31 Mart 2007 Cumartesi

ptesi

pazartesi. sevmiyoruz kendisini. o tamam.
bu pazartesi sabah 9.15'te tam 9 sayfa yazı yazmaya başliycam. bu manyaklığın adına sınav diyolar, tamam. kargalardan önce, gözlerim timsah gözü aralığında açılmış, söverek sayarak ve kimsenin anlamamasına sığınarak yazıcam işte. elime o bildik kramplar gelip kurulacak.
bu da tamam.

sonraa.... bi hafta geçicek... paskalya tatilim başlayacak. bütün tatil boyu ödev hazırlıyo olucam. bu da tamam. tipik pazartesi yani, fazla bi şi beklemiyoruz... o pazartesiler ki barlar bile sinir içinde, gün bi an önce bitsin diye erken kapatılır.

ve lakin işte o pazartesi var ya 8 gün sonra gelicek olan... ben bi konsere gidicem. bi anda bilet geldi beni buldu, ballıyım şans küpüyüm. sevinçten zıpladım, hıçkırdım, inanamadım, çemkirdim, bilet için çarpıştım son bi kez... ve %99 benim oldu kesin.
şimdi gugıllamadan bi tahmin yapın bakalım, deryik hangi konsere giderken nazar değmesin diye adını bile ağzına almaz? içi titrer de susar?

bu sabahları bilmem; ama pazartesilerin bi anlamı olmalı!
fiyuuuuu.

mimarkızı

büyüyünce mimar kızı olmak istiyorum, annem beynimi yıkadı.
var di mi böyle bi şi? milletvekili eşi olmak gibi, bi tür sıfat tamlaması. kimliksizlik kimliği.
mimar kızıyım ben.
ve benim sevgili annem ısrarla aynı şeyi söyler:
-restore edemiyosanız bırakın dağınık kalsın, kızkulesini bile batırdınız bi durun!

kız kulesi kısmında tartışmalar bir derya deniz (cümle içindeyim fiyu). o başka...

... ama batırılması muhtemel yerler arasında ankara kalesi civarı da yer almakta. mimarlar odası her ay haykırsa da i.melih'in (3 dönemdir kutsanmış sultanın, "rüzgar nerden eserse essin yelken şişir, oğlunu yağla" imparatorunun) o dergiyi okuduğunu sanmıyorum. odtü mimarlık ekolüne 1980'den sonra ne oldu bilmiyorum (ki o dönemi de annemin arkadaşlarından biliyorum); ama ankara genelinde bi "elleşmeyin yürüyüşü" yapabilirler. gerçi o hilkat garibesi tiftik keçilerinden sonra bi şi yapmasalar da olur... ya da harikalar diyarı... ya da atatürk kültür merkezi. felaket bi bina, felaket. keçiler kadar olamaz. ama odtü mimarlık nerde? şehir planlama nerde? amca öğrencilerini örgütlemeyi niye hiç düşünmedin?

bi de dış cephe boyası düzenlemesi olsa artık şehirlerde. nil yeşilinden patlıcan moruna, bok renginden bebek pembesine her renk bina mevcut. yok kafam kadar nazar boncukları, zıplayan yunus tasvirleri falan... ne bu yahu? şehir bölge planlama öğrencilerini işe alsa belediyeler? hani değişiklik olsun diye. kişiliksizlik abideleri. kırmızı binaya pembe balkon sıvası. yeşil binaya kiremit rengi kolon. n'oluyoruz?

istanbul'u istanbullu öğrencilere emanet ettim. anladınız siz. annem de dahil.

sanırım en fenası kapadokya gezisinde gördüğümüz pimapenle kaplanmış eski rum şaraphanesiydi. annem ve arkadaşı ufak bi krizin eşiğinden döndüler... aa yok, nevşehir'in göbeğinde, peribacalarına komşu o TURUNCU (ki o kadar cart bi turuncu seçeneklerde yok) kolej binası ve sevgili rehberimizin "ve sağda 1980'lerden fırlamış kaçak bi bina görüyoruz, yuhalıyoruz, biz bıktık; ama onlar yıkmadı" cümlesi daha ağır etkilemişti.


yok yok şimdi hatırladım... başa sarıcaz biraz ama... bkz şekil 1-A: tamamı kırmızı; ama balkonları sarı olan binayla onun yanındaki tamamı sarı; balkonları lacivert bina... GS ve FB komşuluğu. nevşehir'den yine.
annemin arkadaşı otobüs camından
- biri dış cephe boyası satışını durdursun!!! diye bağırmıştı.

sahi belediye diye bi şi var di mi? yönetmelik tüzük faso fiso.
ankaradakinin tek fonksiyonu havaifişek. yani ben öyle biliyorum son 11 yıldır. her gece fişek fişek sağolsunlar.bi de en son bi kuğu girişimi olmuş sanırım. gerçi ankaranın sembolünü nasıl camidendönmeatakule yaparız çabasını anmamak olmaz-- belediye meclisi hayır dediği halde mührünü kağıda vuran ve meclisle mahkemelik olan bir i.melih.

istanbul desen... niyeyse aklımda "güleryüzlü temiz şişli" yazısı altında dizime kadar çamura bulandığım günler, "büyükşehir çalışıyor" yazısına karşı ana avrat söven amcalar var. hoş istanbul belediye başkanvekili'yle tanışmıştım, çok çalışkan, çabalayan bi insandı; ama mesele bu zaten... çaba bilgi demek değil. çaba bazen yetmiyor. bazen bir bilene sormak gerekiyor.

yani kimse "bu şehri batıralım" diye başlamıyo ki. işin fenası onlar "güzelleştiriyo".
mine kırıkkanat'ın bi yazısı vardı, izmir belediye başkanı Ahmet Piriştina'nın ölümünden sonra...
"estetik kaygısı olan başkan" demişti. "o yüzden yeri zor dolacak"...
adam izmir'i güzelleştiren belediye başkanı diye tarihe geçti yahu. ne acı. van end onli.
bu zor işte.

dökme betonda yapılmış zıplayan tiftik keçisi heykeline bakınca müthiş bi güzellik görüp kuğulu park'taki heykelden tahrik olan bi zihniyet rica edicem bi başkentin estetiğine karar vermesin. ahmet haşim'den çıkıp gaudi'ye doğru savruluyorum.

bu arada, o ankara ki başkent.
ankara kalesi civarını gezmek, sulu han'da dolaşmak güzeldir. kalede yürümek en güzeli. i.melih'in doğalgazda tekel ilan edip acımasızca zam yaptığı, bi yandan da el altından kaçak kömür satıp şehri kahverengi bi buluta boğduğu günlerde tek güzel şey seğmenler parkı'ydı. el attı tabii; çankaya belediyesi direndi. yoksa eminim yeni bi kültür sıçmığı kondururdu oraya.

ironiye gel, koşarak gel... adam kültür kompleksleri inşa etmekte. "faaliyet nedir?" derseniz, kaput. binalar ölü doğuma adanmış anıt mezarlar gibi. atatürk kültür merkezi ankaralı için "akköprü'den önceki metro durağı" değil midir? arada bi hediyelik eşya fuarı... daha ne.

mimarkızı.
restore edemiyosak hakikaten bırakalım dağınık kalsın yahu. evla.

30 Mart 2007 Cuma

tatilim var napıcam bilmiyoruuumm....

diyorsanız...

hizmette bilgide sınır tanımayan deryik gururla sunar :

Türkiye'nin UNESCO tarafından korumaya alınmış yegane "biyosfer rezervi"....
UNESCO listesine 2005'te eklenen 23 yerden biri...
ayısı var arısı var. binbir renkli balı var.
farkında olmadığımız gururumuz...

Camili/Macahel.

Türkiye- Artvin- Borçka- Macahel. Gürcistan sınırı.
hem siz zaten hep karadeniz'e gitmek isterdiniz, di mi?
Camili ayrıca kuş gözlem istasyonu ve tarihi efeler köprüsü'yle de cazip.

e hadi madem. kaldırın o muhteşem kabaetinizi, biraz yürüyüş yapsın. biyosfer rezervi olmak kolay değil, binbir kıstası var, ben duyunca sevincimden havalara uçtum. zaten ya artvin ya antalya olurdu, artvin'i seçmişler, tahminimde yanılmadım.

valla değecek yahu. nedir yani, binin bi uçağa...

üşenmeyip gürcistan'a devam ederseniz artı puan.
gece yıldızları gördüğünüzde beni hatırlarsanız kocaman teşekkür :)

bölge halkının ekoturizmden gelir elde edilebildiğine ikna olması lazım, sahiplenmesi lazım. zira henüz bu biyosfer rezervi (türkçeye gel) işi pek matah bulunmamakta. tanıtım bilgilendirme yine bebek adımlarıyla olduğu için...

e siz hala tıklamamışsınız ama...

atillaaaaağğğğh!!!

atilla atalay. her atillaseverin dediği gibi: "sıdıka değil, kısa öyküleri. sıdıkayı da seviyorum ama..." sıdıkayı tvlere yar etti ya... ama biliyorum ben, "bir demet tiyatro"ya çok küstü o. ondan. ama gerek yoktu ki. biz pencere önü çiçeğini öyle seviyoduk. hani tek geçtiğimiz öykülerin yanında gelen biricik göz ağrısı değil miydi sanki sıdıka? okurları yeterince sevmedi mi? yanlışsam gel yüzüme küfür, di mi ama?

speşıl tenks tu: QM. aklıma getirdi.ve gugıl tabii ki... bakın ben ne buldum:

mikilere tıklamaca!!!

HEP BERABER:
civciv şeklindeki mikiye delice, öldüresiye tıklayın lütfen. sonra ordan hop! "kırılan"a zıplıyoruz.
sonra yılmıyoruz, ropörtajlara tıklıyoruz (delice öldüresiye), sayfanın sonunda ayşe arman'ın alıntıladığı biricik öyküsü var, AYGAAAAAAAAZZZZZZZ diyor, okuyoruz.

fincana tıklıyor ve 'delirmeler'ini okuyoruz.

delice ornitorenk'i arıyoruz. Minö'yü. MMM. ebekulak'ı.... Ah ebekulak. arapsaçı.
mavi gözü napıyoduk, üstümüze mi örtüyoduk? deli fedime. ayşecik.

HELE öpücük balığı... bu dünyada insanlar ikiye ayrılır: öpücük balığı'nı okuyanlar ve okumayanlar. okuyanlar da ikiye ayrılır: kıymetini bilenler ve bi bok anlamayanlar.

"fintasfenkinör"ü, "fok vardı bi de kuş"u gugıllarsınız di mi?
yüce ninja baturalp dinçdarı konusuna girmedim, farkındasınız. apartman teyzesi.

fintasfenkinör.
şu an ellerimi çırpa çırpa "daha fazlasını istiyorum hemen şimdiii" sevinci yaşıyorum. elimin altında menekşe istasyonu'nun ilk baskısı var: buruşuk, kırışık ve ortaokul öğrencisi.
benim de saçlarım kısacık, dost kitabevinden mutlu mutlu eve koşuyorum.



vurpatçaloy.

ay pi no oh yoo

ip no kadar saatlerce üstüne geyik çevirebileceğim bi şi yok yahu. var var, gugıl; ama bu da güzel. misal, hepiniz birer ip nosunuz. ben de öyle. ip noyuz biz. trackerların gülü. hoş, evinden bağlanmayan insanlar daha bi gizemli olabiliyo... ip no yeni nikimiz.

tracker da enteresan bi şi, hangi şehirden kim gelmiş diye bakarken "devlet, turkey" yazısı görmek, irkilmek.. ya da "maliye, turkey". aynı hesap. devlet gelmiş kimbilir ne görmüş. heheyt maliye.

nedenini bilmiyorum; ama Gouda olarak çıkmakta bağlantı yerim, hayır efendim size eski bi kaşarın içinden seslenmiyorum; ama La Hey olamadım henüz. server duy sesimi.

ya da mesela "bak bakalım şu ip no gelmiş mi sana da?" denemesi: gelmiş yahu, gitmek bilmemiş. hatta komik bi şekilde kendini belli ediyomuş, eğlenceliymiş yani. ya da hastalıklı mıymış? esta esta... haşa. günün her saati, ısrarla ve alakasız da olsa gelene git demeyiz tekkesi bu. buyrun gelin, merak edin ve arayın; bulacaksınız. sırra ereceksiniz. zira ne demiştik, aramaya inanmak. ben değil miki dedi. hani bari linklere tıklayıp gelmeyin kuzum, bu da böyle bi kopyam olsun. oturup ip no takibi yapmıyorum zira, gözden kaçarsınız... ama kimi de kör göz parmak. cık cık. sonra nedir, "gelmiş mi?" "gelmiş". hiç eğlenceli değil, hemen buldum.

çok nadide süperdorm ısrarla "burdur, boğaziçi" benzeri tuhaf bi ikiliyle çıkmakta. bütün boğaziçi de olabilir... niye burdur? hayırdır? burdurlular ve proxy ayarları gizemini kim çözecek?

bi de ısrarla gugıllayanlara: evet kız arkadaşıyım, o yüzden cümle içinde geçiyo.
saygılar sevgiler. kısk an be an. paranoya. paran, oya. oya paran düşüyo. oyaa.... paran!
oh be.

türkiye istatistik kurumu'nda (ya da yeni adı her ne ise orda) mesai saatinde blog gezen insanlar halen, ısrarla var. beni aylarca süründürdüğünüz, en basit satın alma gücü paritesini bile hesaplamadığınız saatler (ne saati, tam 3 ay!) boyunca elmyra derdinde olduğunuzu daha önce deşifre etmiştim. garezim sonsuz, akrep burcuyum, yarışmacı arkadaşları sırtından bıçaklarım. saygılar. işinizin başına dönün şimdi n'olur. halk sizden grafik bekler, sayı bekler. bi de illere göre satın alma gücü paritesini artık hesaplayın, imanımız gevremişti. azıcık da hızlanın, 1 yıl sürmesin. aaa...

ben bugün galiba bi 50 sayfa okudum. gece 11'e dek, sonra surinam makarnası.

manasızca merak eden varsa: gana, güney afrika ve hindistan'dan örneklerle kaynak paylaşım sorunlarının analizi.. ayrıca çölleşme, yıllık yağış ve orman yapısındaki değişimlere dair bilgilerin çarpıtılması/ yönlendirilmesi/ yanlış okunması, edinilmiş bilginin ve kolonileşmenin bilime etkisi, yerel bilgi, kaynak mı kıt ben mi vesaire vesaire... ööööö yani. öğh. kaç aydır aynı terane, bilmiyorum. daralç.
bolca çay. sonra işte....

günlerden perşembe mekanlardan paters içkilerden bira müziklerden puerto rico.

yazının en başına dönersek: google'ı "gugıl" logosuyla görmek istiyorum. nokta.

hatta ünlü bi latin düşünürün dediği gibi:
besos nena...

29 Mart 2007 Perşembe

3T

tavşan kanı bi bardak çay için neler vermezdim.
demli olsun yahu, simsiyah olsun. şekersiz. damardan.

demlik al, çay bul bik bik.. o diil işte.
tahta tabure, tavla, tavşan kanı.
3 T.

kısk an be an

kıskanmak herkesin her gün yaptığı bir şey. "yok ben kıskanmam" diyene inanmam, inanamam. ben çok güzel kıskanırım mesela, tadından yenmez. bazen anlamsızdır gerçi... yok yok çoğu zaman anlamsızdır. zaman-mekan göz etmez, hani artık kıskanmıyosam ne mutlu o insana; zira arkadaş sevgili eş dost aile çanak çömlek sınırım yok. fena... değil aslında. fena değil. çok bi arıza çıkarmadı şimdiye kadar bu hal. genelde bi köşede sessiz sedasız kıskanırım.

ama mesela kıskanmak, asla bi duygu ölçüm aracı değildir; hislerinizin mezurası kıskançlığınız olamaz. zira kıskanan, kıskandığı nesneden bağımsız bir kıskançlık taşır, bi hedefi olmasa da olur. bu arada, kıskanmak fiili "hasetinden çatlamak, abartılı bir imrenme" olarak değil "kıskanırım seni ben, kıskanırım kendimden" olarak kullanılmaktadır. bilmem açıklama gerekir mi?

kıskanmak hak iddia etmek, zimmetine geçirmek değildir. zira kıskanıyoruz diye tasmalamıyoruz efendim, haşa. kıskanmak manasız olduğu bilinen ve kabul edilen, sanki derinde bi yerde kaybetme korkusu taşıyan bi tuhaf hissimizdir. onu da öyle seviyoruz. dillendirmeyebiliriz, daha makbul.

kıskanılmak kişiye bağlı. alakasız birinin sizi kıskanması kadar abuk bir durum olamaz. hadi sevdicek kıskandı diyelim, onun da bi ayarı var di mi der keser atarız icabında. "ben kendi çayırında hür koşan atım, ne kıskançlığı?" demiyorum... kıskançlık dillenince feci bi şekilde böyle insanın üstüne üstüne geliyo. "höyt noluyoruz"culuk başlıyo. yok sen bana güvenmiyo musun'lar uçuşuyo. hahaha ne alakası var, zaman kötü canımın içi, ben etrafa güvenmiyorum... incik boncuk derken "dilim kopsaydı da bi şi demeseydim"e varıyo insanevladı.

...ya da her seferinde küçükminiksevimlişakacık kıvamı cilveleşme aracı yapılıyo, fena. onu da sevmem. kıskanmaktan kötüsü kıskanıyo gibi yapmaktır, hazzetmem. dan dun kıskan, daha evla. kıskançlığın hal çaresi nedir bilmem... bekle geçer belki. hem biz hastalıklı bir takıntının tedavisinden değil, insani bi duygunun geçiciliğinden bahsediyoruz, di mi? ağır vakaları türk hekimleri incelesin.

kıskançlığın güzeli birey birey kafayı yediğimiz anlar. kıskançlık zira, harekete geçmeyen, hastalıklı olduğunu bildiğimiz için dillendirmediğimiz bi küçük kara böcük. böcek bile diil. o böcüğü seviniz, sayınız.


Sanırım görmediniz;
Şimdi şuradan geçti.
Yazık görmediyseniz,
Böcek gibi güzeldi.
ö.a.


tempo dergisi rakı için "tekerlekten sonraki en büyük icat" demiş ya...
"vapur ne o zaman?" derler adama.

28 Mart 2007 Çarşamba

aa bak pınar napıyo!!!!

pınar bu. yapar!

duyuru.

hep destek tam destek. anladınız siz.

iki miki

saat 1 buçukta uyanmak artık abartmak demek... insaf yahu. dün "karaciğerimi böbreklerimden daha mı çok seviyorum acaba?" diye düşündüm. nedense bira böbrek, şarap karaciğer demek benim için. sakın bana uzun uzun anlatmayın, biz de aldık o protein sentezine kadar biyoloji derslerini, bu hissiyat tamamen duygusal. his zaten, duygusal olsun yani. komik cümle. placebo etkisine inancım tam. neyse, "tek böbrekle yaşanır, karaciğerden vazgeçilmez" mantığıyla biraya abandım. çok da abanmadım aslında. bilmem. yandaki foto da görece eskidir, ona göre yani.

ben bira sevmem. her bira içişimde söylüyorum. bira sevmem; ama bu "bira içmem" demek değil. alışılır. ucuz oluşu artık bi etken değil, zira bana "şarap mı istiyosun bu bizden olsun" diyen şeker bi barım var biliyosunuz. bira sadece diş ve dudak karartmayan, insanı aniden çarpmayan yapısıyla aramızda. faydacı zihniyet. yoksa şarabı seviyoruz tabii. aa, votka başka. o bizim kıymetlimis.

dün o kadar çok saçmalayacaktım ki kendi kendime gülüp "yok artık" deyip vazgeçtim. saçmalamış kadar oldum yani.

çok kayıp bi gün, çok ayıp bi hal.
ders çalışılacak.
hava güneşli ışıyo galiba. saat iki buçuk. ders kim ben kim. kahvaltı: çarliston biber, zeytin, peynir. acilen yemek yemeliyim. sınavım var. Hem daha bir sürü şey yazılacak, metin analizi falan yapıcam yahu... bi de sanırım tanzanya'daki bi çevre sorununu yazıcakmışım. bi de çocuk işçiler ya da mikrokredi. karar vermedim. toprak reformunu seçmiycem, o kesin... üç etti mi? etti. uff. oku. tez lafı etmedim henüz, farkındasınız. vahiy bekliyorum.

sokakta sallanan sandalye bulmuş olmayı seviyorum. kahvaltıdan sonra uzun uzun saç yıkayıp duştan çıktığım anda yine acıkmış olmayı hiç sevmiyorum. mor ve kırmızıyı birlikte çok seviyorum, patlıcan moru ve kan kırmızısı... bıçaklanmış bi kral gibi. sarı ve turuncuyu görmeyi seviyorum, giymeyi değil; güneş rengi ama iyice soluyorum. yeşili teknik olarak sevmem gerek aslında; bi sorun var çözemediğim, bi türlü giymiyorum. aa: cami yeşili ve yaprak yeşilini sevmiyorum, kopkoyu olsun. defnegözüyeşili. bi tek mavi var her zaman hoş gelen, her tonuna tavım. bi de şey, begonvil rengi keza, kimi fuşya da diyo; ama değil... siyah yahu esas, gerçi mevsimi değil. beyaz da işte... neden olmasın. gri de güzel bi rengimizdir, bazı gri çok kişiliksizdir bazısı koyudur, sevilir. kahverengi ise ceket ya da güneş gözlüğü rengi bi renktir. pembe arada bi, yazın olabilir. bej kibar bi sarıdır, bana hiiiç yakışmaz. bordo muhteşemdir. bu paragraftaki renk isimlerini farklı renkte yazma dürtüsünü gereksiz bulup savdım. hem renk seçenekleri arasında begonvil rengi yoktur kesin.

bu ne saçma, ne gereksiz bi yazı oldu yahu.

günün şen haberi

tabii ki karanlık'tan... tabii ki bir ilim irfan haberi.


oy oy.

27 Mart 2007 Salı

küçük kuş minik kuş



efendim minicik kuşları sevmeyen yoktur. serçe merçe derken ben depreştim, sinek kuşunu hatırladım, aradım buldum koydum. hani şu bozuk para kadar olan kuş. sonra bi anda iş çığrından çıktı, 5-6 saat kadar kuş izleme sitelerinde gezindim, peruya gitmek için bi de minik sebebim oldu(bkz ilk foto). sonra uzunkuyruk'u buldum... hayata bi daha gelirsem kuş izliycem. belki de geç değildir, başlanabilir. ankara'da şahin görüldüğünü biliyorum... gerçi ben en minik, en renkli ispinozları tercih ederim. Bizim kampüs ispinoz kaynar mesela.
ufaktım miniktim, nerden geldiğini bilmediğim bi "kuş cinsleri" kitabım vardı. dişiyi ve erkeği ayırt etmek için... resimli. oturup serçelerin cinsini cibiliyetini anlamaya çalışmıştım, kır serçesi dağ serçesi kar serçesi vs vs. kaldı öyle. halbuki neler kaçırıyorum yahu.

şimdi size bi öbek güzelleme koyuyorum buraya, en alt sıra sinek kuşu... üşenmeyip tıklayıp büyüteceksiniz. zira zavallı template'i kaplamak üzereyim kuşlarla. duruyorum.

26 Mart 2007 Pazartesi

dondurma istiyorum!

vadi zambağı kokusu güzel.
alt ön iki dişi çıkmış çinli bebek gülümsemesi güzel. hele el sallıyosa harika.
salatalıklı dove en mutlu koku şu ara.
montsuz yürümek inanılmaz. hele parkta oturunca üşünmüyosa sahiden inanılmaz.
"güneş gözüme giriyo" şikayeti şaka gibi. güzel.
"elbiseler nerde, nerde etekler" deniyorsa vitrine, zamanıdır.

parkta kafası dumanlı, eli biralı adamla konuşan tek kişinin o uyuklayan türk kızı olması güzel. adam yanına oturdu diye irkilmemesi, istifini bozmadan güneşlenmeye devam etmesi-- hohoyt çok güzel.

yavru ördekler en bi kuğulu park hissiyatı- güzel.

"sen güneş kokuyosuun!!" diyen arkadaş günün en güzel sürprizi.

bahar mevsimi bugün itibariyle geldi. gördüm.
aa bağlantım da düzeldi, bu arada... bu da harika.

bi tek işte, bu şehirde hiç serçe yok. o bi tuhaf. napalım. olduğu kadar.


(uzaklardan edit)
sen bir şahinsin ben garip serçe
attın kalbime demirden pençe

bi de insider info: H&M Türkiye nisan ayında istanbul'da açılıyo. böyle de bi tüketim toplumu bilgisi veriym dedim. ayrıntı: zaten tüm pasajlarımız H&M ürünleriyle dolu, yağmalamayın...

25 Mart 2007 Pazar

saklam

saklanabilmeyi çok isterdim. teknik olarak mümkün, uygulamada çuvallıyorum.
bi de saçmalamamayı çok isterdim. bu da aynen. belki teknik yetersizlik de vardır, bilmiyorum.

der?



der-yik. der? orda mısın der?

der-yiiik?

yik hecesi böyle kuyruğunu kıstırıp viykleyen yavru köpek edasında... ve benim şekil 1-A'da sevgili sadidas'ımızın çizdiği gibi dans etmemi sağlayacak bi dizebağlanasıdiskmen'im de yok ki. der? duymuyorum evet.

ben şu an görünmez değil de... bakılmaz olsam. bakmasa insanlar bi süre, aramasalar beni.
cep telefonu komik bi icat. "batarya zayıf" diyo. ve son gücüyle ışıl ışıl bi uyarı çakıyo bana. madem zayıf, madem son demlerin, idareli kullan di mi? hiç işte.



tesadüf diye bi şi yok hayatta. söylediler mi bilmem. haliyle geçişmek diye de bi şi yok. yani tesadüfün tersi geçişmektir ya hani... ikisi de yok haliyle. öyledir di mi? şekil 2-A. stabil. durağan. neyse işte. diskmeni olmayanlar yogası.

ağız şapırdatılmasına tahammülüm yok. napiym. "ağzını kapaağ" diyebilirim. ağız kapalıyken şapırtabilenleri de inceler, "yemeği arka dişinle çiğne, damağına sürtme" falan... demem yahu. aklımdan geçer sadece. fena. "ay yeme bırak, allah cezanı versin" teyzesi olucam 60'ımdan sonra. menapoz sonrası gelişmiş bi yelpazelenme tikim olucak bi de.

psikolojik destek ünitesi der. der-yik. "e peki sonuç?"
sonuç, sonu olan şeylerden kıssadan hisse çıkarma hissiyatı yaratan uyuz bi kelimedir. sevmem. ben sonuçlara varmam. varamam zaten.
varabilsem saklanabilirdim, gidebilirdim. teknik bi şi yani. uygulamaya da yansıyo istemeden.
varmak gitmek.
c'est ça.


bu da kırmızı beyaz siyah bi yazı olsun madem.

üç yüs dört yüs

300 denen filme gidildi efendim. kapkara pers askerleri karşısında bi durup düşündük tabii... sparta sparta olalı böyle efekt görmedi. yani tamam, "bu bi film, eğlencelik izle, hollywood işte, efektlerle bi konu üzerinden hava atılması" denebilir. "bu film tek bi odada bi bilgisayarla yapılmıştır, çekilmemiştir" denebilir. ama bu filmin ırkçı olduğu gerçeğini değiştirmez. spartaaannn!!!! spaarrrtaann!!!

hayır efekt koyacaksınız anladık... tamam. Homer'i mezarında ters çevireceksiniz, o da tamam... bari o 6 baklava her askerde aynı olmasın. kopi peyst olmuş. ayrıca çin maskeli samurayların pers ordusundaki rolü de düşündürücüydü. film boyu pers askerlerin yüzünü bi kez bile görmezken spartalıları kasıklarına kadar tanıdık, o da ayrı. ırkım ırksın ırk.

bi de o Xerxes bi nedir. "he was a little tall" diyerek "bunu mu gördün anca" krizine soktu bizi arkadaş. fiyuu yani... ah oryantal oryantal. haremi bile var. kaldı ki bu filmde star wars'tan emperor, yüzüklerin efendisinden gollum bizlere göz kırpmakta. çok eğlenceliydi yahu. gönderme falan değil, doğrudan çırpma. Bi kez daha cüneyt arkın'ı saygıyla andım. adam en azından "300'e bi milyon" oranından daha gerçekçiydi. terliyodu, göbekliydi falan. o kadar dövüşten sonra tek bi çiziği olurdu yahu.

salonun tek vücut olup birlikte gülmesi, 4-5 ayrı dilde yuh çekmesi ve "go boy" şeklinde ıslıklaması tamamen sıkıntıdan ve dehşete düşmüş olmaktan kaynaklanıyo.

aklımızda kalan nedir, üçyüs dörtyüs üçyüs dörtyüs temposuyla müzik yaptığımız eski ve güzel günler. önden ikinci sırada izlemenin verdiği boyun ağrısı ve gelecek filmler. bi de uzun uzun yapımcıya "bi arapla bi pers arasındaki 10 farkı bulunuz" testi yapma dürtüsü.

ay ama sonra jazz jazz... bi bira kadar. sonra hop! marisol'ün mandalinası varmış. bu kısım güzeldi tabii.

velhasıl, aylık sinema kartı olduğu için her filmi bedava izleyen biri olarak şımarmış durumdayım, gittim gördüm. gerekirse hollanda dilinde minimoy bile seyrederim, koymaz. maksat arsızlık. ama siz, bu parayla 3e kadar sayıp TV'de gösterilmesini bekleyebilirsiniz. di mi ama?


oto-dürtük mekanizması olsa,
ders çalışsam...
cık ama.. kriket maçı var.
kriket kroket değil, karıştırmayın oyunları.
kroket alis'in harikalar diyarı'nda kraliçenin kartlarla oynadığı.
tek bi kriket maçı eskiden 5 gün sürüyomuş.
7 saate kısaltmışlar.
şaka değil.


ve playlist der ki:

Nina Simone- I Ain't Got No (I Got Life)

23 Mart 2007 Cuma

rüz garı

gidelim burdan krizlerimin bi yere varmadığını öğrenmem çok zaman aldı. deneme yanılma süreci. insan giderken kendini taşıyor canım. bakınız etrafımdaki dilden tek bi ses bile anlamıyorum; ama hiç yabancı diil artık.

aç parantez. dün toplamda 6 saat dansettim. özlediğim kadar dans ettim. "kent taç dis" kıvamı 90lar şarkıları çaldı (listeye eklemece), onlarla bile dans ettim. doğal yollardan salsa öğrenme hallerini seviyorum. o dumanaltı jazz bardaki porto rikoluların müziğine ise bağımlıyım. kapa parantez.

ben gitme fikrini niye seviyorum acaba... yani kolay gidebilen biri değilim; aksine çok özleyen biriyim. anı biriktirmece. ben hatrımdaki kareleri seviyorum, insanlar olaylar yıllar... her şey tek bir kare oluyor. sonra bazen o kare tekrar yaşanmış oluyor, fark ediyorsunuz, acıtmıyor. güldürüyor. barışçıl yani.
ama mesela ilk kez, ilk kez, o devasa fooğraf albümüm yanımda değil. ve ilk kez dün "çocukluk fotoğrafın var mı yanında" dedi biri, öyle fark ettim. albümümü bırakmışım. nasıl olur yahu? sim hanımla "yeter taşıma" krizi yaşadık evet, fotoğraf dediğin dicıtıl bi şi oldu, evet... ama ben nasıl bırakırım o albümü? nasıl 7 ay sonra anca fark ederim?

neyse, gitme fikrini seviyorum galiba. hareketi değil.



şu aralar panama'ya gitmeyi çok istiyorum. nedense latin amerikanın en cıvık, en net, en art niyetli, en muzur ülkesi gibi geliyo. hayır, panamalı arkadaşım öyle değil. hem panama kanalı boğaza da benziyo biraz. git deryik git. hem bana "6 ay cangılda yaşar mısın, bi proje var hükümet destekli" dedi. 3 kişiye dedi. atladık "evet" diye. 6 ay cangıl. neye atlıyorum yahu? bi yandan "defne büyürken yanında olsam" krizi bi yandan asla hayır diyemeyeceğim bi teklif, içimi titretip rüyalarıma giren... bu yaz araba kiralamaca, hırvatistan, yunanistan, belki sırbistan, türkiye gezmece. nıhaha. sim hanım "inter raile çık" diyerek ara gazını verdi. sorunsuz olucak umarım. bi araba dolusu gezicez. git git git.

ve lakin şimdi gidip bi sandviç yiyebilsem, bu da bi adımdır.
hava o kadar rüzgarlı ki.
fazla rüzgarlı.
bi de ben saçlarımın kocaman bi yele, pelerin gibi olmasını seviyorum. o kocaman hacmi seviyorum. hıh işte. altı bukleli üstü düz saçımı seviyorum. artık.

22 Mart 2007 Perşembe

eğer ilkokulda olsaydım, Aysel örtmen eşsesli sözcük örneği isteseydi, metin ve şık derdim. şimdi aklıma geldi, içimde kalmasın. fiyuu amma havam olurdu yahu, millet gül, el falan diyoken... geç kaldım.

pullu kemer

saat 4. niye ayaktayım bilmiyorum. biliyorum aslında da yani, düşünmeyeceğim şimdi.

hannibal rising. olmamış diyor, bana böyle star wars taklidi şeylerle gelmeyin diye ekliyorum. utanmasalar sonunda "to be continued..." yazısı koyacaklarmış. ayrıca gamzesever bi insan olarak ilk kez ürkütücü gamze nedir, nasıl insanı katil gösterir, anlamış oldum. gözün hemen altında kocaman bi yara izi gibiydi. ececiğimin muzur, gizli gamzesi gibi değil... gamzesi korkuttu adamın yahu. yani hikaye iyi güzel de, sonu bi abuktu. evet, gözümü kapayıp parmaklarımın arasından baktım.

vichy extra hydrant ya da neyse adı işte... kokusunu nerde olsa tanırım. su bazlı nemlendirici, fazla kuruyan hassas ciltler için. insan beyni kokuyu hatırlıyor. kokuyla hatırlıyor. ne komik. her şey gitsin; ama koku kalıyor. H&M bi vücut kreminde bu kokuyu kullanmıştı mesela, denerken bi anda irkilmiştim "aa bu koku" diye. hayır, almadım o kremi.
bi de sabuş'un evi hep kızarmış ekmek kokar.
bi de tütün-kahve-çikolata kokusu var. oo fena.
parfümünü bile yaptı adiler, en fenası. anladın sen.

bi de benim kokum var... magnetism. adı ne iddialı di mi? ama hep benimle o. "derya kokuyo burası" deyince insanlar çok seviniyorum, mina "sen koktu dün, özledim çok" dedi geçenlerde. nilüfer bi gün "ben öyle herkese koku hediye etmem, koku hediye etmek tehlikelidir. hem o kişinin kimliği olan koku üstünde hak iddia etmektir, hem de daha tehlikelisi... o kokuyla o insanı hatırlamaktır. seçici olmak lazım" demişti. nerden geldi aklıma bilmiyorum. bu koku da hediyeydi, ordan belki. nilüferden değil gerçi.

bi de ben bugün renk renktim ya... çiçeklerim, kelebeğim ve kuşum bile vardı. mor,mavi, yeşil, sarı falandım... derken dolu yağdı.
dolu yahu. bildiğin dolu.

bi de: pakistan kriket takımının koçu odasında ölü bulunmuş, cinayet. şu an dünya kupası maçları sürüyo. kriketin dünyadaki yeri hakkında aydınlandım. tek bi maç 7 saat sürüyomuş! beyzbolun atası bi spor, kroketle karıştırmayın. sri lanka şu an birinci sırada devam ediyo, hindistan maçı biraz kritik. maçlar jamaika'da yapılıyo. çok pasif bi spor yahu, oyuncular birbirini gırtlaklamıyo, ala. sevdim; ama sıkıldım tabii biraz. 90 dakikada bunalıyorum, insaf.
adamı zehirlemişler yahu. bok yoluna niyazi resmen. kriket garezi.



yarın dokuz sekizlik.
pullu kemer.
sonra itinayla adam kaybedilir:
gidelim buralardan.
şans talih kader kısmet 5 cent.

21 Mart 2007 Çarşamba

80liler sobelemecesi

efendim tuğçe hanım "geliyoo geliyooo" diye duyurmuştu zaten... baştan ebeleyelim sobeleyim: ikinehir, karanlık, baarım. tuğçe alf'i koyarak beni benden aldı :) 1990'da 6 yaşındaydım, haliyle 1999'da da 15... ona göre okursunuz efenim. buyrun bana verdiği hissiyat 84lü olmanın:

abla olmak. 1992 itibariyle.

taso. istanbuldaki dolmuşların eski geniş amerikan arabaları oluşu. star tv'nin ilk yayını. kanal 6 ve HBB. blue jeans ve hey girl!. feci halde ipek ongun.transformers. voltran. Grup Vitamin. süper fm. ayna ayna çelik ayna. ankaraya taşınmak. oya bora. ezginin günlüğü. yeni türkü. biiir başkaaa gece. hadi anlat bakalım, hadi hadi durma anlat. levent kırca. soket: hatta "yeni neslin soket nedir bilmeyişi" konulu bi konuşma olmuştu sanki. şeker kız kendi. özel cips kola kilit. "saatler 15.20'yi gösterirken Tarkan'dan geliyor, dön bebeğim...". Atilla Atalay. Ankaralılar (yoo hayır, tedliler) anlayacaktır: hüdaverdi, manolya, caretta. istanbul'u özlemek. e-mail adresi sahibi olmak. internet. CD değil kaset. USB diil disket. defter kaplamak. tikky kalemler ( tikky lafının kökeninde yatan). hacılamak. kurt cobain. ace of base. backstreet boys ve spice girls. metallica. parmaksız eldiven. TRT eli işi saati. bi alışveriş bi fiş. masalcı teyze. Çocuk kalbi okutan deli öğretmenler. doğan kardeş. ali desidero. izel-çelik-ercan. fayton. street fighter ve mortal combat. ah tabii ki tsubasa. karate kid serisi. nedense bolca erbakan ve yalanışı. fame city'deki oyun parkı. CLEMENTINE. carmen sandiego nerdee.. Cine5'in şifresini kırmaya çalışmak. tutti frutti. koşan adam mirkelam. asker potalına fosforlu yeşil/ pembe bağcık. ikisi farklı olucak ama. dedektif gadget. bissürü rozet takmak. bilmemkaç katlı, otomatik kalem kutuları. televole'nin ilk yayını. bir imaj çalışması olarak seden gürel: bum bum bum daldan hop dala uçtum. "devlerin aşkı" derken bile çıkarmamıştı. şimdi toplatmış internetten galiba. big bubble sakız. cam şişede su.

gider daha böyle... çok da bi şi gelmedi ya aklıma... video gelsin madem. izel'den hasretim.. tüm sevenlere için geliyor ve DJ bülent'ten...

türkiye nevruzuyla geriliyor

yok yok kutlayamayacağız bi türlü. çok enteresan bi milletiz yahu. her sene mi ısrarla "kavga değğğil barış günüüü, gün çiçek günüdüüürr" denir? yahu öyle işte ama kürtçe barış ne demek bilmiyo ki bizim cumhurbaşkanı mesela. nevruz mudur newroz mudur, biz adında bile niye anlaşamıyoruz?

şimdi bakınız sol tarafa... TSK düşünmüş düşünmüş, sapsarı bi kız çocuğunu uygun görmüş elinde bi çiçekle. tamam belki ben bu ara metin-fotoğraf analizi diye cozuttum, olabilir... ama önde bi sarı arkada bi sarı, sanki allahım alplerdeyiz heidi'yle buluşucaz, ki kendisi siyah saçlıdır, sayılmayabilir. yani sözlüklere girmiş "küçükken sapsarıydım ben sonradan saçım koyuldu" krizimiz var mesela. kompleks de denebilir. (al ben de sarıydım, ama 47 derecelik yazlar yaşarsan pigmentlerin seni korur, zaten genetik olarak imkansızdı o kadar sarı kalmam). biz asla esmer olmayan, koyu kumral kalanlarız. iki sarışın çocuk (ki evet, sarışın kürtler vardır; ama TSK bunu bilmemektedir, onları inceliyoruz biz şu an), erkek niyeyse okul üniforması giymiş bi tatta, kızımız "huzur barış ve sevgi" getiriyo... böyle bi masumiyet, "çoluk çocuk var, galeyana gelmeyin" mesajı üstü gözlerini kocaman açıp "baarrıış huuzzuurr sevgiiii" hipnozu yaratan bi afiş. biz asla ateşten atlamayız, ayıp. bugün çiçek günü. kimse zılgıt çekmiycek, estağfurullah yani. neyse diyeceğim şudur ki, hıdırellezle nevruz arasındaki 7 farkı bulunuz. biri balkanlarda ederlezi olur, bregoviç söyler coşarız, biri newroz olur yasaklanır.

ama işte bizim böyle bi... "nevruz binyıllardır bu toprakların, balkanlardan orta doğuya uzanaann" cümlesiyle bile dışlama sevdamız var. bu "kürtler kendine pay çıkarmasın canım, hititlerden beri kutlanıyo icabında" krizi. hani sanki biz daha eskiyiz mi nedir? yani madem barış kardeşlik bayramı, cumhurbaşkanı, TBMM başkanı neden "dolduruşa gelmeyin" diyo yahu? bu "mor koyunu düşünme" değil midir? alanda toplanan insanların etrafına polisten bi çit çekip "hadi kutlaşın sonra dağılın" demek nedir?

ha tabii denebilir ki... "kürtçe biliyo musun ki slogan attı onlar". nevruzda vukuat çıkması korkusu, "geçmişten gelen acı deneyimler ışığında". ben de derim ki atarlar. atacaklar da. atsınlar. ben korkmuyorum bilmediğim dildeki sloganlardan. geçen yıl kampüsteki 25 kişilik halay ekibine uzaylı gibi bakan, biraz merakla yaklaşan; ama sonra kürtçeyi duyup uzaklaşan o "aman şahit yazarlar" insanlarını düşünüyorum hep... ne acı yahu. merak etmekten utanıyoruz; ama bilmemekten değil. resmi tek taraflı inceliyorum evet; "madalyonun öbür yüzü" soslu objektivite iddiasından uzağım. amenna.

ben "ah bak bilmem ne türküsünü her iki dilde de söyleyelim barış kardeşlik bok püsür" romantizmine de sinir oluyorum: türkleştirirsek sevilir krizine. kürdün içindeki türkü avlama, böylece kabul ettirme krizine. diken diken. keza ermeniler, yunanlılar... sevmem de gerekmiyo ki kabul etmem gerekiyo. aaagh yani agggh. pazarlama ilmine giriş 101, "bir kürt nasıl sevdirilir". içiniz kasılmıyo mu yahu?

ben hani 8 mart için demiştim ya, "sanki bi günlüğüne başbakan koltuğunu kadınlara bırakacak" diye... işte aynen nevruz için de koltuk bi günlüğüne kürtlere bırakılıyo sanki; böyle AB soslu bi romantizm.

edward said amcamız (ki w kullandım, edvırd olacak o) şarkın da kendine şarkiyatçı bakışından bahseder. bizim durum aynen bu... "kürt'ü anlamak" gibi bi konumuz var mesela; yabancılaşmanın doruk noktası. insanları mercek altına alıp incelemenin, araştırma öğesi haline getirmenin, "ah kürtleri anlamak için kürtçe bilmek gerek"in son noktası. ingilizlerin deli gibi sanskirtçe öğrenmesine benzemiyo mu? ya da işte ne bileyim... ifade edemiyorum... "keşfedilecek kültür" hali. yahu bunca yıl, bunca yüzyıl... insan utanır yahu. bu körlüğünden utanır. yanı başındakini bilmeyişinden, çocuğunun "anne kürt ne?" sorusundan utanır.

gerçi, engelliyle eşcinsele çürük diyen bi ordunun nevruz afişine takılmak da işgüzarlık yani.

neyse, ben bugün bahar olucam, bahara söz verdim.
bugün sonunda güneşli. siyah yok bugün.
üstelik bahar, urdu dilinde de bahar.



sokak kedilerini fena halde özledim. bu ülkeye mart gelmedi sanki.
yok sokak kedileri. pencere önünde sokağı seyreden kediler var.

20 Mart 2007 Salı

gün çaputu

gün dönücek yarın. gün dönümü. bahar gelicek. ben saçımda çiçeklerle olucam, ki nisanda bahar gelsin bi kar tanesiyle. bir sürü renk giymeye söz verdim, üstelik tam da "dutch vitrini işte, bahar geliyo adamlar renk olarak griyi seçmiş" şikayetimin üstüne.

bugün karın ağrısı, kas ağrısı, sırt tutulması, erken uyanıp derste sürünülesi komik ve saçma gün. bööle bi çuval yorgunluk. biraz fotoğraf ve metin analizi. sonra üstüne biraz ortak otlak kullanımında vergilendirme ve toprak paylaşımına dair bi sri lanka vakası. çin lokantası. yasemin çayı. üstü bira - öğh bira... üstü şarap. arada hendrix. "hi fiddler, remember me?". "i was looking to remember, yes".

gün dönse yarın. tam dönse bööle topuküstü 180.

bahar gelirken bizim şarkımızı da getirsin.
bi de ben etrafta gül goncası ariycam. yoktur ki.
çaputaçaputaçaputaçat.
çaput. gün dönsün diye. gün çaputu.
ben ne söylediğimi bile hatırlamıyorum şu anda.


goodbye ruby tuesday.

19 Mart 2007 Pazartesi

tracker naptın!!

yanında olmayı çok isterdim zor zamanlarında

demiş biri gugıla, cevap beklemiş, bi şekilde benim bloguma gelmiş.
bana denmiş kadar sevindim yahu.
böyle limon yalamış gibi bi gülümseme.

gün güneş gitti bittii

dün öyle bi şi yağdı ki burda...
akşamüstü şekerlemesi yapanlar yataktan fırladı. yemek yiyenler boğulayazdı. sevişenler birbirine bakıp "hayırdır" dedi. bebekler annelerine sarıldılar. köpekler havlamaya başladı. camlar titredi. kanaldaki ördekler bi anda havalandı. yanlışlıkla açan bütün çiçekler pişman oldu. bisikletli teyzeler irkilip trafiği kitledi. dükkanlar kepenk indirdi. tramvay vatmanı ateş ediliyo sandı. koşuya çıkanlar bi ağacın altına sığındı. çin marketindeki tezgahtar para üstü olarak fazladan 5 euro verdi. ot saran yeniyetme yarısını düşürüp ziyan edince küfrü bastı. garson çayı döktü. pencere önü kedileri ilk defa perdeyi tırmaladı. ilkokul çocukları, koşup cama yapıştıkları için azar işitti. açıkta kalan bisikletlerin hepsi paslandı. hatta, yaşlı bi amca ilk defa kelini şapkasıyla korumadığına pişman oldu. yüksek ökçeli kadın bileğini burktu; ama düşmedi, ilk yaptığı topuğu kırılmış mı diye bakmaktı.

bi anda dolu indi. doludoludoludolu.
şu ansa sulu kar yağıyor.
ama benim beklediğim yağmur nerde kaldı, bilmiyorum.

hatta inadına, yağmur hariç her şey yağıyor yahu.

müjde müjde size

efendim ben tekrar ebelenmişim. parizyenden müjde size.
tabii ki seve seve..:)

kendisini ilk nerden biliyorum diye düşündüm, hımmm... yorumlardan olabilir sanki. evet evet öyle bi şi. sonra bi baktık ki kendisi alumnimiz olurmuş efendim -- siz türkler ne diyo, mezun mezun. mezuniyeti inkar buhranlarıma candan destek veren, halden anlayan, blog adı- blog adresi- takma adı farklı olan enteresan bi kişilik. hatta itiraf ediym, başlarda adresini karışıtırıyodum ben. yaa :)

bloga gelelim efendim.
siyahüstübeyaz kardeşliğinden bir blog. siyah en güzel duyguların rengidir yahu. ben bu betonarme renge dayanamıyorum, belki el atarım yakında. neyse. konu dağıldı.

efendim blog blogırdan bağımsız değil. benim "ah keşke"lerime acilen "yapalım kuzum, bakarız ayarlarız" yorumu bırakan yüce parizyenden bahsediyoruz. bir marilyn sergisi meselesinde resmen inanamayıp "yok artık" demiştim yahu. hani uçanla kaçan kurtulur elinden bi imaja sahip gözümde.

ayrıca en bi samimi haliyle yorum bırakır, mutlu eder.
ayrıca yeşil elbisesinin hastayısız.
ayrıca şu an sayfanın sağında duran fotoğrafın da.

kendisi oje sürme fiilini bize mini bi paint animasyonuyla açıklayan, cashback'le beni en sıkıcı sabahtan kurtaran bi blog. o diil de, bazen feci halde paralel ruh halleri blogu. istanbul'u özleme hallerimde hele. evet evet, en çok o hallerde. hatta içten içe "kimseye söylemeyin, ben kampüsümü daha çok özledim" hallerinde. ani temizlik buhranlarında, dans topuklarında, dubrovnik yazılarında falan... ben de ben de!!!!

bizans'ı daha sık görmek istiyoruz bi de. biz kimiz? biz tam 7 cüceyiz.

hepsinden öte, o blogu görmek beni mutlu ediyo. hatta bazen biriktirip okuyorum. bazen sık sık sık sık sık yeniliyorum, cık hala kutuplardan gelen bi şapka duruyo oluyo :) ihmal etmeyiniz efendim :) bi de başlığın altındaki dalgalanan hanımları çok sevmekteyim yalnız ufak bir dokunuşla o resmi biraz küçültsek, sığdırsak pencereye? isimşehirbitki ne güzel bi oyundur bi de:)

özet: ben paris'e yolumu düşüreyim bangır bangır görüşüciiz hanfendi. söz verdim önceden zaten, di mi?

şimdi kimi ebelesek... yazı temposunu bayaaaa bi düşürmüş olmasa simiole derdim; ama ne zaman okur görür bilmiyorum ki (manidar cümle)... ve lakin zannımca bu sefer ebelemiyorum ben. hıh :P

16 Mart 2007 Cuma

zaman

ekonomi mezunu olmanın en komik yanı "kıt kaynakların dağıtımı/ paylaşımı" konusunda 4 yıl boyunca kaş göz yararak eğitim alırken bi allahın kulunun çıkıp da "kuzucuklarım, en kıt kaynağınız zaman, dağıtabilin, ciğerimi yiyin" demeyişi. nanik yani. 24 saatini ayarlayamayan bu insana "dolar mı aliym yuro mu, bono mu faiz mi" diye soran ruhen saf, kalben temiz insanlar var. bir avukat edasıyla "dosyayı görmem lazım" dediğimde inanıyolar hatta. hiç olmadı "riski dağıtın, hepsinden alın bulunsun" joker cevabıyla sıvışıyorum. mali danışmanların işi size bu cümleyi kurmaktır zaten.

bugün biri bana "sence benim en kötü yanım ne" dedi.
çok iyi biri dedi bunu. feci bozuldum. nasıl yaa? melaike statüsünde biri bu soruyo sormakta, bense bu sorunun varlığından habersizim. "yok bence, varsa da ben bilmiyorum" diye geveledim, cevaba bakınız... "kötü bi yanım varsa düzeltip kendimi geliştirmek istiyorum" dedi. heheyt yani: var böyle insanlar, gerçekler. "kötü bi yanın yok" deyince "tüh kendimi geliştiremiycem mi" diye üzülen... "fena mı işte iyiyi en iyi yaparsın, fenafillah olursun" dediğimde "sahi yahu.. doğru yaauuu" diyebilen...

bi çuval dolusu keçi boku gibi hissettim yahu. inanmayın siz.

yarın 10 km koşucak bi koreli tanıyorum. kendisi koşarken yanında bisikletle eşlik etmişim. pır pır bi insan. maraton var. ya ya ya şa şa şa... bi de hani benim çatlak balkan- latin melezi var ya, o da 1 km koşucak. şu an bira ve sigara tüketmekte. kısmet.
ayrıca futbol, voleybol, basketbol, badminton ve satranç takımımız da mevcut. uluslararası spor şeysi. eller havaya, takıma destek. delft yolları taştan. oysa bendeniz, biricik barımda sabah 11-sabah 4 sürecek olan stpatrick's day partisi yeşiline bulanma niyetindeydim. kısmet.

çok ödevim var doktor bey. baş ağrısı yapıyo.
yaş 22 halen ödev diyorum yahu. yetti be.
16 yıldır ne bu ya. emekliliğim gelmiş benim.


üniversitenin ilk yılını muzlar ve elmalarla geçiren bütün proflarıma saygılar. zamanımın üç bölü beşiyle uyumak istiyorum ben. geri kalanının iki bölü üçüyle de başka zamanlar alıcam. "suu soğuuk suuu" satıcısı çocuk gibi, bir koy beş al, köşeyi dönücem.

kara geçtikten sonraysa ilk işim yeni bi template olucak.
müjdemi isterim.

14 Mart 2007 Çarşamba

ebegümeci

ayaküstü ebelenmişim yahu. ve tabii ki emir bey'den yine şık bi gol...

blog kritiği zannımca bu seferki hedef.. icabında yerden yere vurmaca, sonra başını okşamaca. sizi ebeleyeni üstelik. fiyuu..

efendim emir bey malumunuz kibar bir kişiliktir, kızınca en ağır küfrü "aptal"dır, bok bile demez, oto-biipler. takdir ederiz yani. bir TRT beyefendisi terbiyesindedir.
ve lakin paragraf başı, es vermek konusunda bi cimrilik söz konusu son zamanlarda; ama fotoğraflarla okuyucuyu sakinleştiriyo ( hakkımızda hayırlısı isimli postuyla bize de "hakkımızda hayırlısı yahu" dedirtti yani).
şu anki profil fotoğrafını çok beğendim, kalsın bu yahu. blogun en sevdiğim kısmı sanırım "galon galon sevgi". "bizim gençler"e terfi etmiş biri olarak bi şi diyemiyciim yani, insan hep iyi yanını mı görür :) benim blogumun da muzdarip olduğu "siyah fon üzerine beyaz yazacaksan bari uzun yazma" sendromunu es geçiyorum, bence o kadar da göz yormuyo. bu bi duruş efendim-- zamanı gelince bayrağı teslim edicem.

ayrıca kendisiyle ilk münasebetime sebebiyet veren "ulu orta güney kampüs fotosu koyma, olanı var olmayanı var"eleştirim dikkate alındı, daha temkinli yahu :) şaka bi yana, üstünde oynanmamış, şıpadanak o anı dondurmuş, "turist" ya da "arşiv" fotoğraflarını ayrıca seviyorum, sanat kaygısı denizinde o günün özeti anlar gibi.

aa bi de, "eskiden buralar dutluktu" lafına uzun uzun gülmüştüm ilk gördüğümde.

hem emir beyimiz aşkını ilanda da, sesini paylaşmada da bonkör bi kişilik... ayrıca, kendi kendine laf sokabilen bi yapısı var efendim... güldürmekte.. ve lakin bi politika öğrencisi olarak bazen teğet geçmek yerine cidden parmak basmasını beklediğim şeyler olabiliyo, ablalık kurumuna veriniz.

çocuklar için perde açıp jukebox'a destek olan bi insanın blogu zaten şık bi blog. ne diyim ben. ayrıca bi lavender olsun, bi elsa olsun, bu blog üzerinden keşfedilmiş isimler. linklerini seviyoruz emirbey'in... gerçi bazen liste hiç bitmiycekmiş gibi geliyo. giderek büyümekte efendim, durduramıyoruz.

hem kendisi yorumlara mümkün olduğunca cevap verir, bu da güzel bi şi.

falan filan.. 3 isim mi seçiyoduk?

lavender olsun bakalım, sonra jelatin, hımm bi de kaşınalım: karanlık.

hadi geliinn üstümeeeğğ korkmuyoruuuğğmm...


"o hoo ben neler sayardım da şansı var beni seçmemiş" diyenleri yorumlara/ maila davet ettim bile. meraktayım cidden, aklıma gelmemişti hiç sormak.

13 Mart 2007 Salı

portakallı pirzola

portakallı ördek gibi duran bu başlığı açiym size efendim... öğrenci işi cennet.
mısırlı bi arkadaşın özel ve kolay menüsü. türk-mısır işbirliğinde resmen bayram yaptık, buyrun tarif. bu günleri de gördüm ya ölsem de gam yemem yahu, tarif yayınlıyorum :) foodies burcuk duy sesimi :)

sayı- ölçü-ebat size kalmış. ayarlaması kolay, kaba bi tarif bu:

azıcık sirke
kuzu pirzola
4-5 soğan
2-3 diş sarımsak
2-3 portakal (yemelik diil sıkmalıııkk)
azıcık zeytinyağı
tuz karabiber kekik
butterscotch sos. türkçesi neyse artık bilemiycem. olmadı toz şeker de iş görür. müş yani. abartmayın ama, tadımlık.

yapılışı:

pirzolayı sirkeye batırın, sonra yıkayın. aptalca geliyo; ama diil, sirke yağı çözüp eti yumuşatıyomuş; ama etin kurumasını istemiyomuşuz.
karabiber ve tuzlayın. az ama.
payreks denen kabın (şeytan icadı) tabanını çubuk kesilmiş (yarım daire de olur, sizi mi kırıcam, iri olsun maksat) soğanla kaplayın. sonra 2-3 diş sarımsağı irice doğrayın. bu soğan-sarımsak yatağına kuzu pirzolalarınızı dizin, biz 8 kalem koyduk sığdı.

sonra 2 portakalın suyunu etin üstüne dökün, ellerinizle marine edin efendim. türkçesi: mıncık mıncık batırın yani. tuz karabiber ve butterscotch da eklensin, mıncığa devam. et iyice emsin bunları ama soğan yatağını bozmayın sakın. o yatak sayesinde eti yanmaktan kurtarıcaz. sonra o azıcık zeytinyağını şöyle bi gezdirin. abartmayın.

sonra üstüne folyo kapatıp önceden kimbilir kaç dereceye ısıttığınız fırına koyun. biz sanırım 230 derecede 20 -25 dakika falan tuttuk. bilemiycem, kontrol edersiniz işte.

bunun yanında acilen bi pilav ve salata yapın. 20 dakika yeter zaten. salataya siyah zeytin ve çarliston biber koyun, özlemişim. bi de balzamik sirke.
20 dakika sonunda fırından çıkarın cevherinizi.. pilavla beraber servis ederken kaptaki soğanlı portakallı sosu pilava ekleyin, ete değil. salata da ayrı tabakta olsun...
... yumulun.


parmaklarını yemeyenin damak tadına şaşarım.

U DON'T GIVE A DAMN!

george galloway'i sevebilmek için 10 dakikalık sebep...




"oh please, have a slightly longer memory than 4 weeks! i'm talking about the thousands of prisoners taken during the 18-years of Israeli occupation, illegal occupation, of south lebanon! these are the prisoners that have to be released in exchange for the Israeli soldiers captured at the beginning of this wave of crisis". sonra mutlak sessizlik.. konuyu deiştiren spiker. o sessizlikteki cevapsızlık aslında her şeydi.

"what a silly question and what a silly person you are!!!"


NO JUSTICE, NO PEACE!!! .... maalesef.

12 Mart 2007 Pazartesi

hanımteyze pisikleti

şimdi ben gönül yarasını iade edicem.
çok romantik, imalı bi laf olabilirdi ama konu bi DVD. üzgünüm leyla. aklımda bisikletle gitmek var; ama aniden trafiğin ortasında kalabilirim, yolumu pek ala kaybedebilirim, yürürken çok basit olan karşıdan karşıya geçme eylemi yüzünden sistem çökebilir. gerçi ben harita okuma konusunda fena diilimdir; kaybolmam ama trafikte küfür yerim yani. neylersin, bisiklet kısmı bi başka bahara.
3 gündür bisiklet aşermekteyim. benim bisikletim yeşil, çilekli bi sele kılıfı var, hediye. feci eski püskü olmasına rağmen kontrpedal frenli dutch bisikletleri arasında gidon freniyle parlıyo. ayrıca 3 (üç) vitesi olması kendisini "granny bike" kategorisinin yıldızı yapmakta. yeşil demiş miydim? lakin... en büyük eksiği aşağıda gördüğünüz cilveli kıvrım.


ama ama ah o hayallerimi süsleyen, bisikletlerin artık vosvosu mu diym, nesidir bilemediğim klasik siyah granny bike... hala içimde bir sızı. ilk günden beri hastasıyız. simsiyah, başlı başına bi karizma, üstelik müthiş rahat; koltukta oturur gibi... eğilip bükülmeden... hem buttock muscle'larım gelişmiyo ki böyle.. cık cık cık. amsterdam'a gelme hayalleri kuranlara en hollandalı şey hakkında mini bilgi notu: TDB.

not: sırf aşağıdaki yazıyı okuyun diye kısa yazma telaşındayım. bühü.

11 Mart 2007 Pazar

naylon lay lom

BU YAZIYI Bİ ZAHMET OKUYUN, NOLUR.
DİDAKTİK AMA GÜZELDİR KENDİSİ. GEREKLİDİR.


naylon torba bir, kağıt mendil iki. kullanırken vicdan azabı duyduğum iki şey. sabuş ki her peçete uzatışımda itinayla ikiye bölüp "bu kadarı yeter, israf etmeyelim, ağaç bu" der. her seferinde. ikiye bölüp versem bi daha böler ikiye. bi de hediye paketi atılmaz bizde, senelerce aynı kağıtlar kullanılır.

naylon torba kısmı sim hanım kaynaklıdır. evde bitmeyen bi naylon torba stoğu var. atılmaz. mümkünse yeniden kullanılır. naylon torba atmak ormana bi kamyon dolusu plastik boşaltmış gibi hissettirir. sim hanım arkadan cık cıklar, açıklama bekler.

naylon torba konusunda ufak notlar...

kendisi günlük hayatta sıkça kullanılan bi şi ama pek sevimsiz garibim. bazısı ince olur kopar, bazısı kalındır iş görür. falan filan. ama bi ekmek alsanız hop yanında poşet gelir. çok sevgili migros "poşetlerimizin çöp torbası olarak kullanılması marka imajımızı zedeliyo" vurdumduymazlığıyla poşetlerin dibini deldiğinden beri türk orta sınıfı bi de "çöp torbası" alışverişi yapar oldu, onu da poşetleyerek getiriyo evine. yemekleri korumak için poşet, çöp poşetlerini topluca atmak için poşet. naylon evler!!! kabus.
ayrıca deniz kaplumbağaları her yıl denize karışan naylon poşetleri denizanası sanıp yiyo, mideleri şiştiği için ölüyolar. o çok sevgili CARETTA CARETTALAR DAHİL.

şimdiiii.....

1) efendim o poşetleri bi zahmet oturup katlayın, evinizin bi köşesinde biriktirin. poşet katlamak çok rahatlatan bi şiymiş burda keşfettim. hem böylece "yer kaplıyo" bahanesi elenmiş olur.

2) her gün çıkarken çantanıza bi iki tane minicik katlanmış poşet koyun. hatta bu haftaki amacınız "eve hiç yeni poşet getirmemek" olsun.

3) sırt çantası kullananlar, bavul misali çantalı kadınlar... size naylon torba yasak. çantanıza koyun. hani dökülecek sıvı vs varsa, zaten çantanızda taşıdığınız torbaya sardınız, di mi?

4) minicik tel tokayı bile poşetleyen "maksat müşteri yağlamak"satıcılarına bi zahmet "torbaya gerek yok" deyin. tek bi cümle kurun, cebinizde çantanızda taşıyın ama naylonlanmayın. hatta "ziyandır gerek yok" falan deyip bilinçlenmesi için bi adım bile atabilirsiniz. Yandaki foto KIBRIS.

5) hollandacım süper marketlerde naylon torbaya 40 cent fiyat biçmiş, tüketimi azalsın diye. migrostan torba araklayan, sebze naylonlarını cebine atanlara selam olsun. ülkece herkes süpermarket alışverişine kendi torbasını götürüyo haliyle. siz de bakkala ekmek ve yoğurt almaya giderken yanınıza poşetinizi alın. zaten poşet gerekeceği kesin yani.

6) sebze meyve alışverişini manavdan yaparken kesekağıdına elini atarsa, "benim poşetim var buraya koyun" deyin, kağıt israfını da engelleyin.

8) en güzeli, bi tane alışveriş çantası edinin. döne döne kullanın. burda çok güzelleri var, kocaman, içi kartonlu gibi, kalıplı yani ve üstü baskılı. bildiğin çanta gibi.

9) aslında en güzeli pazar filesi yahu. ya da pazar çantası... teyzelerin aklını seveyim, eski toprak gibisi yok.

10) aa daha da önemlisi... şimdi burda bi ufak şaşala 2 milyon verince anlıyo insan: pet şişeleri tekrar tekrar kullanın. suyu evde doldurup yanınızda taşıyın. tercihen cam şişede su için (misal, baylan halen cam şişede su veriyo), hem daha sağlıklı hem de tadı düzgün. yemek yediğiniz yerden ısrarla isteyin, uyarın. ortamın ukalası olun. o mekanların hepsi "depozitoyla kim uğraşacak yaau" arsızlığından plastiğe geçti. bi de nerden geldiğini bilmediğim bi "fransız kadını stili, suyu plastik tadıyla içmeyi reddetmektir" cümlesi var beynimde. isteyene.

11) bira tenekeden değil, şişeden. depozitosu da cabası. şişeyi geri götürün. keza süt de öyle.

12) ve tabii ki...
taksiye değil otobüse, metroya binin.
arabanızın hızına değil taban kuvvetine inanın.
arabaya mı bindiniz, asla tek kişi gitmeyin, 5 kişilik bi aracı mümkün olduğunca doldurup bireybaşı araba kullanımı düşürmeye çalışın.


bundan sonraki hedefiniz geridönüşüm olacak. özellikle BOĞAZİÇİ ÖĞRENCİLERİnin hiçbir mazareti olamaz, okul gayet güzel hizmet sağlıyo. pil çöpü bile var.




kağıt, pil, cam. kağıt, pil, cam.
ayırın. ayırın.
biriktirin ve atın. ayırın.



hem kendi vicdanınıza, hem doğaya, hem de ekonomiye katkınız olsun. ODTÜ kağıt ve kartonlardan elde edilen parayla öğrencilerine burs veriyo. yılda 10 öğrenci şimdilik.
ayrıştırın ve sakın poşetlemeyin.
kağıt cam pil kağıt pil cam. çöp kutunuzun üstüne yazın!!!!!

burdaki sevgili okulum şunu yaptı: her öğrencinin 300 euroluk baskı kotası var. çıktı mı alırsın fotokopi mi çekersin sana kalmış. ama fiyatlandırma kağıt başına. tek taraflı baskı 7 cent, çift taraflı baskı kağıt başına 10 cent. haliyle her 2 sayfa yazıda (14-10= 4), 4 cent karda oluyosunuz. şimdiye kadar en az 700 sayfa çıktım olduğuna göre, bayaa bi mühim kendisi. hatta ben hızımı alamayıp bi kağıda 4 sayfa bastırmaktayım, bunun için yazıcının zoom teknolojisiyle sayfayı büyütüp bi yüze 2 bastırıyorum, yazılar ufak kalıyo bahane değil yani.. cimrilik değil bu, her gün bi ormanla eve gelmekteyim, can acıtıyo düşünmek. hele çevre master'ı yapan biri olunca.

e siz de kendiniz yapın. az kağıt, az naylon, az cam. az pil.

mümkün yani. başta zorlansanız da, bundan şikayet etmenin bi lüks olduğunu artık anlamamız gerek. doğadan arsızca daha fazlasını istemek yerine taleplerimizi kısmak da bi yaşam şekli. en mühimi bizi sürekli uyaracak bi vicdan yaratmak. bi vicdan azabı duymak. hani isterseniz, bu vicdan ben olurum ama ağır konuşurum ona göre. ehehe.

bu hafta hiç yeni naylon poşet girmeyecek eve. hatırlatırım!!!

güneş açmıştı laleler fış fış kırdı!




karlıymış gibi duruyo; ama hayır... rüzgarlıydı sadece.


yıllarca şarkı

goo goo dolls- iris.

bi and hatırladığımda hiç bi şi için geç değildi. böyle bu gece çalsın diye 40 cent harcanan bi şarkı. toplamda 3 kez çaldı.

i dont want the world to see me
cos i dont think that they'd understand
when everything is made to be broken





i just want you to know who i am...

10 Mart 2007 Cumartesi

geçerken geç ergen

saman alevi nedir? benimdir. ben sinirlenince saman alevi olurum. hatta daha çok kibrit olurum ben. muma batırılmış kibrit. bi anda parlar, hop o hızla bum. pişmanlığı kalır.


oysa ben bugün pazara gittim, ne sevinçliydi. gönül yarası'nı buldum ingilizce alt yazılı, sevinçle kiraladım kızlar için. bi siyah zeytin buldum, mmmhh, parmaklarını yirsin. "turkish pepper" buldum: çarliston. yahu makul boyutlarda salatalık bile buldum. daha önceki ziyaretlerimde ortaya çıkmayan güzellikleri pazarın. bööle hollanda dilinde "geel gelll marullara geell" diye bağırdığına yemin edeceğim şen bi pazardı.


yetmedi mesela, hava da günlük güneşlik... sabah 9da kalkabilmişim falan. müthiş bi gün yahu. oleyy oleyy yani, yürüyüş yaptık sonra, parklar marklar. insana "şu paketleri bırakiym bisiklete atliycam" dedirten bi gün.


ama nedir, bi şiye kafam bozuksa hıncını başka insanlardan tuhaf şekillerde çıkartma, "hallimden belli değil mi, dokunma kaşınma sen de aaa!!! hem insan bi sorar neyin var diye!!!" zeytinyağlığını yapma hallerim mevcut. evet biliyorum yıkıldınız, deryik de muhteşem değil... kalp kırdım, özür diledim. affedildim galiba, bekleme halindeyim.
film de bok oldu sayemde. izleyemedik.
halbuki çok pır pırlanmıştım.


annemin kızınca "geç ergenlik bu evladım" diye iyice damarıma basışı geliyo da...
vallahi yahu. üstelik geçmiyo da galiba.


falan filan.
günün tespiti:
çamaşır yıkamak lazım. oda da dağınık. ben de yıkansam keşke..
odaya hijyen lazım.

bütün gece yatakta takı yapıcam. fiyuu.
içine kapanmış tesbih böcee olucam bu gece.

böööö...
ceeeee.....

günün şarkısı

billie myers - kiss the rain.

demir al, yelken aç, denize açılalım

böbreklerim ağrıyo. hayır efendim, kas ağrısı bu. dans ağrısı. o özlediğim dans ağrısı. afro-peruvian bi şekilde uzun uzun dans ettik bugün. böbrekleriniz hizasında bi kas var, feci ağrıyo. marisol'e "ah mide spazmı geçiriyorum insaf" dediğimde "o diil de, böbrekler ağrıyo sonradan yaf" dedi. haklıymış. böbrek kası. nıhoha. hanım kızınız bellydancing classes kapsamında bi mısırlıyla ders vericek. mısırlı fazla havaya girdi, ben kas izolasyonu eğitimi seviyesinde bırakıcaktım; ama salliyciiz bu gidişle. kısmet.

bu arada, göbek atma dediğimiz şey bi kadının orgazm oluşudur diye bi yazı vardı.
bi diğeri "doğum anını, bereketi simgeler" demişti.
ilkini mantıklı, ikinciyi tutucu bulmaktayım.
zira doğururken saç savurup titreyen bi kadın canlanmıyo gözümde.


dans enteresan bi şekilde coğrafya ve iklimle uyumlu. göç yollarını danstan takip etmek mümkün. yazılı olmayan kültür bu. sevgili halikarnas balıkçımızın azra erhat'a yazdığı mektuplarda müthiş tespitleri vardı, "dansın kökeni" gibi bi araştırmadan bahsediyodu, temelde folklor adımlarının kıyasıyla kültürel takip... inanılmaz tespitler... mavi anadolu akımının doruk noktasına ulaştığı mektuplar bunlar. horon nedir, halay nedir bi kez daha düşünüyosunuz. resmen düşündükçe insana haz veren bi okuma seansıydı.

bi de, bu mektuplar dışında canım bi kitap: aganta burina burinata.
(anlamı başlıkta, hizmet odaklıyız efendim.)

burdan bi kitap öneriyosam yegane fantezim kitapçıya gidip sormanız.
ya da raflarınızı karıştırmanız. kısmet.

bu kitap cidden güzel yahu. bi kere aganta burina burinata diyebilen bi yazardan bahsediyoruz. tuz tadı teninizi yakıyo okudukça...

... denizleri görmedikçe rahat etmeyen, okyanustan pek hazzetmeyen, kendi denizlerinde kendi mavisini arayan gözler için.lacivert denizler için. mavi anadolu için. yunanmış mezopotamyaymış aldırmadan, sınırların olmadığı, her şeyin hep aynı şey olabildiği güzel anlar için. tarihteki o müthiş geçişkenliği fark etmek için. allah kelimesinin kökenini öğrenmek için. gecenin sonunda bi kadeh rakı ve bolca şarkı, bolca bahar için. efelerin başlığındaki iğne oyasının gizemini çözmek için.

manidar soru:
halikarnas balıkçısını okumayan yok zaten, di mi?

canım cevat şakirim. kabaağaçlım. ailenin öyküsü bi enteresan: niye bodrumda? çünkü karısına asılıyo diye babasını vurdu. bu işin basit yönü; aslı daha siyasi tabii ki. aile hala, şimdiki uzantılarıyla da bir fenomen. dünya çapında seramikçi alev ebuzziya ve cevat şakir bağlantısı, haz verici.

sahi, siz alev ebuzziya seramiklerini gördünüz mü? kendi ürettiği, literatüre kattığı renkler var bu hanımın. tek bir noktadan yerçekimine temas eden, uçabilen, hafif; ama devasa eserler. müthişti. islam eserleri müzesinde bi sergisi vardı bikaç yıl önce... hani bu adı duyarsanız kaçırmayın diye diyorum. akışkan, sürekliliğini koruyan parçalar. tarifi zor...

türkiye'nin ilk kadın resssamlarından olup d grubu ressamı olarak anılan, ürdün prensesi sıfatı taşımış fahrunnisa/ fahrelnisa/ fahr el nisa* zeid eserlerinin verdiği tatmin de bu ailenin ürünü (cevat şakir'in kız kardeşi olur kendisi). daha önce yazmıştım blogun derinliklerinde. merak eden istanbul modern'de görebilir, saatlerce seyredebilir. cehennemim adlı eserine kitlenip kalabilir.


konunun başında afro-peruvian demiştim, itinayla hatırlatırım.
bu da böyle bi kendi kendine konuşma
bilinç akışı
olsun.
olsun varsın.
(olsun varsın deyince hemen "... ah çekinme/ sen yine yalanlar söyle/ yürek paramparça zateenn/ dert değil" gibi bir metin arolat çağrışımı yapmaktayım. BP ve güllerin içinden sendromu gibi aynen.)




* kendisi yazılışını sık sık değiştirmiş de...

9 Mart 2007 Cuma

işte bu!



Sabuş'u bunca seviyorsam bi diğer sebebi de
"e zaten giymiyo muyuz, anlamadım?" tepkisidir.




when i am an old woman, i shall wear purple,

with a red hat that doesn't go, and doesn't suit me.

8 Mart 2007 Perşembe

isp

şunca zamandır ispanyolca öğrenmek istiyosam eğer, yegane sebebi meramımı belki de bu dilde anlatabilme ihtimali. öğrenmek için bi şi yapmıyosam eğer, sebebi kendinden belli.


hönkürerek konuşulan bir hollanda dili (hollandaca demiycem hiç, üstelemeyin) ve fenalıklar bastıran bir ingilizce arasına sıkıştım. ilkini kesinlikle anlamıyorum ve duymaya bile dayanamıyorum; zamanında almanca hakkında yaptığım bütün o vasat "edebiyat falan tamam da kulağa kötü geliyor yaau"yorumlarını bi seferde yuttum. hasretlerdeyim.
ingilizce duymak istemiyorum. ingilizcemin amerikan aksanlı biritiş kelimelerden oluştuğunu fark ettiğimde nedense durumu kanadalı lise öğretmenime bağlamıştım, alakası yok galiba.

yetmiyo anacım, bildiğim mevcut diller yetmiyo.
bildiğim tattığım içkiler sarhoş etmiyo.
beni en güzel ben sarhoş ediyorum, susmak da ifade ediyo.
aa işbölümü yapmışız yahu.

bi de feci halde kadınlar gününe sinir olmaktayım. "364'ünü erkeklere bıraktık; ama hadi bugün dişiliğimizi kutlayalım"trak "ama en azından halkı bilinçlendiriyo ablası; iyi ki var" girişimlerini sevemiyorum. yani nasıl desem, hani utanmasa 8 mart diye bi günlüğüne koltuğunu bi kadına bırakıcak tayyip. böyle bi hava yok mu yahu? "kadın AMA başardı, kadın VE başardı" haberlerinden rahatsızım. engellilere de yapılıyo bu...:
"şu halinle senden beklemezdik ama vay be, bize rağmen ha.." haberleri...
"kadın tır şoförü 'göz makyajını seviyorum, mutfakta bi numarayım'dedi" haberleri var ya, geriliyorum.

yani dişiliği konuşmayan, sevişmeyen bi toplum 8 martı kutlasa nolucak ki kuzum? neyi kutluyo zaten, yasını tutsun daha evla... sevişmekten utanıyoruz yahu. kafa göz birbirimize girmemize şaşmamalı. böyle pıtırcık pıtırcık "kadın"lar gününü kutluyoruz; ama medyacım hala "bayanlar günü" kutlaması halinde: bekaret odaklı bi beynimiz var. kadın erkek demeden bekaret avıyla tahrik olmaktayız. genç kızlarımız var bizim, evlenmeden kadın olmayacaklar asla!

biz dans ederken mesela, ya göbek atarız kadın kadına ya da kılıç kalkan kuşanır erkekler... halay/ horon sayılmaz, grup seks ihtimali düşük olduğu için toplumumuz göz yummakta. ama eşli dans demek, ortaokulda bi kol boyu mesafeyle birbirinin omzunu ve belini tutmak demek. ayıp günah, bari hormon salgılamayın!

biz en çok kadına küfretmeyi seviyoruz mesela. erkekler kavga ederken küfrü yiyen yine anaları oluyo. bizde gizli eşcinsel travestiye yeğ tutulur, en azından imajı sağlam. zeki müren de bizi görebiliyosa diye.

zaten bizde kadın eşcinselliği var mı? ben daha adını duymadım. cinsellik girmek ve girilmek diye görüldüğü için kadın eşcinselliği fasulyeden sayılıyo sanki. hani giren yok girilen yok, sen sağ ben selamet bi psikopatlık.

yahu bizim meclimizde toplasan %4 oranında kadın var, onlar da meclisteki cinsiyet dengesine bi sorun görmüyo!!! biri kadından sorumlu devlet bakanım, bakmıyo görmüyo. üstlendiği rolden ezilmiş büzülmüş tuhaf, yamru bi şi olmuş. oryantal starda zorla takım elbise giydirilen tanyeli sendromunda.

kadın oldun diyelim, o zaman da dişi olunmuyo. kadın olarak anca anne oluyosun. bunun edebiyatı çok yapıldı. ama acı yanı şu: bi biz değiliz. yani bi türkiye olsa rahatlamaz mıydınız insanlık adına? ama değil. her yerde. ve bu konu hakkında bilinçlenmek için 8 mart şenlikleri düzenleyeme ihtiyacı duyuluyo. o derece vahim. yani kim neyi kutluyo o bile karışık.


bilmem ki anlatabildim mi...
yok işte, valla ispanyolca öğrenmem gerek.
kesin şimdi böyle cümlelerce anlattığım şeye denk gelen tek bi kelime vardır falan.

hem bu yazının ortasında niye bi 8 mart dellenmesi yaşadım bilmiyorum. başka bi şi diyecektim.. ispanyolca bilmiyorum diyedir belki. vaheeeeyy..

speşıl not: içimden feci halde arşivimdeki yazılardan seçmece yapıp link vermek geçiyo, zira aynen katılıyorum kendime, yerinde tespitler, anlamlı alıntılar... canım ben. konu yine defne olsun mesela: bok deryik.

bi de feci halde seramik çamuru özledim. hani icabında fırında patlasın el emeğim, yine de susar temizlerim. okuldaki seramik atölyesinden hala almadığım 3 parça eserim gelecek nesillere ibret olsun; ama o 3lü figür için çok uğraşmıştım yahu. diğer ikisini parçalasanız dönüp bakmam.

günün kitabı

sevgi soysal - yürümek.

şu anımı anlamak için....

haritada el salvadoru bulun. buldunuz mu? el salvadorlu o kız bebekken amerikaya kaçak göçmen olarak girme hikayesine sahip hafif çatlak bi eleman olsun.
birlikte bira içip votka istediğinde garsona "azıcık ama votkası" işaretleri yapın. iki kelimenin başı "cep telefonunu masada bırakmaaağ"... "telefonunuu bıraktııığğnn" olsun. cevaben sarhoş bi "fak yu biç ben naaptıımı biliyorum kahkahası" gelsin.

1 saat sonra telefonumu gördünüz mü soruları başlasın. mekanda anons ettirin. numarayı çevirin birisi cevaplasın, "ah telefonu yerde buldum getiriyorum" desin.

allahtan yanınızda bi arkadaşınızın kocası ve arkadaşları olsun... bi çatlak ve 4 adamla yola düşün. yolda telefonu getirmesi gereken şahsiyetle karşılaşın. "street smart" sıfatını kazandıracak bir hamleyle sizinle aynı bardan çıkan 7 kişilik grubu durdurup "nolur kalabalık edin sorun var" deyin. telefonu getiren meleğimiz karşılığında 25 öööro ( 50 ytl) istesin. hanım kızımız çatlak ya, "köşede atm var çekip geliym" hamlesi yapsın.

siz artık "heeeeyteere beeaaa" diye bi nida savurun. kızı kolundan tutup gerisin geri ev yoluna düşün. hırsız efendi kalabalığın ortasında "ay ben yolda buldum amaağ" demeyi sürdürsün. sonra 4 centilmen koşarak gelsin "tamam geçti" desin...

çatlak kızımızın telefonu o centilmenlerden birine verdiğini fark edin. bitmiyo yani masal.
hadiii telefonu ve kızı alıp yurda dönün.

millet size bakıp "o kalabalık iyi ki durdu yoksa işimiz işti" desin. siz de "ben durdurdum" diyin. aklınızdan bu insanların aptal değil saf olabileceği geçerken mini bi kahraman ilan edilişinizi seyredin. gülsem mi ağlasam mı diye düşünmeyin.

hanım kızımız son cümle olarak "arap sevgilim olsa o bana çok iyi bakardı ama hemen çocuk yapmamı istemişti o yüzden ayrıldık" gibi manasız bi laf ettikten sonra "iyi ki varsın" diye sarılsın.

sonra gidip bunu bloga yazmaya koyulun. yazdıkça daha da komik gelsin kulağa.
el salvador sen bizim her şeyimizsin.

6 Mart 2007 Salı

sus

derse 15 dakika geç kalmış olma bahanesiyle kantine gidiş. kantin dediysem, saat 11.15'te sadece 3 kişinin olduğu bir "coffee lounge" şeker, içecek ve abur cubur ihityacınızı otomatla karşılıyosunuz, kaşarlı açma veren o teyze yok. bi mesaj atış "marisol ders arası olunca haber ver". bekleyiş.

sonra defter açış. 4-5-6.... sayfalarca yazış. sigara yakmayı düşünüp kapalı mekanda olmaya sövüş. ah şeker sen gündüz sigara içmezsin ki. hoş, sigara da içmezdin sen. gök gri ve yağışlı. kantinde dam yok, tavan cam. tavanı izleyiş. deftere yaz yaz yaz. ders ortalarında, bar köşelerinde, daraldığımda türkçe yaz. kimsenin bilmediği bir dile sahip olmayı istediğim ergen bunalımları çağından sonra ilk kez o dile sahibim. istersen duvara kazı, koca binada anlayacak 1 tek kişi var.

yazdıklarına bak. hep aynı şeyi yazdığını düşün... kimbilir kaç aydır, hep aynı cümleleri evirip çevirdiğini... hatta bu cümlelere artık inanmasan da, o cümleler geçerliliğini çoktan yitirse de, sırf verdikleri güven duygusunu yitirmemek için o anki gri bulutlu halini yine aynı cümlelerle açıkla. başka cümleler korkutsun seni. insan bunalımın bile biraz tanıdık olanını seviyo canım.

sonra bi anda kalem kendine söylememeye karar verdiğin şeyleri yazsın. bakakal. yazınca, dillendirmediğin şeyi gör. gül geç sonra. hani o yeni bi cümle ya, onun huzursuzluğu. bastırılmış bir cümle oluşuna, aslında bilmemkaç aydır her gün aklına gelişine aldırma. ne demişti baar: kapıyı kapa, açıp bakma. canım baar. kapı aralansın, koşarak kapa.

tavanı izle. yağmur damlaları. 17 yaşına ulaşmış her genç gibi "ah bi gün cam tavanlı evim olsuuunn" dediğin zamanları düşün. şimdi sadece "yalıtımı zor olur yaaauu" haline gelmiş hayaline gül.

ders aralarında deli gibi yazdığın sayfaları sonradan görmek ne korkutucu. bu kantin sayfaları da öyle. 3-4 gün çantada dolaşıp sonra bi defter arasına tıkılacak. bunları söylediğimi görmek istemiyorum. o bi anlık trans halinde yazdığım şeyleri görmek istemiyorum sonra. o anlık satırlar onlar. icabında karton bardak altlıklarına yazılan tespit fışkırmaları.

"ara vermiycez galiba derya.. bekleme sen"

ders arası olmasın... dersi kaçırdın işte yine, orada öyle kal. o çizgili A4 kağıtlarda yaptığın tespitleri seyret, can acısından çarpıntın tutsun, nefes al.. verr.... espressochoco lazım. makina kartlı, kartın yanında değil, 2 kat in, bozukluklarla al. söv. ana avrat söv.. içinde biriken ekşi suratlı huysuzluğu anlayamamak ne komik; yine de sevmek o hali. kızgınlık değil hırçınlık hali. sebepsiz. söve söve iç, çarpıntın iyice azsın.

öflemek hep uzun uzun.
muppet show'daki yargıçlar gibi yine... öfffflemek.
açlık ve çarpıntı. iğrenç bi yemek ye. daralmalarda boğul ve bi sigara iç sonunda.

bugünün bitmesine daha 7.5 saat var.


dokunsanız ağlayacağım.
ya da dokunanı yakarım.
hangisi doğru, bilemedim.

bugüne en uzak gün... dün

hafif alkollü bi şekilde taş zemine yatmış kikirderken yanımdaki kızlara "iyi ki varsınız" dediğimde, neden bilmem; konyadan alınmış bir ney taksimi çalıyordu... koreli kızın bilgisayarında. 4 tane vaka tip. yok 5 oldular sonra. çığlık çığlığa gülüyomuşuz, sesimize geldi beşinci. iyi ki varlar cidden.

şu 5 yılda ben galiba en çok yurtta kalmayı sevdim. hani deli gibi ev baktığım zamanlar da oldu evet; ama ben yurtları seviyorum yahu. taş zemine yatıp kikirdemek elimde hırvat birası. bi sarhoş iki sarhoş üç göbek. dormu değil (tek iyi yanı mina'ydı; yoksa yapayalnız bi yer), ben şişlideki yurdumun balkonunda battaniyelere sarınıp fosforlu martılar izlemeyi seviyordum. şişli'de martılar fosforlu bu arada, dünyanın en güzel "gece martı izleme sistemi" kurulu orda. kapı kapı gezmeyi seviyordum. kimsenin yurdumu bilmeyişini seviyordum, yurda her gün sövmeyi bile sevebilirdim. kerebiç'i seviyordum ben... hala seviyorum gerçi. zeycan'ı çok özledim bi de. sivas barosu duy sesimi. fosforlu martılara doğru odam kireçtir'i söylediğinde 3 tane kedi yangın merdiveninden yanımıza çıkmıştı. dinlemişler miydi miyavlamışlar mıydı hatırlamıyorum... zeycan hep odam kireçtir'i söyler. sokak tabelası biriktiren amcayı da özledim.

ben bütün dertleri dinleyip kaydedip çözmeye çalışan emekli güzin abla'yım. bunu seviyorum. galiba yani; çünkü deşiyorum anlatmak isteyip de anlatamayan görünce. kaşınırım. ama kaşınmasam da yolda sokakta bana hayatını anlatan insanlar var. bi anda yanımda bitip "çok yakın bi arkadaşım var, onu niye sevgili olarak göremiyorum? yatmayı denedik olmadı, niye ki? bak bu da torunum; çok mutsuzum ama iyi ki torun sahibiyim" diyen 50 yaş depresifleri bile oldu. ama şu hayatta her şeyimi bilen bi tek kişi var; o da zaman-mekan sıkıntısından yeterince yenilenemeyen bilgilere sahip. hani her gün vukuat yaşamıyorum tabii; lakin anladınız siz.


ama hepsinden öte ciğerimin sınırlarını keşfedecek bir çığlık atmak, şunca zamanki bütün nefes verişlerime rağmen hala çıkamayıp orda kalan en ufak karbondioksit kırıntısını bile dışarı atmak, yeni doğmuş da ciğer açıyomuş gibi sıfırdan başlamak nefese...

evet çok istiyorum.

yepyeni bi akciğerlerle sıfırdan nefes.

müthiş olurdu.


ilk kez bisikletimi özledim ama çok rüzgarlı. hem bisikletimin farı yok.

5 Mart 2007 Pazartesi

başkaldıran insan

"Ne denli bulanık bir biçimde olursa olsun, bir bilinçlenme doğar başkaldırı eyleminden; insanda insanın, kısa bir zaman için bile olsa özdeşleşebileceği bir şey bulunduğu konusunda bir sezgi, birdenbire göz kamaştırıcı oluveren bir sezgi.

(...) Sabrın yitirilmesiyle, sabırsızlıkla birlikte eskiden benimsenenleri de kapsayan bir devini başlar. Hemen her zaman geçmişe-dönüktür bu atılış.

(...) başkaldırı , basit yadsımada olduğundan çok daha ötelere uzanır. Karşısındakine tanıdığı sınırı aşar, kendisine bir eşit olarak davranılmasını ister.




(...)Bilinç, başkaldırıyla doğar."


albert camus

bum bum şabalap

nisan ayında bi kar tanesi olacak den haag'da.

küresel ısınma değil bu, geldi içimden.
meraklanmayın, tahtalara vurun, boncuklar takın.
işte binyıllardır ne yapılıyosa yapılsın..
aksilik istemiyorum.
o kar yağmalı nisan ayında! o kadar!!

4 Mart 2007 Pazar

müthiş mut!

süper bi haberim var.
hani böyle sevdiği çizgifilm başlamak üzereyken iç gıcıklatıcı bi bekleme sevinci yaşayan çocukluk halleri gibi. o kadar süper bi haber ki, nazar değmesin diye haberi kendime bile söylemiyorum.

ama yani

lay lay loomm!!! hoptiri lay lom!! güneşler açtı kkuşağı kaplandım.
ama hişş.. henüz belli diil.. hişşş...
havaya girme deryik daha diil.

demin ters takla ve üçlü salto attım, görmediniz.

suşilenmek

efendim suşi yaptım bugün ben. biraz kore usulü oldu ama güzel oldu. hatta komik bi şekilde bütün gün pirinç içinde geçti, artık görmek istemiyorum. dünden kalan "türk usulü pilav"a aklınıza ne gelirse ekleyip akdeniz mutfağı karması yapıp yedik. o gazla suşi roll geldi akla... e hadi madem, bi kazan kaynatalım. malzeme sıkıntımız yok, siz sos söyleyin ben göstereyim... kazanlarca pirinç haddinden fazla lapa halde kaynatıldı, susam yağı koyduk galiba, o kısım biraz kopuk... salatalık, sosis, havuçgillerden; ama ne olduğunu çözemediğim bi sebze, omlet şeritleri vs koyduk içine, sar sar sar... sonra kes... otur afiyetle ye. çok eğlendim. sinir bozucuydu.

koreli arkadaşım, salatalığın en sulu orta yeri var ya, onu kesip atıyomuş "yenmez" diye. karnıma sancılar girdi, çok eğlendiler. zaten salatalık denen güzelim şey 45 cm, kolum kadar burda. tek tek jelatinlenmiş ve etiketlenmiş olarak satılıyo, patlıcan gibi. bi tek patlıcan alıyosunuz, fiyatı üstünde. kabus. kokusuz renksiz ve fabrikasyon... pırasa mesela, bi tane almaya kalktık, sonra vazgeçtik. hiç doğal durmuyo. kalınlığı yumruğum kadar. beni korkutuyo. hani "ner yersen osun" lafı çınlıyo beynimde. bu milletin hepsi donmuş gıda bu hesapla... tek tip ürünler serisi. neyse...



bu arada, çok ulvi bi sorum var: burda S, M,L ve XL olmak üzere 4 BOY YUMURTA satılıyo. reyonda bunu fark edip dehşete düşünce resmen 15 dakika boyunca hepsini açıp karşılaştırdık. evet efendim, standart bi ölçü var her boy için!!! yani tavuklara mı yumurtaya mı bi şi yapmışlar, yoksa toplayıp sonra mı ayıklıyolar? nasıl bir hastalıktır yahu -- hepsi eşit boy ve kıvrımda yumurtalar... delicesine el değmiş tarım ve hayvancılık. hiç sevmiyorum. hani çift sarılı yumurta hesabı girmemiş allahtan işin içine, sistem çökecek.. bunun yanında bi de yeşil pakette "ekolojik yumurta" var. diğerlerini ne yumurtluyo bilmiyoruz bile yani.

elmalar, dolmalık biber... geriliyorum. güya ilk dönem aşmıştım bu sebze reyonu depresyonunu ama hayır işte; yine çıkıyo. çok aynı ve suniler. meyve sebze değil bunlar, nasıl anlatsam... hepsi birer ürün!! üretilmişler, yetiştirilmemişler... yumurtalar bile.

pazara gitmek gerek, üşeniyorum hava rüzgarlı. puf puf.

ne diycektim, unuttum. öyle kalsın.

bugün 5 saat pirinçle oynamak yerine nepal araştırmamı, doğal kaynaklar ve kadın araştırmamı bi hale yola koyabilirdim. ders çalışabilirdim. hayır ama; kuru yosuna pirinç sardım. doğu asya mutfağında emek ve pirinç olucak tezimin konusu.

sahi bi tez vardı, noldu ona? nıhahaha... kendi tezim için gerekli araştırmayı yapmayı düşünmüyorum bile. oha mart gelmiş yahu. sonrası nisan, sonrası ilkbahar yaz sonbahar kış. sonra 2008 bi bebek olarak gelir, 2007 yaşlı bir dede olarak sahneyi terk eder.
dünya hızlı dönüyo.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker