda. gidip bi dinlenin uyuyun... yalnız bu hanım kızımız için demiyorum. sanki hala çiftçiler, tarla sürüp inek sağacaklar. sabah 8.30 kız dipçik gibi, zımba gibi....

latin amerikalılar var etrafta allahtan, saat 12de bile "hııaaahh uyanmak istemiyodum beyynnn" diyolar. gerçi onlar da o kadar çok uyuyolar ki sonra enerji fazlası yapıyo, koşturup duruyolar.

burda herkes herkesin kapı zilini duyuyo. ince duvar sendromu. o yüzden ben kendi zilimi kaale alıp açmıyorum. bikaç zaiyat verdim "deryik nerdesin seeennn" tadında. olsun canım. gizemli türk. ulaşamasınlar. nıhahaha.

11 Eylül 2006 Pazartesi

çok yalnızım be atam

aynen bu ruh hali. afrikalılar parti veriyo. perulular sahile gidiyo. endonezyalılar galiba hep camiide, çözemedim onları. netçe itibariyleeaa türk kızı bir adet sap. hem de geç geldim. kaynaşıklara yılışık olmak istemiyorum. bazen 24 saat uzun geliyo. uyudum bugün öğleden sonra.. aa patlıcan salatası ve yaprak sarma konservesi de aldım ama. hem simge gelicek yakında, geçicek hepsi. hele dersler başlasın, görecem ben onları. nıhahaha. sadece bu yazı tempomu açıkliym istedim.

cuma günkü bölüm workshop'ı için "sokak kızı"nı çalıcam sınıfta, sözlerini de çevirdim, dağıtıcam. ne alaka derseniz, "alaka sonradan da kurulabilen bi şidir" derim. cuk oturdu valla :)


edit: pollyannacılık sendromu: ama nedir, ben türk kahvesiyle fal işini burda çözerim arkadaş. oh mis valla ellerime sağlık. bu kahveyle evde de kalmam. üç vakte kadar haneme ay doğar :P

deryik ve procesi

şimdiii yaklaşık bi yıldır falan benim için fonda sürekli bi "proce" lafı var, proje asistanıydım zira. araştırması, raporlaması, çevirisi, grafikleri vs vs... neyse efendim bitmek bilmiyor idi. hani aslında nisan-mayıs civarı çıktı hayatımdan; ama bağımız kopmadı. hatta daha dün akşam bile ufak bi düzeltme istedi sevgili hocam, onu yapıp gönderdim... ve şimdi tatataamm:

projenin bitmiş, cillop gibi hali elimde. 169 (yüüz altmışş dokuzzz) sayfa. tamamını kendim yapsam bu kadar sevinmezdim heralde. hanimiş deryik'in raporu... gerçi benim çevirilerimin üstünden bi 2-3 kez düzeltme yapılmış galiba; ama zaten gerekiyodu. Akademia'nın kullandığı yarı ingilizce, yarı osmanlıca ve fakat nadiren türkçe olan o dil daha önce hiç çeviri yapmamış biri için ne menem bir şeydir, ne siz sorun ne ben söyliym (ör: velhasıl, enformal ekonomiiiii)...

hele çevirilerden çook önce yapılan o iki günlük konferansın hazırlanması sırasında geçirdiğim ufak çaplı histeri nöbetlerini yakınen yaşayanlar hatırlayacaktır, oy oy oy... Ama çok şey öğrendim, o ayrı. Hatta şu an burda olmam da bu proje sayesindedir. ilk göz ağrımdır. falandır filandır.



ve tuhaf ama, ben yeni bi proje bulmak istiyorum. kaşınanı kaşırlar, bakalım artık.
insan bazen "iyi ki yıldırım türker var" diyo. size de oluyo mu?

babylon

28-30 eylül, 3 gece üst üste brooklyn funk essentials ve hüsnü şenlendirici. Babylon sezonu açıyo.



adiler...


neyse canım... babylon bilir ben karışmam. siz de gidin eğlenin, bana da anlatırsınız artık. bense burda işte bisikletimi alırım belki. bi çılgınlık yapıp akşam 8de bira bile içebilirim. oh yoo bu biraz fazla olur işte.

10 Eylül 2006 Pazar

eskiden

nazan öncel sokak kızıyken, şarkıları daha mı içtendi sanki? fabrikasyon hece tekrarı formülünden çok önce hani. benim "gidelim buralardan" krizlerime tercüman olmuşken. şimdi de dinleniyo; ama artık o frida kahlo imajında. kocaman tuvaletler giyiyo yerden tütün bulan sokak kızı yerine, "napcaz şimdi yatcaz şimdi" diyebilmek yerine... olur öyle arada.

şekilci değiliz vesselam, kalbi aynıdır diye umarak...

içimde boş yer yok
herkesin yeri belli
giderken unutma
anahtarını al iyi mi
ben kapılarıma hiç
kilit vurmadım ki
ben seni kendimden
çok ayırmadım ki

bu postta kalem, ece temelkuran'ın

Evet, bu ülke artık anlatmak ve dinlemek istiyor. "Hiçbir şey bilmezseniz, hiçbir şeye bulaşmazsanız mutlu olursunuz" yalanını o kadar çok dinledi ki, artık giderek daha çok insan bunun doğru olmadığını biliyor.




abesleiştigal de link vermiş bu yazıya; ama hani orayı okumayanlar vardır belki, bu yazıyı burdan görüp okuyan olur... tam da benim postumun üstüne okudum, link vereyim dedim. üşenmeyiniz, açıp okuyunuz...

kahve ve portakallı çikolata

türk kahvesi yaptım! mesele çelikmiş, kabın boyu değil. kazanlarla içeceğimdir. yanında da portakallı çikolata.. oh miss.

Mibi var, hindistandan geliyo, şeker bi kız, sevdim ben. mimarmış aslen, bizim programda. "kırsal bi bölgede yaşıyorum, öğreniym diye geldim" dedi.

patrick var amerikalı. ezberlerinizi bozar. mibi'ye ve benjamine bakıp "hindistanın kuzeydoğusu di mi? siz daha çekik gözlüsünüz" dedi. şok oldular, kimse bilmiyomuş, "niye esmer diilsiniz" diye soruyolarmış. bana bakıp "türksün di mi" dedi, bu sefer sıra bendeydi. elimdeki kitabı görmüş, "osmanlıyı yeniden keşfetmek", ordan anlamış. düşünün yani, adam bana "e hani arap alfabesi" demedi. "niye esmer diilsin bakiim" demedi. biz patrick'i çok sevdik kısacası. takdirlere boğduk kendisini. hele benjamin sarılıcaktı nerdeyse "bi sen anladın beni patrick" diye...

ve divadcığım yo hayır, bu o patrick (maitland olan, yolda görmüş idik biliyosunuz) değil. sarışın... hiç kimse mükemmel olamıyo maalesef :P

şehitler ve askerlikte yan gelip yatmak

çok enteresan vecizeler dökülmüş yine medyaya... murat belge'nin çok özet, doğru bir tespiti: "başbakanın konuşma sorunu var". yan gelip yatmak konusunu sevgili oğulları amerikın vey of layf şeklinde uygulamalı anlatıyo bize, üzülmesin yani, ne nedir biliyoruz.
hani o "vatan sağolsun" demeyen anne-baba vardı. "oğlumu nasıl geri getireceksin, helal etmiyorum" diye komutana yapışan anne. "benim oğlum şehit değil, anafartalarda conkbayırında ölmedi, belirsiz bi savaşa gönderildi" diyen baba...
şehit ailesi bu olmalı bence, çok takdir ettim kendilerini. Zor bi şi yaptılar çünkü. susmasınlar artık, "vatan sağolsun" kadar kabullenici bi laf var mı? ve her seferinde "vayy kürtler linç linç" diyenler var ya hani, onlar sussun. adam gibi politika yapılsa keşke. şehidin yakını olmak kürtlerden nefret etmek olmasın. her daim bi "onlar ve biz" halinden gına geldi. hiçbir eğitim vermeden, eline bi silah tutuşturup çarpışmanın ortasına atılan, çelik yeleği dahi olmayan yaşıtlarım şehit değil bence. onlar bilerek öldürüldü; o şartlarda gidip de sağ dönen var mıdır ki? vatan sağolmasın, vatan başını iki elinin arasına koyup düşünsün bi. vatanı savunmak askerini öldürmek demek değil. her fırsatta vatan millet sakarya ateşiyle galeyana gelmek de vatanseverlik değil.
ordu açıklama yaptı, "oğlunuzu öldüren teröristi yakaladık ama sonradan" diye. "geçti Bor'un pazarı sür eşeği niğde'ye" diye bi laf var. nedir yani? terörist öldürmek için orda zaten, şaşırtıcı mıydı bu? sen niye bu çocukları korumadın?
bu olaylar yine linçe çıkar. çünkü acemi erini sıcak ateşin önüne atan ordu yüce ve kutsal bir ordudur, sorgulanmaz. onun yerine büttttüünnn kürtler PKK'lı ilan edilir, linçilir birazcık. ee, ne demişler, iti ite kırdırıcan. biz de saf salak işte, bi elimizde türk bayrağı, "şehitler ölmez vatan bölünmez".
o çocuğun annesi ağlıyodu, "ben çocuğumu her şeyden korudum, mühendis yaptım okuttum, karıncayı öldüremezdi nasıl adam öldürsün" diye. yanlış taktik. sokacaktı bi cemaatin içine ya da bi milletvekiliyle evlenecekti. ohh miss... yedi sülalesi kurtulurdu. ha biraz faşo olurdu belki; ama olsun canım o kadar kusuru. karıncayı ezmeyi öğrenirdi, fena mı?
mühendis olsa kaç yazar ki, o sadece "vatan sağolsun sayacı"nda bi er.

linç sevinci

linç girişimleri artmış galiba türkiye'de. takip edemedim ki. altan öymen'i okudum az önce... radikalin baş sayfasında "içinde işkence odası olan camiiler"den bahsediliyo. Aptala döndüm resmen... iyice zıvanadan çıkmış ortalık 4 günde. şimdi bilgi tazelemekteyim. hışır hışır gazete okumak varken internetten takibi sevmiyorum.. neyse...

insanlar içlerinde biriken nefreti, sıkıntıyı, dertleri, çaresizliği kendileri gibi olmayanı linç ederek mi ifade ediyo ne? bu kadar mı kan kokusu sevdalısıyız? çok acıtıyo - çünkü telefonlarla linçe çağrı yapan bi insan çocuğunu öpüp sevemez ki. ölmüş artık onun içi, çürümüş. onun yetiştireceği çocuk kimi neyi sevip sayabilir ki? hani tamam, hep vardı böyle haberler... ama bu ara doz aşımı mı yaşanıyo ne? öldürmek iyice amaç olmuş. kadını öldür, kürdü öldür, travestiyi öldür... Toplu histeri bu. herkes birbirini gaza getiriyo resmen. komik ama, başbakan, vali, milletvekilleri de kapılıyo bu gaza. ben niye ciddiye alayım ki bu adamları? eline geçirse linç edecek kendi vatandaşını.


"O olaylar sırasında bir valinin durumla ilgili açıklaması şöyle:
"Huzuru bozan cezasını çeker"...
Bir başka valinin yorumu:
"Vatandaş tahrik oldu."
Bir milletvekili:
"İnsanımız cezalarını verdi."
Bir Belediye Başkanı:
"Onlar olduğunu bilsem, inip, ben de vururdum."
Ve nihayet... Bir Emniyet Müdürü:
"Vatandaşın tepkisi güzeldi." "

http://http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=198310

9 Eylül 2006 Cumartesi

hızlı bi özet

Genel olarak her şehir için geçerli sanırım bu özetim. bakınız alttaki fotoğraf:





















ne görmekteyiz? kanal, bisikletler ve düzgün, tuğladan binalar. binaların da çatı kısmında çan eğrisi ya da basamak görünümü. eh evet işte buyrun size hollanda şehirleri. Bakınız üstteki amsterdam, den haag mı dediniz, kanalları küçültün ve sayıca azaltın, turistleri kovalayın. oldu işte.

kırsala çıkalım derseniz, ki dersiniz biliyorum zira deryikin amacı buydu evet, kırsal yaşam... hemen inceliyoruz:




kırsala bakmaktayız: yine aynı evler ve aynı tuğlalar. Tek değişiklik yel değirmenleri, onlar eklenmiş. hafif dekorumsu; çünkü buradaki evler dağınıkmış ovanın farklı uçlarına yayılmışmış eskiden, sonradan bir araya toparlanmış. "tarihi koruma" kaygısıyla. akıllıca.

burda romanya'dan Dana var dedim ya hani... dana uçsuuz bucaksız düzlüğe, üstünde otlayan koyun ve ineklere baktı yolda, iç çekti. "dağları özledim" dedi. o an fark ettim ki hakikaten HİÇ dağ yok. tepe bile yok. yokuş bile çılgın bi fikir. ürkütücü. açıkta hissediyo insan kendini. bravo Dana yani, fark ettirdin.

bu arada, misssler gibi hava. umarım biraz daha dayanır...

amsterdam çıkartması















efendiimmm buyrun sol baştan: tilburgcu nergiz, den haagcı deryik, turistlerin şahı divad ve amsterdamcı hulusi. kahkahalarla, çılgınca gülmekteyiz, öyle şen bir an. biralar içilmiş, çikolatalı kağıttaki sigaralar (tütün evet düz tütün) söndürülmüş, mutlu mu mutluyuz. deli gibi yürüdük yine tabii ki; ama bisiklet sorununu çözmek üzereyim umarım.

bu arada sizlerle enteresan bir anı paylaşmaktan onur duyuyorum... şimdi şöyle bi amca göreceksiniz, irish pub'da oturan. hatta göremiyosunuz bile. Güçlü gözler belki fark eder, tam ortada, "HO" hecesinin arkasında, sokak lambasının sağında. hani prof olabilir, depresif yazar olabilir, hatta ve hatta ne biliym hiç olmadı emekli, 60-65 yaşlarında bi amca olsun:
















ama hayır... o amca ne iş mi yapıyo?





















evet o bi akrobat. gayet sakin soyunuyo ve beyaz g-string'iyle ipe tırmanmaya başlıyo. çok ciddi bi şekilde. kendi 65 vücudu 25 yaşında falan. sonra iniyo ipten, gözlüğünü takıp ayakkabılarını giyiyo ve para topluyo, sonra giyiniyo ve gidip birasını içiyo. taa ki bi saat sonra yine soyunana kadar... ve hep ciddi.



"hayat da zaten bu değil mi" gibi bi cümleyle bağlayabilsem şık olurdu ve fekat sadece beyfendiyi çok takdir ettik, onu söyleyebilirim.

den haag ve gece hayatı

şimdi dün bizim amsterdam turu sonrasında welcome party vardı. bilenler bilir, ben dans etmeyi çok severim. hele 1 içki 1 euro olursa. korkmayınız, sapıtmadım zira tanımadığım yer, annem tembih etti ilaç atarlar diye.. neyse, geceden notlar:
-perulu kızları çok sevdim! şu okulda kendime en yakın bulduğum millet. Tuhaf bi şekilde kimle gülüp eğlensem perulu çıktı. dans etmeyi seviyolar, o müzikte sohbet de ediyolar ve isimleri kolay (iğrencim). çok cana yakınlar, iyi ki varlar.
- doktorasını yapan türk kızını buldum, deniz. kıza gidip "merhabaaaa" dedim, kitlendi bi an tabii :) meğer o da beni arıyomuş. zaten herkes beni arıyo, çok tuhaf. murat hoca haber salmış "türk geliyo" diye, ondan.
-pakistanlı bi adam var, yani yaşını anlamış değilim. dans etme konusunda hevesli, diyelim. bikaç kişiyi kendine fahri eğitmen seçti. biri de bendim. gölge gibi izleyerek dans edilemeyeceğini hepimiz pistten kaybolunca anladı. onun dışında iyi bi insan yani, kendi halinde. türkleri çok seviyolarmış. "tüm dünya size sırtını dönse biz yine hayran olucaz, atatürk bizim için çok önemli" dedi. ben de "hadi len atatürkü ilk biz sevdik, o bizim" dedim :)
-Afrikalılar muazzam bi ritm duygusuyla doğmuşlar (bilmiyodunuz öğrendiniz). bıraksanız halay bile çekerler. bi de Güney Afrika'nın böyle "cumartesi gecesi ateşi" tadında, herkesin katılıp yaptığı bi dansı var. iki ileri bi geri, iki sağa bi sola, elleri çırp falan. disko disko. adiler, herkes çalışmış önceden, bütün endonezyalılar yapıyodu. zor yakaladım ritmi.
-gecenin çifti orta yaşlı bi hoca ve onun karısıydı. sürekli merenge yaptılar, çok sevimlilerdi. durmadan dans edip bi yandan da öpüşüp koklaştılar. herkes yanlarına gidip fotoğraf çektirdi. bu kısım komikti bayağa, turist turist işler. neyse, mali işlerin başında john diye bi amca var, türk kahvesi yapmaya söz verirsem beni evinde ailesiyle yemeğe çağıracağını söyledi. ocakları induction değilmiş. "fal bile bakarım" dedim.
-romanya'dan gelen bi hanımefendi var, dana. bi hollandalıyla evli, leonard. burda yaşıyolar, haarlem'de. doğu avrupaya özgü bi şi galiba, ben mesela onun her yere topuklu aykkabıyla gidip sonra sürekli "uf niye koltuklar hiç rahat diill niye kimse bize hizmet etmiyooo" diye söylenmesini anlıyorum, hollandalılar dehşete düştü. bizi bi "tipik daç kasabası"na götürdüler sabah. iyi güzel evet yel değirmenleri; ama 1,5 saat anlatılcak bi şi yoktu. Rehber zaten o evlerde yaşayan aileleri anlatıyodu vakit geçsin diye, "burası bi evv.. içinde oda varrr.. odada insanlarrr.. çok zenginlerdiii... tüccarlardııı. evet sıradaki evv"... anlatılcak bi şi olmadığını da sadece dana ve ben fark ettik. sürekli gruptan kaçtık, kahve içtik falan, bizi aradılar. eğlenceliydi aslında.
-yurt sorumlusu olan çocuk gece 1 civarı başka yere davet etti milleti. 4-5 kişi, ki biri ben tabii ki, düştük yola. hani diyceksiniz tek zeki sen misin, millet niye gitmiyo... bi kısım çekindi gelmeye. bi kısım yorgundu. bi kısım da "allahım bana cigara sarınız uçmak istiyorummm" hevesindeydi. ben üçünü de yapmadım. neyse, çok kısa mesafeler için bile taksiye biniyolar. perulu kızlar çok eğlenceli. demiştim bunu. neyse. den haag'da gece hayatı varmış arkadaşlar, sizin için gittim gördüm. sabah 5'e kadar üstelik. ama yani müzik zevkleri gelişmemiş. sürekli bi house müzik tepende, sadece ritm. bi yere kadar yani, bozar bizi. benim "votka-elma suyu" kombinasyonumu keşfettiler, bikaçı sevdi hatta. Neyse, perş-cuma-ctesi hareketli oluyomuş. kibar insanlar, hani düşündüm de, bi okul dolusu turistin yurdunda güvenlik görevlisi olsa bi türk erkeği... aman aman. alınmayınız hemen, anladınız siz derdimi. yol yordam bilen insanlardı allahtan, bu iyi bi şi.
-tabii tepemde pilav yiyecek bi boyda oldukları için çoğu zaman ezip geçtiler, ben görünmez kız ilan edildim falan, ama olur o kadar.
-bu arada herkes (hollandalılar) bana "bombalar nası gidiyo türkiyede" falan diyo. gözlerini kocaman açıyolar ve ben izah ederken kafa sallıyolar. "siz korkup kaçın diye onlar" diyorum, "öyle oldu zaten" diyo. be salak. madem biliyosun ne korkuyosun. aaamaann...
-bi de şu var (şimdi ben yine büyük laf ediym ki sonra boğazımda kalsın) çiftleri izledim gece mesela, "bunlar birbirine sürpriz yapıyo mudur hiç" diye düşündüm. ne biliyim... misal, sabah okula giderken kapısının önünde karşılamak, atıyorum yani. Hani böyle jest tadında sürprizler. Zor, yapmazlar bence. niye bilmiyorum, hissiyat. ama o dans eden çift yapıyodur, harikaydı onlar. herkes öyle birbirine aşık ve gülümserek yaşlansın. dileğim budur.
-perulular da çok tatlıydı, demiş miydim? kızıl saçlı kız hele. marisol mü ne adı. "deniz ve güneş" demek. ellerini kıvıramıyodu, onu çalıştık beraber. o da deli bi samba adımı gösterdi. bi gürcü bi de mısırlı kız var ayrıca, bizim taraflardan. gürcü kız çok şekerdi, esmer. "sende hiç türk tipi yok. bende de gürcü tipi yok. neyiz biz" falan dedi :) afrikalı erkeklerin "kent taç dis" tadında bi dansları var.... anlatılmaz yaşanır. hele hele gömlek- pantolon- iri göbek kombinasyonuyla. ama şu bi gerçek, isteseler de "abi ben dans etmeyi bilmiyom, sevmiyom, kenarda takıliym" falan diyemezler. ritmle doğmuşlar.
velhasıl, bu da böyle bi anımdır gençler. dersler haftaya başlıyo. şimdiyse amsterdama gidilicek, nergiz, hulusi ve divad görülecek...

7 Eylül 2006 Perşembe

cümbüş

elimdeki cd'de cümbüş var, felsefe günleri ve taşodada. ne güzeldi o akşam... bu arada, şimdi benim hayatım ingilizce ya burda, "ada sahillerinde bekliyorum"u çevirin hadi. yetmediyse "esmerim biçim biçim" veriym... Hatta o çok kolay gibi duran "gül döktüm yollarına" falan. erkilet güzeli de var sonra. hani bizim istemdışıkollarıyanaaçan şarkılar demetimizden.of yaa of. şimdi ben aptal ve yayvan bi sırıtışla ekrana bakarak gerdan kırıyodum, elimde de bi poşet kuru üzüm. perdem açıkmış. muhtemelen ruanda ya da nijeryadan olan bi çocuk çapraz balkonda dehşet içinde bana bakıyodu, hani "gecenin bu kööörrr saatinde napıyo bu?!" bakışı. burda saat 11. yatiym bari de erken kalkiym.

aman minnoş minnoş. yavrum minnoş minnoş.

bakın, bunu da çeviremediniz.



İCK, tekrar teşekkürler... çok iyi geldi.

dennnn haagg

evveeaaatt geldim yerleştim memnunummm.... hemen durum özeti geçiyorum, sonra yazarım. manyak yorgunum yürü yürü.. bisikletsiz ölüm buralar.

-hollandalılar nasıl? bilmem, hiç tanışmadım daha. kızları güzel evet. erkekleri de düzgün. hepsi turp gibi, sağlık fışkırıyo. fazla sarılar. pek tanımıyorum ama hal tavır; çünkü den haag ve bizim okul hele, dünya karması halinde.

-hayat 6da bitiyo. bugün perşembe, den haag'ın "bu şehirde hayat var" deme günü. her şehrin böyle bi günü varmış. perşembeleri hayat 9da bitiyo.

-"istanbulda gece 11den önce çıkmıyoruz" dedim. inme indi bi kaçına.

-bi heves kahve ve cezve getirdim ya ben... hatta annem teflon tava verdi falan.. işgüzarlık tamamen. zira ocaklar induction dediğimiz yöntemle yanmakta. hatta yanmıyo, kızıyo, o derece teknolojik. neyse işte belli bi büyüklüğün üstündeki çelik tavaları ısıtıyo bi tek. yani cezvede kahve bi hayal. fazla teknoloji sevmem ben. uzaktaki bi otelde bildiğimiz gazlı ocak varmış.

- annem her şeyi düşündü ya hani... asetonu atladı ama. yarısı yolunmuş bordo oje çok çirkin bi şi. çabuk buldum allahtan.

-ahahah tabii ki ilk iş türk marketi buldum. silifke yayık ayranım bile var, hiç acımam. nuhun ankara makarnası, baldo pirinç falan...

-bugün,hatta az önce, kayboldum ilk kez. şimdi ilk gün beni hulusicim ve divadcığım karşıladılar. divadla geldik buraya, sonra hulusi de bize katıldı, bi yerde oturup bira içtik falan. allahım bugün bi baktım, istemeden o bira içtiğimiz yere gitmişim. e okul nerde?! harita özürlüsüyüm üzerinize afiyet. gerçi dün kendimi aştım; ama bugün aptal oldum. sağa gidicem o kesin de, sonrası yok. "bankayı mı arıyosun?" allahım bizim okuldan biri, çünkü bugün banka hesapları verildi. "yoo okulu arıyorum". çocuk sağolsun paket teslim getirdi beni. bi ara "sen git ben bulurum yolu, burdan dümdüz işte" dedim. "hayır sağdan gidicen! geliym ben yaa of" dedi. afro-swedish diye bi şi var mı bilmem, ondandı işte.

-isim hafızam berbattır. ve bugün 2 endonezyalı, 2 de nijeryalıyla tanıştım. ben hı hı diyp geçiyorum onlar uzun uzun adımı tekrar edip anlamını soruyo. utandım tabii ama boşa bi çaba. nasılsa onlar da unutur. di mi?

-ben bu kadar lakayıt memleket görmedim kardeşim. yemişim avrupa disiplinini. adamlar part-time çalışıyo, o da içinden gelirse.kafayı yedim iki gündür. "sabah 9da gel" diyolar, dakik adamlar sanıyorum tabii, hadiii koşuyorum okula... eefendim hanfendi 12den önce gelmezmiş. allahtan okula yakın yurt. mali işler 12-2 arası açık. bilmem ne boku 3-4 arası. sefaretlerine kızmıştım, geri alıyorum.

-nijeryalılar çok komik el sıkışıyo. tokalaşıyosun, sonra yavaşça elini çekerken, parmaklar birbirine değdiğinde karşı tarafın parmaklarına vurarak şaklatıyosun. yapana ödül var. bi de nijeryalı bi kız tokalaşırken avcunuzu gıdıklarsa "kalk gidelim" demekmiş, ona göre.

-günün en eğlenceli olayı: hintli bi kız, öğrenci işlerinin başındaki martin'e "martin siz süpürge kullanmıyo musunuz kuzum bu memlekette" dedi. martin "kullanıyoruz, niye ki" dedi. cevap: bugün markette süpürge istedim prezervatif verdiler! hala gülüyorum.

-bisikletsiz hayat çook zor. hele manasız bi alışverişten geri yürüyosanız... kollarım daha uzun, bacaklarım daha kaslı.

-dün akşam ev hasretiyle tanıştım. ocak yüzünden oldu galiba. "ne işim var len benim burdaaaaağğğğ" cümlesi yankılandı. bugün daha iyi gibi. dersler başlasın, o zaman nefes alamiycam galiba. cumaya bi sunumum varmış, iki kişiyle.biri çekik gözlü bi hintli, adı benjamin. bi de john ernest adında bi tanzanyalı. yani isim ezberleriniz bozun. herkes her adı alıyo bu dünyada.

yemek yapıcam. bu arada yeni bi blog açmam mümkün. ama bu blog yorum ağırlıklı olacak, "keep me informed" temalı. beni habersiz bırakmayınız, taze yorum yapınız diye. polemiğe girmeyiniz, sizce "günün haberi" olan şeyi yazınız diye.. kısmet.

aa bi de yarın amsterdam gezisi var. ekim sonu da paris görünüyo falımda. okulu sevdim :) foto falan da koyarım inşallah bi ara. o da kısmet.

4 Eylül 2006 Pazartesi

son gün

nınıınınnnn.... sabahın 9unda uyanıp boş gözlerle tavana baktım ve annemin "deryik bak şunu da mı alsan yanına" cümlesini bekledim., boşunaydı zira annem Defne'yi okula götürmüş, erken açılıyo her sene bu çocuğun okulu (fransız ekolü valla, bol tatilleri var arada). ee annem yokken ben boş durmiym dedim. Hulusi paşanın Divadcığım tarafından iletilen kırmızı pul biber isteğinden yola çıkarak yeni alışveriş listem de hazır. sonra o hünkar beğendi bulunacak ve yenecek! kaçış yok (biri beni durdursun)! Sonra kuaföre gidiciim, kırpıcak beni. yeleler azalıcak; ama kısalmiycak. uzlaşabilirsek tabii.

son günüm gerçekten yaa... Hala idrak edemedim ben. TED yadigarı Ececim ve Ersincimle görüşücem umarım son anda. ayarlanabilirse. Sonra Sabuş'a veda... ağlamasın Sabuş. Gerçi ilaçlar yüzünden çok sakin, "amaan hemen su gibi gidip gelicek işteee" dedi anneme rahatlasın diye, inanamadık. sonra "hoşçakal telefonları" başliycak, en sevmediğim... Sonra sabaha karşı uçak. uykulu bi uykusuzluk.

naylon poşeti bizim kadar kullanan bi millet yok heralde? ayakkabı sarılır, kremler sarılır, ilaç sarılır, ot sarılır bok sarılır... sonuç: bavulun içi bemmbeyaz bi şekilde hışırdar. Ayy hatta gidince de atılamaz onlar "lazım olur" diye. önlem paketi. Tedarik.

annem naylon poşetten nefret eder, hele bavuldaysa. bunun için bir sürü alternatif naylon kap üretti. büzgülü çantacıklar, makyaj çantaları... "deryik bak lazım olur bu da, bi boy ufağı", "deryik bak bu ara bi boy" şeklinde yüzlerce naylon çantacık verdi bana. ojelerimi tek tek paketleyebilirim. allahım bunlar evin neresinde yaşıyomuş bunca zaman? hatta japonyadan gelen kumaş ayakkabı torbası diye bi şi varmış evde. gerçi ben onlardan birini kese niyetine çanta yapmıştım, sonra sigara düştü yandı falan ama... fonksiyonlarını bilmiyodum.

doruk noktası şu: büyükçe bi fermuarlı naylon bi makyaj çantası vardı elimde... "bu arttı" dedim. annem "pasaportunu koyarsın" dedi. evet. dantel bir, naylon iki, milletçe onları çok seviyoruz.




ps: giderayak çenem düşmezse bu heralde son postum bi süreliğine... bakalım internet bağlantım var mı, yurdu ayarladılar mı, ders kaçırdım diye sövecekler mi.. falan filan... kendinize ii bakın ve yazmaya devam edin gençler :)

3 Eylül 2006 Pazar

bir bavulun anatomisi: hollanda'ya yokluk yeri muamelesi yapmak

Böyle bi hal: Hollanda'da yokluk içinde yaşamaya gidiyorum sanki. annemle "ikili delilik" modundayız, histeri düeti. normal kısım şu: türk kahvesi götürüyorum yanımda, bi de fincan ve cezve tabii. Neredeyse hiç içmem ben kahve. Taş çatlasın 10 kere yaptıysam, taş çatlasın birini içmişimdir; ama kokusuna bayılırım. Dedim ki bari tabağı kalsın fincanın. "olmaz, fal falan bakarsınız hem" dedi annem. E di mi yani... benimki de akıl.

annem bunun dışında,

-4 adet scotchbride yeşil-sarı ve kırmızı-sarı temizlik süngeri
-10lu plastik tabak
-tirbüşon
-toz bezi
-şampuan
-ayakkabı boyası ve cilası
-1 kutu lipton poşet çay
-sabunluk
-hazır "sakızlı muhallebi" tozu, baharat ve hatta sanırım nesquik

ve benzeri bir sürü enteresan şey koydu bavula. ilk gittiğimde ihtiyacım olurmuş (listeyi bir daha okuyunuz). koydurmadıklarım bambaşka ve enteresan bi liste olurdu. örnek: kesme şeker. yok, onu da koydu galiba. Sürekli aklına bir şey geliyor efendim, durduramıyoruz.

peki ben?

-takı yapmak için envaye çeşit boncuk ve ara malzeme. (Sermaye ama onlar).
-kendi takı yığınım (ama o yapılacakları ben takmiycam ki)
-eski yurt duvarlarımda duran bütün irili ufaklı resim, ambalaj kağıdı, fotoğraf, poster ve haritalar. (evimde hissedicem ama ben).
-manasız çoklukta çorap- kısa, uzun, koton, yün, 20 den, 40 den,80 den (her dakika çorap mı yıkanır)...
-babet (elbet bir gün yağmurlar durur)

gibi tercihler yaptım. gördüğünüz üzere benimkilerden mana fışkırıyo.
Hurç ne komik bi kelimedir bi de. hurcun içi hıncahınç :P hurçlar da gidicek.

Ha, bi de... Annem bunu İstanbul için de yapmıştı. Ben de. iyi bi takımız biz.

ne yersen osun

şimdi böyle bi şi var ya hani, "ne yersen osun, onun için işte sağlıklı beslenelim" falan. mantıklı tabii ve fekat... ben "sağlık" olmak istemiyorum. Ben tercihen kaburga dolması ve yanında bakır bardaktaki köpüklü ayranı ve devamındaki çay-helva ikilisini seçiym ve "zevk" olayım. Rica edicem yani. Haşlanmış karnabahar yemek isteyenlere saygıda kusur etmiyorum. Onlar sonsuza kadar huşu içinde, dinamik ve hatta genç yaşayabilirler (ps: vejeteryanları kast etmiyorum tabii, onlarınki ayrı bi tercih sebebi, ben etyiyenlerin sebze tercihinden bahsetmekteyim). Sevgili dedem Turşu Nejat (lakabı üniv yıllarından kalmaymış, biraz aksi bakışlıydı da) damak tadı için yaşadı ve öldü diyebilirim, o gelenektenim ben.

Ne güzide bir mutfağımız var yaa... Hay gözünü seveyim bu toprakların. Mide fesadını bile bir şölen tadında yaşıyoruz. Yemeğin üstüne çay servisi benim için çok hassas bi mevzu, hatta diyebilirim ki hizmet sektörünün doruk noktası. Bi de kebapçılarda tabak içinde gelen karanfil. Ha bi de türk kahvesi yanında lokum ve su. Ama birinç çay.

gitmeden az önce midemi şarj ediyorum galiba... yarınki konum zeytinyağlılar ve sütlü tatlılar olacak. Hünkar beğendi diye diye gidicem, bi yiyemedim. Hani seracılık falan? "patlıcanın mevsimi değil"mişmiş. Beğendi istiyorum ben. Tez yapıla...

2 Eylül 2006 Cumartesi

bir gece otobüsünden az önce şiir okumak iyi gelir ikisine de

zor olsa gerek
sana yazılmış bir şiiri
okuyamamak

ctesi geldi

geldi işte ctesi. paint it black modunu yaktım yıktım, değmeyin keyfime yani :) bugün hem bir "iyi ki" cumartesisi. hem de"burnunu kapa boka atla" birazcık. biraz pollyanna, biraz "gerçekçilik bu, kötümserlik değil". ama ortak bildiri bu,o güzel. Hani böyle anlar olur ki iyi bir anı olacağı baştan bellidir, öyle bir gündü. Hollanda öncesiydi üstelik, gitmeden az buçuk önce.


"pandoranın kutusunu açtım işte..
hah, al işte sıçtık gördün mü?
duydun, inanıyorum sana!"
inanmak üzerine(2)

1 Eylül 2006 Cuma

muhtemel ziyaretçi profilim

şimdii.. tahminlerim şöyle ki:

1) düzenli gelen ve uzun yazıları BİLE okuyanlar
2) düzenli gelen ve bazen okuyanlar
3) düzenli ama aralıklı gelen, benim fazla gevezeleşmem karşında şok olup son 2 postu okuyanlar

4) link ya da yorumlardan denk gelip seçerek okuyanlar
5) link ya da yorumlardan denk gelmişken birkaç gün takip edip bırakanlar
6)link ya da yorumlardan denk gelmişken okumadan bırakanlar

7) gugıllayıp tatmin olanlar
8) gugıllayıp "bu ne lan?!" diyenler
9) gugıllayıp önce "bu ne lan?" sonra da "iyiymiş, ben hep gugıllar bulurum bunu" diyenler

10)"next blog"a tıklayıp gelenler

yani böyle bi şi heralde üç aşaa beş yukarı... daha ne olabilir ki? niye bunu dert ediyorum peki? hiç işte.. iş yok güç yok, yarını bekliyorum..

sakızlı muhallebi bile yaptım.

aklıma geldi- dijle

bi sınıf arkadaşım vardı, Dijle. Dijle kadar kibar, kimseyi kırmayan, her daim gülümseyen kaç kişi oldu bizim bölümde bilmem. kızsa da kızamaz, öyle biri Dijle. Dijla deprem için yardım toplar. Çalışkandır da. Dijle rica eder, teşekkür eder, özür diler. İnsandır Dijle. Dijle'yi severim, o da sağolsun beni sever. Şimdi nerden aklıma geldi, bilmiyorum....

Bir gün bir hoca (bu göreceli bi kavram aslında; ama herkese hoca diyoruz saygıdan. bence akademik bir vasfı olmayan bir kaypaktır, o ayrı) yoklama alıyor. "dijle"yi okuyor. "dicle mi dijle mi" diyor. "dijle". "kürt adı mı?" "evet". diyalog kalkan bi kaşla bitiyor. sonra, bir zaman sonra, dijle diyor ki bana "bu adama sinir oluyorum ben. taktı bana". farkındayız zaten o gerilimin. çaktırmadan manevi şiddet diye bi şi var mı acaba? düşük ölçekli gerilim. dijle'nin hep bi "kürt kızı dijle" olduğunu hatırlatma gerilimi. ve bunu o koca sınıfta aslında hocadan başka kimse takmıyor. Gülüp geçiyoruz Dijle'yle, çabuk gülüyor zaten. sonra bir gün başlıyor anlatmaya hocamız, geniş ve ukala bir sırıtmayla...

Doğu Anadolu niye geri kalmışmış?
çünkü insanlar hep kahvede oturuyormuş. okey oynuyolarmış anca. yatırım yokmuş hiç. tembellermiş tembel. tembel adam nasıl kalkınsınmış. ööle kahvede hatır hatır kaşınınca tarla mı sürülüyomuş... Zaten onlar bi şi istemiyomuş ki, ortaçağ zihniyetiyle odun gibi yaşıyolarmış işte, ne kadar ekmek o kadar köfteymiş...

Dijle kızardı. Dijle çok kızdı; ama sustu. biz de itiraz ettik. "devlet politikası"nı Çin'de bi şehir sanan hocamız anlamadı itirazları. ders sonuydu zaten, kapıya yöneliverdi. Sonra Dijle sakince kalktı yanına gitti, tam kaçar gibi giderken yakaladı hocayı...

"siz bunu nasıl dersiniz? nasıl tembellikten dersiniz? ne hakla dersiniz? Siz doğuyu ne kadar biliyosunuz ki hocam?" diye başladı, gözleri çakmak çakmak...
Ve geri adım attı hoca bu sakin, kırgın; ama saygılı cümlelerle. özür diledi. diletti dijle. o pişkinliği yedirdi hocaya. Yanar-dönek bir hoca derhal "ay yok yanlış anlaşılmış" der hemen. Dedi.

Ve ben Dijle'yi bi daha sevdim o an. susmadığı için; bağırıp çağırmak yerine o sakin "bunu nasıl dersiniz" sorusu için. o atıp tutan meydan maşasını sakinlikle adam ettiği için.

yağmur

yağdı sonunda. hatta sifon çekildi ankarada bile denebilir. ben tabii ki mont falan almadım, inceciik bir bolerocukla "yağmura denk gelmeden eve dönme" planım vardı. tabii ki üşüdüm. ve tabii ki ben çay içerken sakin sakin duran bulutlar ben dışarı çıktığımda anda delirdiler. Tabii ki sıçana döndüm. oluyo hep bu.


Ama keyifliydi bu buluşma. huzur verdi. büyüyoruz vesselam, onu gördüm. içimde bi eksiklik varmış, o giderildi. eski arkadaşları özlemek de onlarla özlemi gidermek de apayrı bi şi.


Bavulların ilki kapandı. sığmama fobisinin yersizliği bi yanda, kilo sınırını çok aşmiycak olmanın müjdesi bi yanda... annem bu sevinçle 1 beden inceldi.


yarın cumartesi. geliyor. bekliyorum.

linç kültürü ve ahlak bilgisi

dün gece flawless'ı izledim. Bu topraklarda bitmek bilmeyen bir homofobi var, diye düşündüm. Bizde asla homofobik bir polis, felç bile geçirse, bir travestiden şarkı dersi almazdı.

Sonra şunu fark ettim ki, bizim hoşgörü dediğimiz şey aslında acıma. Bizim yardımımız ancak acımayla oluyor. Acımazsak yardım etmeyiz, yani insanlık göreviyle falan alakamız yok. Biz engellilere yardım ediyorsak, mesela uygun bir düzenleme olmadığından karşıdan karşıya geçemeyen görme engelli birine, acıdığımız içindir; yoksa "vatandaşlık haklarından mahrum kalan insana yardım" gibi bir kaygıdan değil. Ha keza, kadına yardım da ancak dayak yediğinde ve acıma duygusundan, yoksa eşitlik kaygısından değil. Hüküm giymişe yardım etmek için onun "kader mahkumu" olduğuna inanmamız icap ediyor. Ee laf eşcinsellere, transseksüellere gelince acıma duygumuz devredışı tabii ki. acımıyoruz, yardım etmiyoruz. hatta bu aralar yaygın olduğu üzere "linç"iyoruz biz. Linç için sebepler çok.. türklüğe hakaret, ahlaksızlık, "türk örf, adet ve ananeleri".
linç kültürü ve ahlak bilgisi burda devreye giriyor işte: linçteki ahlaksızlığı susuyoruz.

kadınına bu kadar düşman insanların (sadece erkekler değil) homofobik olması yadırganmamalı elbette. Ben mi fazla insancılım acaba... Beni niye ilgilendirmiyor insanların cinsel tercihi, dini, dili, geçmişi? bunu övünmek için yazmıyorum, hatta meraksızlık bile diyebilirim. "ahuahua top lan bu" lafını duyunca niye yüzüm kızarıyor benim, "duymamış olsa" diyorum içimden? Ben niye hiç "ibne herif" diye küfretmiyorum? Ben niye "kürt/ ermeni/rum dölü" lafından nefret ediyorum? niye her linç girişiminde sinirden gözlerim doluyor? hassas kantar mıyım ben? çok soy sop meraklısı da değilim galiba. Zaten annemin babası "nerelisin" sorusunun cevabını bilmezdi, istesem de eksik bilgi yani.
İnsanları tanımak bilmek başka, hayatlarını didiklemek, hele hele eleştirmek başka. Ayıp geliyor bana. ahlak bilgim zayıf.

Ne biliym işte... kafadengi insanlar var allahtan etrafta, gül gibi geçinip gidiyoruz.

Ama size bir anekdot, buyrun:

bir konferans, asistan ben. konu sosyal dışlanma projesi. 2. günün ortası. her STK temsilcisi uzun uzun tecrübelerini anlatıyor, STKların alanları: engelliler, eşcinseller, kadın sorunları, sokak çocukları, sendikalar vsvs.. kalabalığız yani. eşcinsel hakları konuşuluyor. herkes kafa sallıyor. nasıl bir uzlaşı, değme gitsin. sonra...
Engelliler üzerine çalışan bir STK temsilcisinin yaka kartı karışmış. Eşcinsel haklarını savunan STK'nın adı yazılmış isminin altına. Bu beyfendi az önce "dışlanmışlar birbirine destek olsun" diyordu. sonra bana dedi ki:

-Deryik hanım, bari başka biriyle karıştırsaydınız yaka kartını. aşkolsun.

Ben kıpkırmızı oldum. sadece "basım hatası hallederiz" dedim. tekrar edip güldü. geveledim bi şiler. yine söylendi. İçimden geçenleri cümle yapıp da haykıramadım. Asistansan susman gerekiyor bazen. Sonra hocama anlattım. "sen de neler ummuşsun deryik" dedi hafifçe gülümseyerek. haklı.

Neyse.. Linçmeyelim diyecektim. bir de acımayalım- yardım etmek için acımak gerekmesin.

aç kapa ve telafi et

bavulları açıyorum. deriiin bir nefesle. boş bavul çok korkutucu bi şi, doldurmaya üşeniyorum. Gerçi 4 yıllık yurt hayatı sayesinde sıfır alan kaybıyla optimum bavula ulaşma tekniğine eriştim ben, korkutmamalı.

ctesi olucak. yatçaz kalkcaz. bekliyorum.

bugün beni uzun zamandır konuşmadığım, çocukluğumdan biri, yarım aradı. o da koç'a gidecekmiş asistan olarak. uzun zaman sonra "vedalaşalım bi adam gibi" dedik. telafi kelimesini öğretmiştir bana kendisi. bakalım ne öğrenmişim...

-nerede buluşalım, mado?
-hahaha tamam, mado :)

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker