29 Temmuz 2007 Pazar

599

efendim 599. yazımmış. evet yuh bana.
600. yazıya dek en az bi hafta yokum ben. deryik at-ta gidiyo, gezicek. bi anne bi kardeş alıcak yanına. gez gez öl. sonra bi bakmışsınız, Ankara'dan bildiriyorum. vay ki vay. yaparım bilirsin. susuz yaz. bi hafta sonra bendeniz karpuz ve beyaz peynir.


falaaaaaan fülün.

28 Temmuz 2007 Cumartesi

58,882 gitti 237 kaldı

Kardeşinizi seçin dostlar!!! Seçtiğiniz kardeşinizle bağınız olsun. banka hesap numarasıyla adı- yüzü olmayan birine para göndermeyin, mektuplaşın, bir de defter iliştirin belki... Yaz sıcaklarında bunaldım diyenlere iç ferahlatan bir sorumluluk önerisi sadece. Bu seferki yardım cebinizden çıkan üç kuruş değil, kalbinizden, elinizden çıkacak emek. kampanyayı duymuşsunuzdur belki, şimdiki hedef anladığım kadarıyla 100 bin çocuk.



ayrıca kitap/ giysi yardımı yapmak isterseniz de sanırım en etkili yol bu. anasayfada destek isteyen öğretmenlerin irtibat- bilgi notları var, birebir temas mümkün. organize olun, koli yapın, gerisini PTT'ye bırakın. durum bu.

tek kişilik bir girişimin başarısı başlıkta yazılı zaten.
yaklaşık 59 bin çocuk.
bugün tam 6 çocuk daha kardeşini bulmuş.

hani umut diyodum ya, Cengiz Tünay diye biri var işte. iyi geldi. tek bir (1) kişinin 30 günde 200 çocuğa yardım ulaştırabilmesi, üstelik bu kişinin eğitimci falan değil, istanbul'da yaşayan bir (arkeolog-gazeteci) fotoğrafçı olması ne güzel değil mi? site neyi nasıl yapacağınızı teker teker izah ediyor, bir bakın lütfen.

hani bi seferlik yardımın sürdürülebilir olmadığını, yapısal sorunların baki kaldığını cart curt... biliyoruz. ve lakin bu koliyi yapıp yollayacak adamın o sorunlara duyarsız olmayacağını da biliyoruz. e o zaman?

Kurtarılmayı bekleyen çocuklar değil, biraz desteğe ve saygıya ihtiyaç duyan bireyler görmek gerek bence bu tip yardımlarda. Acımamak gerek; onların uzak kaldığı politik karar çemberlerine bir adım daha yakın oluşumuzun sorumluluğunu yerine getiremediğimiz zamanlar için utanmak ve telafi etmek gerek.
Kendi haline şükretmek için başkasının yokluğunu kullanmak ya da vicdan aklamak için değil, hak edenin hakkına kavuşması için. Bir kez daha, neden ilkokul öğretmenlerine taparcasına saygı duyduğumuzu hatırlamak için...

eee... öhöm: Boğaziçi kampüsü içinde bi PTT var, söz meclisten dışarı... hani yaz okuluna kalanlar vardır falan... öhöhö...

bu arada, Ankara'da olup elinin altında sağlam halde, yırtığı falan olmayan ilköğretim yaşı için kitap bulunduranlar varsa... bana bi mail atın kuzum (bkz profil bilgileri). sadece okul kitabı değil, pıtırcık serisi lazım bana. küçük prens lazım, gülten dayıoğlu... ayrıca lise seviyesi kitaplar. benimle sahaflarda kitap avlayacak adam lazım. hain planlarım var. 5 ağustos'ta gelip 2-3 gün kalıcam ankara'da; ama bakalım... işe yarama ihtimalini seviyoruz.

"kitap yok elimde" diyenlere: atkı-bere-eldiven (mevsimi değil demeyin). terlik/ ayakkabı. çorap. defter kalem (ve kalemtraş tabii ki). cetvel. silgi. belki bir ufak şeker, sakız. yaz için şapka. öss /kps hazırlık kitapları, olmadı gazetelerden çıkan testler. sözlük ve yazım kılavuzu. gazetelerin kuponla verdiği o meşhur ansiklopediler. kızlara bilezik erkeklere misket.. ne bileyim... düşünün işte. yara bandı, oksijenli bez bile olur. ilkyardım dolabı boş olmasın.

ah keşke doğan kardeş hala yayınlanıyor olsaydı...

27 Temmuz 2007 Cuma

la bruja











eveeet tahminler doğru idi, la bruja...:şehir olarak brujas. brugge. bruges. brüj. oturup kolaj da yapardım (türk millettii çalışkandııır) ama yanlışlıkla paint programını yok ettim. gitti. idare edin. UNESCO'nın koruduğu kadar var, hani yolunuz düşerse uğrayın. Kuzeybatı avrupa mimarisinin özeti, on yüz şehir görmeye gerek yok, üstelik bira ve çikolata fabrikası gezmek mümkün.




not: çikolatası ve birasının yanında danteli meşhurmuş efendim. "bride street" adlı mekanda nefes darlığı çektim, çeyizimtrak ve pek de ahım şahım olmayan bi dantel öbeği. gördüğünüz üzere şişeye bile.. tövbe tövbee... dantelden minik bi kelebek vardı yaka iğnesi. o hoştu bak.
oyuncakçılar ve "fonksiyonsuz minik obje" dükkanlarında kalbimi bıraktım. elimde hiç cadı fotoğrafı yok niyeyse, yer gök cadı peri cüce biblosu kaynıyodu oysa
Tenten dükkanı.... geri dönüciim. bu sefer kaçış yok.

26 Temmuz 2007 Perşembe

kolombiya

bugün ben 20 kişilik (sanırım 17si kolombiyalı) bi grubun içinde, minik bir meydanda, kolombiya için barış istedim. Terör bitsin istedim. Yıllarca kaçırılan binlerce insan bırakılsın istedim. FARC içindi. kolombiya'yı acıtan terör bitsin. 20 kişi, 3 bayrak ve bir akordeon eşliğinde, "kolombiya barışı kucakla" yazısının altında, bir ufak şarkı söylendi işte. herkes minik bi not yazdı, belki gönderilir, kim bilir? gönderilsin diye yazmadık ki.

benim niye gözlerim doldu, burnum kızardı bilmiyorum. oysa meydana yürürken marisol'e dönüp "olay nedir niye gidiyoruz" bile dedim, öyle bi ilgisiz bilgisizdim. Ama oraya gidince... başka bir şeydi o. düşün, ülkesiyle arasında bir okyanus var. karşısında bira içip yemek yiyen ve arada bi başını kaldırıp beelki gülümseyen hollandalılar. kimsen yok. ve bu grup minik bir halka olmuş, neredeyse kendi kendine konuşur gibi.. hepsi gülümsüyor. hepsi gerçekten barış istiyor. Kimsenin duymayacağını bile bile 20 kişi, ah bi de ben, biz barış istedik kolombiya için. ben gizliden sizin bizim için de istedim. sonra ufak bi açıklama yapıldı ingilizce ve ispanyolca:

"biz burada toplananlar, bu acının artık bitmesini istiyoruz. biz barış istiyoruz ve çözüm bekliyoruz. biz burada toplananlar sorunun yıllardır görmezden gelindiğini biliyoruz ve artık adı konsun istiyoruz; çünkü inkar çözüm değil. çünkü inkar 20 yıldır işe yaramıyor."

inkar çözüm değil. ne basit di mi? yokmuş gibi yapmak... çözmüyor.

sahi, yarın bi barış yürüyüşü olsa, kafa göz yarmadan, birbirimizi kesip üstüne de polisten dayak yemeden, sahiden içimizden gelerek barış isteyebilir miyiz?

sahi, biz barış ya da huzur istiyo muyuz? hepimizin bir kara kaplısı var, içinde biraz kin biraz kan olan. o deftere sarılmışız sımsıkı, herkesin cümlesi "ben isterim ama...". amamız ne kadar çok. ama ya o? ben değil örtmenim, o yaptı. biz bahanelerle doluyuz işte, göz oymadan barış isteyemeyecek kadar bahanemiz var. hepimiz barış isteriz; ama barış için savaşmayı tercih ediyoruz.

çünkü türkiye dünyada terör yaşayan tek ülke. en büyük acıyı biz çektik, en büyük kaybı biz verdik, biz neymişiz be abi. uzlaşamayız, değmez. dış mihraklar bi bize işliyor, kimlerin parmağı yok ki... hem sen onu bilmezsin, kazık atar. en büyük kazığı biz yedik ya hani, ondan. en askeri darbeyi biz yaşadık, en etnik sorunlu biziz, en kimlik kargaşaşı tabii ki Türkiye. 7 cihanın merkezi sandığımız minik Türkiye... kendi tarihini yüz kez okumaktan dünya tarihine cahil kalmış ülke. uyuşturucu tekeliyle gelen terör nedir, bilir misiniz? ama ah doğru, en büyük acıyı biz çektik, en ıslak gözyaşı bizimkiydi. biz hakikaten neymişiz be abi...

hepimizin kara kaplısı o kadar kara ki barış kaybolup gidiyor içinde. biz bir akşamüstü okyanus ötesi bir yerde, misal, kore'de, kosta rika'da ya da nijerya'da 20 kişi bi araya gelip "barış istiyoruz" diyemeyiz. o 20 kişiden kimi kürt, kimi has türk, kimi solcu, kimi merkezci kimi çikolatalı kimi meyveli... karışamayız biz. ı-ıh. inadımız inat. en büyük kavgayı biz verdik, uğruna ölünecek en vatan bizim vatan. ha dünyanın geri kalanı mı? gerzek onlar. ya da düşman. bilmiyolar. ne acılar çektik biz, onlarınki patlıcan.

sanırım ben o 20 kişinin kolombiyalı oluşuna ağladım.
bi mail alsam "'türkiye barış istiyor' yürüyüşü" için mesela, ardında kim var, kim ne slogan atar, polis bi temiz dalar mı, kim ara gaz verir de ortalık savaş alanına dönüşür diye düşünmez miyim? düşünürüm. buna da ağladım işte. o çok güvendiğim umudum var ya hani geleceğe dair, sanırım yavaşça çekiliyor kanımdan. kimseden şüphe etmeden sadece barış isteyebileceğimize inanmadım bugün ben.

ilk kez çok korktum umudumu yitirmekten.
ya da şöyle diyeyim:
onlar kadar umutlu olamamaktan korktum. ilk kez.
o gülümsemeyi görseydiniz...
"buraya geldim; çünkü önemsiyorum" diyen gülümsemeyi.

ne komik, belki de videoyu izlediklerinde gözleri kırmızı kıza bakacaklar ve sonra o saçı örgülü olan, "iyi de bu kız tüüürk" diyecek. halbuki ben "evde umut bitmiş, annem siz de varsa bir fincan verir misiniz diye sormamı istedi" desem? anlarlardı belki.





sahi, söyledikleri şarkı neydi?
kolombiya kolombiya,
hadi sen de şarkıyı söyle
kolombiya kolombiya
sevginin ülkesi...

tesa

şu an bir café'de ödev yapıyo olmam lazım. Café kısmı tamam da, damardan bağlama ezgileri başladı bi anda. Birazdan Arif Sağ bile duyabilirim sanki. Artık Türkiye'yi özlemekten yoruldum. burası 18-2o derece, herkes botlu herkes yağmurluklu. Bağlamayı şu an sadece ben duyuyorum. İlk kez bağlama sesine burnumun ucu sızlıyor; hani özleyecek bir köyüm bile yok ki benim. kaç kere oturup bağlama dinledim hayatımda, o bile meçhul. Zeycan'la dinlerdik sanki? uydurdum mu acaba? Bak sesini kıstılar... Hem köfte var burda. Ortada hiç Türk yok, olursa bozulacak gibi zaten. ben ve bağlama, şu an o kadar iyiyiz ki. Bu café'nin sahipleri latin. Çaydanlıkta çay veriyolar, poşet sallamadan. Ucuz hem her yerden. 10 gün kaldı ve 2000 kelime. bugün kolombiya'daki şiddeti protesto yürüyüşü var, saat 7'de sanırım.

Bir gün buralarda biri omzuma vurup "afedersiniz, ne dinliyorsunuz sorabilir miyim?" diyecek, ben "ay çok mu yüksek, rahatsız mı ettim?" diye telaşlanıcam. sonra o kişi "yok, çok beğendim de" diyecek. "Müzeyyen Senar- Agora Meyhanesi" diycem ya da "Zeki Müren- ah bu şarkıların gözü kör olsun"... Tanju Okan da olur... sonra, sonrası yok. bu kadar.

bitti işte şarkı.


>puf<

25 Temmuz 2007 Çarşamba

istifa ishali

Deniz Baykal'a yapılan istifa çağrılarını anlıyorum da, gazetecileri istifaya daveti anlamadım ben. Tarhan Erdem'in anketine "yuh artık bu kadarı da olmaz" diyenler vardı, "satılmış" diyenler vardı, tamam. istatistik ilmi irfanı nedir, örnek nasıl belirlenir falan bilmiyolardı, hislilerdi, o da tamam. iyi de zaten her gazetecinin bunu bilmesi gerekmiyor ki? yani bir duygusal boşalmayla hakaret yağdırmış olmalarının açıklanacak kısmı yok ve tabii ki özür gerekir.... ama "işinizi yapamıyosunuz siz de istifa edin" demek abes. Bu hesapla "okuyucu yorumları" altında atıp tutan onlarca adamın da gazetelere üyeliği kesilsin, istifa etsinler yorum bırakma koltuklarından.
hani biri sistemin üstüne tüm haşmetiyle çökmüş, hareket vakti gelmiş bi eski siyasetçi... tamam. biraz da işte suçlu bulma sevdasının yeni favorisi; "CHP ne yapamadı" sorusuna bakmaktan "AKP ne yaptı"yı görmeme hali... de köşe yazarı kısmını anlamadım.

istif istif istifa.


hükümet istifa. yönetim istifa. istifrağ resmen. istifa etseler ne olacak kuzum? Bi gül, bi de sarıgül, el el üstünde oturucaklar işte mecliste. yeni bi şi yok ki.

günün favori cümlesi: "bu millet bu iktidarı sevdi, böylesine satılmış". pardon kuzum da, iktidar olma prensibi zaten en yüksek oyu almayı gerektirmiyo mu? yani "sevilme"den iktidar nasıl olsun? sanki gökten indi adamlar. iki kez.

seçici demokrasinin hastasıyım. oylar arası hiyerarşi: cahil halk ve aydın halk. satılmış oylar ve satılmamış oylar. bi dahakine damga vuralım, satılmış olanlar çeyrek sayılsın. hoş o zaman da meclise girerlerdi, tahminen koalisyon ortağı olurlardı. e yani? bi düşünmek lazım konuşmadan önce. "bu halkla yola çıkılmaz"mış. lafa gel. tabii, "öğrenciler olmasa maarif çok güzel olurdu" zaten. halksız bi demokrasi de en alası. abidik gubidik laflarla politika yapmak siyaset fakültelerine hakaret, 4 yıl dirsek çürütüp siyaset tarihi okuyanlara hakaret. demokrasi dediğin şey işine gelmeyen sonucu verince küfür yağdırılacak bi şey değil ki. yersen. ha tamam, boğaza takılıyo olabilir, o başka.

insanların "cumhuriyet elden gidiyo", "şehitlerin kanı yerde kalacak" fikriyle oy vermesini beklemeyi anlıyorum, buna ideoloji denir... ve lakin anlamadığım, cebini ve karnını düşünerek oy verenin ayıplanması, "satılmış" ilan edilmesi... hani ben mi yanlış biliyorum, bu doğal değil midir? ideal olandan bunca yıl sapmış olmamız boş vaatlere olan zaafımız, karın doyurma umudu, seçim öncesi bi gıdım toparlayan ekonomi yanılsaması, biraz da nabza göre fikir sosu olmadı mı? bir partinin ekonomik program paketi en ağır topu değil midir seçimlerde? milletçe sağ ne sol ne tam olarak bilemeden nasıl "ideolojik" oy kullanalım ki? nasıl bir gerçeklikten uzaklıktır ki insanların seçimde geçim görmemesini beklemek? "o dediğin ne, yeniyo mu" derler adama. AKP'nin başarısı kime göre neye göre ne kadarlık başarı, onu bilmek lazım. cidden. başarı göreceli bi şi. kim ne görmüş ne gösterilmiş, öncelik neye verilmiş...

onu da geçelim, koskocaaa bi "political business cycle" teorisi var (siyaset-iş döngüsü mü ne türkçesi), pek şık açıklamakta "ekonomik beklentiler- seçim oyları" ilişkisini. bi kişi bile mi duymamış? iktisat mezunlarından game theory duyan da mı olmamış? ööeeh yani. balık çiftiklerinin kararı bile "hele bi seçim olsun bitsin" diye askıya alındı yahu. her şey oy için ve bunda teknik olarak bi sorun yok, vicdanen var.


şimdi bendeniz bi an önce hükümeti kursunlar, çevre ve turizm bakanları belirlensin telaşındayım. nolur değişmesin bürokratlar yahu. nolur yaa... eylülde değiştirin, bi ay sıkıverin dişinizi. bireysel kaygılar havuzu. turizm kesin değişecek.. oof of.
dizaynım onaylandı, geliyorum güle oynaya 10 vakte kadar. ropörtajı yapılmamış göbekli ve bıyıklı amca kalmayacak. nıhohhahaha.

23 Temmuz 2007 Pazartesi

farfar

tez dizaynım bitti. yolladım gitti. hocam anında okudu, yarın artık beni över mi döver mi görücez. ben daraldım, arada bi aydınlandım. tek bir imza istiyorum; ama bunun için yalvarmayı yediremiyorum. bitse de gitsek. güneş açsa. yollar ne güzeldi, tren istasyonlarında yanınızdan geçen kişi hayatınızı değiştirecek kişi olabilir, o göz göze geldiğiniz minicik anlardan bi amelie, bi eternal sunshine falan feşmekan çıkabilir. yorgunluktan saç baş dağılmış ve bol tulumunuzun içinde en aseksüel halinizle şemsiyenize söverken size gülümseyen bi şahıs iyi gelebilir. ya da 4lü koltukta karşınızda oturan ve uyurken ağzınızdan akmak üzere olan salyayı seyre dalan kulaklıklı şahsa ikinci kez bakmamanız büyük bi hata olabilir. olasılık hesapları üssü.

bileğe kuvvet, icabında tavan seyrederek aydınlanma. bitecek bu akademik zımbırtılar.

şu ülkede en sevdiğim şey gay bar ve cafélerin girişinde gururla dalgalanan gökkuşağı bayraklar. PACE! kocaman devasa. sevdiğini sokakta öpebilen insanlar; cinsel tercihlerinden bağımsız. sevgi gösterilerinden gerilmek ne komik di mi? yani siz birisini uluorta öpünce ayıp oluyo. çocukların gözleri kapatılıyo cık cıklanıyo falan. ayıp çünkü. komik bi şi aslında... sevgisini gösteriyo, ayıplıyosunuz. evinde göstersin sevgisini, ne bu bööle ortalık yerde... aile var. aile var burda ve sevgi görmekten hoşlanmıyo. aile dediğin sevgisiz bi şi mi yani? çocuğunun yanında eşini öpmeyen insanlar var mesela. nedir, travma mı geçirecek çocuk sanki?

bir benzer durum da sokakta gülmek. ayıp, ortalık yerde kahkaha atılmaz. ağır olucan. kahkahadan rahatsız olan ruh hastaları olabilir. as yüzünü kır dizini sil rujunu. öpme gülme sevme.

dışarda yağmur var rüzgar var fırtın fırtın.
sonra bi de işte kentsel yoksulluk bödösü, sonra bi süre şalter indir. amsterdam'a git gez. hava 18-20 derece civarında.

yatakta vakit öldürmeyi çok seviyorum. hatta tuvalette dergi/kitap okumayı sevdiğim kadar seviyorum, yok daha çok. kitaplıklı maison française banyosundan bahsetmiştim di mi? evet etmiştim. arayıp bulun. böyle olduğum yerde yatiym, bakınız sıkıntıdan kendi kendime fotoğraf çekmekle kalmayıp rengiyle falan oyniym, bilgisayar yanımda, meyve suyu kol hizamda olsun. nedir yani? hava bok gibi zaten. bi de battaniye olsun. azo benle gurur duy, virginia woolf bitirip sevgi soysal'a başlıyorum falan. delicesine.

abidik gubidik meyve suları içiyorum. zaten şunu fark ettim, bizim meyve çeşitlerimiz çok sıradan. nedir yani şeftali armut dut kayısı falan. millet "ay guava suyu alalım" dediğinde ve ben "neyi hönk?!" dediğimde "ay yazııık bunun memlekette yok tabiiiğ" cevabı gelince üzülüyorum atam. ben de "bizim beyaz kirazımız var bi kere, sonra can erik var bi kere hıh" diyorum. "hı hı, hı hı"layıp gülüyolar, sırtımı pat patlıyolar. geçen gün lychea mi ne, bi şi suyu içtim. bilmediğime inanamadılar. resmen ekvatorun fazla kuzeyinde kalıyorum. bana mango falan seçtirip eğleniyolar, burda armut kadar bol zaten (yaşasın "çevreciyim" deyip deniz aşırı meyve taşıyan zihniyet). şimdilik bayaa bi yenilgi halindeyim, zebille bilmediğim meyve var ve lakin herkes benimkileri bilmekte. işte "eriği tuzlu yiyoruz" falan diyorum, fasulyeden puan topluyorum.

kemikleri seviyorum. insan vücudundaki yani. bazı kemikler çok estetik oluyo. misal köprücük kemiği. ya da misal, kaan tangöze'den de bildiğimiz sevdiğimiz (zeynep'e selam) çıkık kalça kemiği (ya da basen civarında görülen o çıkıntılı kemiğe ne isim veriliyosa o). el bileğinde çıkık kemik oluyo, o da hoş arada. ince uzun eller hep güzel. burun dediğimiz zaten kemik uzantısı bi kıkırdak. bi de boyunda bi çukur oluyo, ki ingiliz hasta'yı izleyen herkes bilir ve sever o çukuru, o da kemik işi mesela.

yine aynı sebeple sanırım, ayak bileklerine karşı takıntı sınırında ilgim var. kadınların ayak bileklerini inceliyorum, erkekler kusura bakmasın geneli çirkin, hem zaten görmüyoruz ortalıkta pek. ince bilekli olmak illa güzel bilek anlamına gelmiyo, garabet ayakkabılar ve bilek-ayak oranı meselesi. ayrıca kalın bilek de illa çirkin bi şi değil.

resmen üşüdüm mutfakta. gidip uyuma vaktidir sanırım.
saçımı kestirme hasretindeyim.

22 Temmuz 2007 Pazar

gitgel

dün çok sevgili kızıl kafalı, bol çilli çatlak perulumun 30. yaşını şenliklerle kutlamak, o çok sevdiği periymiş cadıymış, allah ne verdiyse bolca görmek için yine united colors of benetton halimizle bi masal diyarına gittik efendim. masal diyarı diyosam yalan değil, resmen bi köşeden hansel ve gretel çıksın diye bekledim, bi dahaki sefere artık. 1 gece kaldık ama zaten minik bi yer.
gittiğim yerin ispanyolca adının diğer anlamı da "cadı".
siz düşünün ben tırnak yiyerek tez dizaynı yapıyorum.

haftaya yine gidicem oraya. hep gidilebilir zaten.
arada daralınca dar sokaklara.
biracı dediğin yer 400 çeşit sunmalı. öhöm.


seçimler evet. yazasım gelmiyo. beklenen sonuçları alınca dehşete düşen politikacılardan bıktım.
misal Ağar, biraz harakiri gururu taşımakta, biraz da gol atamayınca mızıkçılık yapıp maçı bırakan ufaklık tadında. CHP şok olmuş falan... daha dur, "bağımsızlar VS MHP" maçı var, bir arada hareket etmekten aciz muhalefetin nasıl da hükümetin işine geldiğini izliyciiz. muhalefet sanatında bunca yıl uzmanlaşmış yegane parti olan CHP dansa kaldırılmamış genç kız hüznünde. Ya çabuk atlatırlar ya da beklediği sonucu almanın verdiği rahatlıkla önündeki maçlara hazırlanmaya çoktan başlamış bir takımla karşılaşırlar. Muhalefet olması kesin (ve hatta muhalefet olsun diye oy verilmiş) partilerin bu hüznü bi abes. adet yerini bulsun diye heralde, bu kadar kör olamazlar.
Herkesin tek derdinin cumhurbaşkanı seçimi olması en komiği. Sanki "cumhurbaşkanını seçme komitesi" seçtik, hay allahım... neyse, siz altın vuruş yaptınız bu seçim işiyle, ben de işte "tezim etkilenmesin nolur" duasındayım, günü kurtarıyoruz ne hoş. çok gezdim mutluyum, kafam dağıldı, tıkır tıkır yazmaktayım. buna da laf ederlerse dalıcam kafa göz, hohoyt, üstüne de bi efes çakarız.

hey barmen bana bir bira, yanımdaki fıstıklara da bi tekila madem. içelim güzelleşelim. trenler çok güzel şeyler, hele bilet kontrolcü amcaların şapkası çok güzel. "ya sokakta kalırsak" diye yün kazak taşımak da güzel. sokakta kalmayınca "boşuna taşıdık" dememek de güzel.

işler tıkırdıyor yavaş yavaş.
ispanyolca cadı. acaba nedir nedir.
foto gelicek ama zaman kazanmaktayım. hehe.

20 Temmuz 2007 Cuma

gel gidelim güneylere yenilenip dinlenmeye

aynen. ve lakin bu ülkenin kuzeyinde deniz var, güneyinde kara. güneyine gidiyorum inatla. bir günlüğüne belçika sınırına. heyecan olsun diye sınırı da geçebilirim, maksat ekşın. ödev ya da tez dizaynı kısmında manasız bi rahatlama var, boşverdim ("olanla ölene çare yok" da denebilir. ama biz lisedeyken "göte giren şemsiye açılmaz" derdik. hatta birileri "sikilen götün davası olmaz" bile derdi, ben kulaklarımı kapar laaa laaa laa der terbiyemi korurdum. küfür dediğin şeyi bipleyerek yazmayı anlamıyorum. sen biz onlar aynen öyle kullanıyoruz, deforme etsek dahi anlaşılıyo. "popo deme evladım toto o" gibi bi şi yahu. bu bi gazete küpürü değil hem ve şu satırlardan sonra bloguma gelecek zihinler: porno vaad etmiyorum).

yani işte günübirlik gitmiş gibi yapıcam ki dönüş depresyonum da olsun. arkadaşlarım "iyi gelicek" diyo. bense "allahım niye trendeyim niye ders çalışmıyorum" lensleriyle yola çıkıcam. çapak yaparsa çıkarırım artık belki eğlenirim bile. deniyoruz kuzum. azim işi bu. deneyanıl.

dün kumsal güneşaçtıbizdeaçıldık insanlarıyla kaplıydı. mayolu veya hatta mayosuz onca insan arasında (ki çoğu eve güneş yanığıyla döndü) "üşüyorummm" diyemedim, kısa kollu bi bluzla havamı korudum. ve lakin hakikaten sıcaktı biraz, hatta denize soktum ayaklarımı. sonra bi baktım, enteresan bir sahne: kimse yüzmüyo ama herkes suda. efendim burda deniz sığ, yürü yürü omzuna gelmez, öyle monoton öyle sıkıcı. millet de "aay ne soğuk oooy ne fena" diyerek dalgalara karşı yürüyo, her dalgada çığlık atan ergenler var. sonra belli bi mesafeye gelince duruyolar. arada bi suya girip çıkıyolar. böyle ayağı yere değen martılar gibi duruyo efendim insanlar. demek ki neymiş, "denize girdim, yüzmedim, öööölece durdum" hali uluslararası bi şiymiş. bi de tramvayın güneş yağı ya da koruma kremi kokması kadar güzel bi şi var mı yahu? yaz gelmiş.



ve gitmiiiş... şu an tabii ki bulutlu. tabii ki yağışlı. ibreti alem için bikaç gün önce SABAH saat 11'de çekilmiş bi foto koyuyorum. odam burası efendim. karanlık diyorum, bulutlu diyorum, acıma bekliyorum. kış aylarından çıkamamış eskimo gibiyim.

baskın oran'ın seçim kampanyası konuşuluyomuş. yahu bi parti var, hiç bi kampanya yapmadan %11'le meclise giriyo radikal'e göre; ama partileşmesinin önünde bir sürü engel var. genel adıyla kararsızlar, aslında 7 cüce tadındalar: bıkkın, sıkkın, umursamaz, üşengeç, şaşkın, tatminsiz.... yani işte bu alt-kimlik bölünmeleri de olmasa koalisyon ortağı bile olurlar bence.


falaaan filaaan.

17 Temmuz 2007 Salı

tıp pıt

hayatta en zevkle izlediğim şeylerden biri karşıma geçip ne kadar da hayat dolu olduğumu, aman da aman nasıl da her daim neşeli, pıtırcık, güleç bık bık bi şi olduğumu, onlara enerji/neşe verdiğimi söyleyenler.
ha öyle değil miyim, öyleyimdir belki de.
bazen arada. dışardan yani. bi suçları yok. en dibimdekiler bilemedi bazen.

ve lakin bilen biliyor, depresyon eğilimiyle yasak aşk yaşayıp "kronik hüzün" adlı bi çocuk doğurmuş gibiyim bazen. siz ingilizler nası diyo, "mood swing". aynen yani, sallan yuvarlan bana ruh halleri. yumurtalığıma bağlı olan aylık bir döngü durumu yok. sallanıyorum mütemadiyen kafamın içinde. iniyorum çıkıyorum, ben bunu hep yapıyorum.

sessiz ve derinden geliştirdiğim boka batma, saplanıp kalma, son anda çıkma hallerim bazen kendime bile söylemek istemediğim şeyler yaşatıyo bana. herkes kendini arada bir formatlıyor di mi zaten? hayır birini öldürmedim anne, masum değiliz ve ben kendimden bıkkın. hani akademik kaygılar duyduğum yegane an şu an heralde, onu da sıfırladım, bakınız bi bok yapmış değilim. kaygılar havuzu: boy ver deryik.

insan kendi hayatına uzaktan bakınca, sinemaya verdiği para ucuz bi hollywood komedisiyle ziyan olmuş gibi hissetmemeli. komedi evet.

ah mon dieu herkesin hayatı ayrı bi acıların çocuğu fragmanı değil mi zaten? hani daha önce de demiştim, komik geliyo bana acıları yarıştırmak. herkes birey birey depresif, herkes illa ki kalabalıklar içinde yalnız ve başkasının kalabalığı olmuş, farkında değil. ama sana ama bana. hep birbirimize en bi depresif ben. yok hatta depresif/bohem hippiler tadında: "dünya boktan ama ben acılar içinde filizlenen bi çiçek çocuk".

şu ara şalteri indirmek üzereyim, uzun süreli. tutuyorum. 15 günüm kaldı. 15 gün sonra ailece gezmece. iyi mi gelir kötü mü bilmiyorum. daraldığım anda ilk trene atlayıp artık avrupa ne imkan sağlıyosa basıp gitmek üzereyim. bugün hatta tramvay bekledim istasyona gitmek için, gelmedi. o fikirden de sıkıldım, yoğurt alıp eve döndüm. sıkıl sıkıl nereye kadar.

hayatta en korkunç an birilerini dinlemekten vazgeçtiğim an. duymaktan. Sanırım gerçek anlamda 1 kez yaptım bunu, en yakınıma. kısaca mute. 3 de olabilir gerçi. Sesi kapatıyosunuz, duyuyosunuz ama beyin işlemiyo söylenenleri. Perde iniyo gibi. Fonda uğultu. siz o esnada buğdayın taban fiyatını ya da Seda Sayan'ın yeni saç modelini düşünmek isterseniz, pek bi mümkün. Karşınızdaki kişi itirazlarınızın bitmesinden hallice çok bi mesut. siz o bitmeyen çene yarışlarınızın niye kesildiğini anlatmaya tenezzül etmeyecek kadar kendi kabuğunuzda, bıkkın. kabuk sanki kocaman bi ekran, siz önünde. Hani geceleri komşu evler ışıklarını yakar, siz onları görürsünüz onlar sizi göremez, öyle. Siz işte "hı hı evet tabii hahaha çok haklısın"larla saatleri devirip yeni dosyalar açıp eskilerini kapatıyosunuz, debelenmekten vazgeçip sadece "bitsin" istediğiniz anlarda. 2 saatliğine mesela, karşılığında yıllar boyu huzur için. Ha bu arada, gönül işlerinden bahsettiğimi sananlar beni tanımıyo demektir. Dosya açıp kapamak ağır bi iştir, çift mesai gerektirir.

Mute anları. en sevmediğim şey; ama hiç de pişman olmadım bunu yaptığım seferlerde. genelgeçer değerlere göre çok şey kaybetmiş sayılabileceğim durumlar, "aa çok ayıp" haller "has gerçeklikle modifiye edilmiş değerler kümesi"ne göre kazanç sayıldı. ha nedir, değer dediğimiz şey göreceli bi şi: deneme yanılma öğrenciliği.

ve lakin işte hayat denen nane bazen en beklenmedik yerde biten akbil, iş görüşmesi öncesi bastığınız köpek kakası, sevgilinize gülümserken görünen dişinizdeki yeşil şey, dans ederken kırılan topuk tadında. beklenmiyor, halledilmeyecek şey de değil ama sinir bozuyor. isn't it ironic misali. dont yu tink. düşün düşün boktur işin.

orman yangınlarını kimin kundakladığını bile bile "bilmiyoruz" ya bazen, hani kendi kendine yanıveriyor ormanlar... "sabotaj şüphesi". işte bazen hayatınızın 4 yerinde birden yangın çıkıyor, kendiniz yaktınız sanıyorsunuz. orman bakanınız da yok ki "yanık araziler işletmelere tahsis edilemez" desin... ağaçlanmak için bekliyosunuz, insafa bırakılmış, artık kimin insafı olursa.

böyle de gündem kaygılı benzetmeler hali.

halbuki 1 haftalık gidişler için 3 bluz bi pantolon yeterli. gidemeyişlerse bavullar dolusu. tren dediğin burdan 10 dakika mesafe.

dedim ya, şen şakrak cimcoz gülücük imajımı bazen gülünç buluyorum, gülümsüyorum, yaşam sevincime sayıyorlar. e madem, zaten herkesin depresyonu kendine şeker. kundaklanıyoruz mütemadiyen. tıp tıp tipi tip zamanlarından bi demet.

14 Temmuz 2007 Cumartesi

bedevi ve kıyı işgal sanatı

nefes alamıyorum.
akademik takvim tadında postlar yazmak istemiyorum; ama elimde değil.
tam bonibonları dizmişim...

benim planım bu hafta ödev teslimi yapmak ve yayıla yayıla okumak, 23ünde danışmanıma pek bi ala pek bi şık bi tez dizaynı vermek idi (ki kendisi bissürü bissürü teorik okuma demek), bi hafta boyunca karşılıklı didik didik edip ay sonunda kuş gibi hafif, karpuzlara, saha çalışmasına gitmek idi. zira son teslim tarihi 31 temmuz. öyle diyo akademik takvim.

ve lakin bölüm sekreterimiz (ve manasız gücü) dün evet DÜN e-posta yolluyor, aynen şöyle:

dizaynlarınızı 18 temmuzda sabah 9da bana teslim edin, sonra tatile gidicem gitmeden her şeyi bitirmek istiyorum. hem 19unda okulun bilgi işlem servisi kapalı olacakmış (sadece 2 gün!). gecikmezseniz sevinirim. hepinizi öptüm sevdim.

bu bi nedir yahu? benim danışmanım bu hafta burda değil. sınavlar yeni bitti. bu hafta ödev teslim haftası. insan 5 gün önceden mi söyler "tezinin dizaynını bitir" diye? kaldı ki niye benim 12 günüm yeniyo? hadi sonrasında yine görüştük ettik diyelim, bu 18indeki zımbırtıyı benim belalım fransız hoca okuycak, ikinci danışman. hani benim "küllerimden doğarım"vari "tembel; ama gururlu genç" çıkartması yapacağım, kendisine "affet deryik, hata ettim" dedirtteceğim kadın. şaka gibi. o tek kaş havada "yok monşer senden bi bok olmiyciik" bakışını- aaaah!

AAAAAAAAAAAAAAAAAAH. bitmiyo işte görüyosunuz. şunun şurasında bi zımçıkıçıkçık yapacaktım, ı-ıh burundan gelmece. bedeviyyet.

tarifi mümkün olmayan bi şi:
fobi haline gelmiş tez dizaynıyla 4 gün içinde yüzleşmek. her zamanki stressavar yöntemim devreye girecek: uyku. sonsuza dek uyuma. çok feci çok. ya da "doğal şalter indirme" yolu: tansiyon düşmesi, çarpıntı. süper.

hani başkası söylese: "nolacak ki prosedür bu, 12 gününü kullanıp en bi şıkını yolla hocalara, panik yok" derim ama ı-ıh, bekara karı boşamak kolay efendim. fobi diyoruz, boru değil.

zaten oturma izniymiş vizeymiş ordan da ayrı sorunlar çıktı.
beynim yoruldu resmen. yeter.aaa.

**********************

bu arada size halk plajlarının işgalini anlatayım mı? çok eğlenceli. hani normal insanların aklına gelmez diye bilgilendirmek istedim. "farkındalık yaratmak" ahahaha.
şöyle oluyor efendim en azından bodrum belediyesi sınırları içine giren yerlerde:

önce "halk plajına destek" adı altında bi güzel düzenliyorsunuz istediğiniz kısmı, sakız ağaçları budanıp kısaltılıyor ya da sökülüyor, kayalar taşınıyor. Ege tabii, kum yok pek. kışın oluyo bunlar, yazın yemez hem de kendi tatilinizi harcamak işinize gelmez. çakıl taşı taşıyıp denizi doldurarak kıyıyı genişletmek ya da tamamen beton setler yapmak tercihe kalmış. sonra bu hazırladığınız "el değmiş" kısmın etrafına dekor(!) amaçlı devasa saksılarla bi nevi hat çekiyosunuz ve sürekli "ay biz gelmeyin demiyoruz kiiii, gelirlerse gözlerimizle süzer kıçımızı döner pişman ederiz o kadaarrr" bakışlarınızla kuruluyosunuz yerinize. siz zaten kimseyi ulu orta kovamayacağını bilen, diş gıcırtadan kişisiniz. minik duvarcıklar beliriyor; düzenleme şekerim kimseyi kovduğumuz yok. yine arzuya göre ve genelde yapıldığı üzere "halk plajına hizmet" amaçlı boy boy devasa şezlonglar yığıyosunuz, bi de değnekçi başına. soranlara "ay ama şezlongları kim kolliycaaaak biz kimseye 'kalk o şezlongtan babanın malı mı' demek için adam tutmayız kiiii" diyosunuz. çok üstünüze gelirlerse "eee aman be kardeşim bi biz mi battık gözüne bak bütün koy parsellenmiş şurda 200 m'lik alan kalmış, git sen de kapa" diye carlarsınız, sorun değil. sonra birileri saf salak, "halk plajı burası ama ama halk" diye belediyeye gider şikayete, belediye "efendim onlar büyük siteler veya pansiyonlar, kyı işgal cezasını yıllık ödüyolar, zaten 1000-2000 ytl bi para. bi şi yapamıyoruz" der. HÖNK?! nası yani? kıyı işgal CEZASI bu, vergisi değil ki? yaptırım nerde hani? belediye çalışanı "abicim bak sen de topla komşularına üç beş kuruş, kendi kısmını kapa, kapanın elinde kalıyo zaten, evinin önünden denize giremez olursun bak" diye hinlik yapıp yardım bile önerir o saf salaklara.

nedir, o saf salaklar bu teklife tabii ki hayır der, "doğru olanı yaptım" diye sevinirler gizlice. doğrucu ve salak hissederler aynı anda. her yerde "tatata taa: halk plajııı!!!" diye duyurulan, ileri derecede yağmalanmış koyun halka açık yegane kayalıksız yerini, o son 200 m'yi kapamazlar. "ay ne var koyun batısı booş" diyenler bir kez olsun kayalardan aşağı keçi gibi inerek denize ulaşma çilesini yaşamamış kişilerdir.

o 200 mlik düzayak yer kapanmaz işte. işçisi, köylüsü, garsonu, çocuğu ordan girer denize. alt alta üst üste... minik bi kayrak taşı ve merdiven yaptırırlar, kıyıya iniş kolay olsun diye. mekansal dışlamanın doruk noktası, o minik saksılarla kendi şezlonglarını kuşatan hanımteyzelerin "hişşş çocuum çocuumm öteye git bakiym, görmiym senin halk halini" söylenmelerinde yaşanır. arada birbirlerine bakıp "ay ne iyi ettik de yaptırdık burayıııı, bizim siteler çok tepelerde kalıyodu canım, verdiğimiz paraya değiyo şimdi" derler. is kokulu, kızılağaç yanığı sitelerin bitmek bilmez yağma açlığı. dümdüz edilen zakkum ve sakız ağaçlarının hesabını sormak bile abes.

saksı çiti içi teyze ve amcaların yelpazelerinin ve konkenlerinin arkasında "ay ne banal şu inşaat işçileri hem karı kıza göz dikiyolar" söylenmeleri vardır. arada değnekçilerine sırt kaşıttırmaları da mümkün, görmedim ama. hayatlarında 45 derece sıcakta inşaatta çalışmadıkları için öğle tatilinde ege'nin buz gibi sularına koşarak atlamanın, komşu evin zilini çalıp bi bardak soğuk su istemenin, tek bi şapkayı dönüşümlü takmanın ne olduğunu asla bilemeyecek olan saksı çiti içi insanları. yıllık kıyı işgal cezasını aralarında bölüşüp huşu içinde halk plajına çöken insanlar. "ay 2 hafta tatilim var ne yani denize girmiymm mmiiiiiğğ" insanları. halk plajından giremeyecek kadar halk için, halkla çalışan insanlar. işgalleri yetmiyomuş gibi "buraya tuvalet lazım, nerde belediye nerde hizmet, nerde bu devlet" arsızlığına eren insanlar. daha fazla işgal için kıyın kıyın o son 200 m'ye yanaşan insanlar. buzhane balığı yiyebilen insanlar misal; çünkü o balıklar daha büyük.

DAHA insanları. DAHA DAHA DAHA. 60ında bile hırsla, daha çok, hep kendine hep kendine insanlar. yaptığı işte hiçbi hak ihlali görmeyip aksine gayet doğal karşılayan, "e ama tabii ki en doğal hakkım, tabii ki yapıcam" diyen. Tabii ki DAHA diyecek o. diyebiliyo çünkü. "birazcık da bana" diyenin ağzından girip burnundan çıkabilen uzun, kaygan, yılanımsı bi sıvı bu bahsettiğim "daha" açlığı. yapış yapış. ege sularında çitilenin, yine çıkmaz yine çıkmaz. yılların yapışkanlığıyla etrafınızı kuşatır, işgali hak sanırsınız. o şezlongta bi türlü rahat bi pozisyon bulamayıp "bi de minder getirelim şeker" söylenmeleriniz boşuna, o kıç orda rahata ermeyecek asla.

12 Temmuz 2007 Perşembe

finito.




aaaaay sınavlarım bitti. bugün bitti.
17 yıllık kesintisiz öğrencilik hayatımın son sınavı, bugün bitti.
10 sayfa yazdım bitti.
emekliliğim geldi özetle.
tutamıyorum, "annneee...bitttii" esprisini yapıcam.

2 ödev tesliminden sonra, önümüzdeki 5 ay boyunca çılgınca tez yazıciim(meli malı). artık "araştırma" kısmına iyice gömülmek istiyorum, gerçi taslak 3 ay içinde verilecek... ortada bi şi yok, danışmanım "şinasi bu senin son şansın" dedi, üstelik bi seferde, gözleriyle dedi. korktum.

deyyus komik bi kelime. yani melodisi komik. bi de böyle "boyudevrilesicedeyyuuuss" diyebilen hanımteyzeler oluyo, genelde pencerelerde oluyolar. aslen kısa boylu olup 2. kattaki pencereden bağırırken devleşen kadınlar ya da devleşebilmek için orda olanlar.

Sabuş'a bugün dedim ki "rüzgarlı, soğuk ve sevimsiz burası". "ay şehir olarak isilik döküyoruz biiiiz" dedi.. ailem bu ara sıcak tarifinde isilik/kurdeşen eşiğini kullanıyo, anladım. ayrıca Sabuş "35 küsur" yaşlarından birini daha kutladı bugün. sonra "ay şu hayatta en fena şey talebelik... bitse de kurtulsan." dedi. anti-tez Sabuş. en çok öğrenci milletine acıyan Sabuş. arka fonda "ay hadi anne kontörü biticek kızın" diye fısıldamaya çalışan annem. "amaaan kontör de neymiş doğumgünümü kutluyo hem!" diyen Sabuş. sonra "di mi ama?" nabız yoklaması.

80inimde "yeni yüzüğüm oldu benim" diye kahkaha atmak istiyorum. 80inimde hatta, %70 görme kaybına uğramış gözlerimle bluzuma payet dikmek de istiyorum. Benden 1-2 ya büyüklere "yaşlı kokonalar" diyp gülmek istiyorum. bissürü gülmek.

bugün bi huzurlu geçti, güleç. şimdi yatak uykusu. saat daha 10 yahu. kitap okuması madem.
ilk defa "indirimden alakasız mevsimlere ait şeyler alma" konusunu tam anlamıyla hayata geçirip %80 indirime girmiş (delicesine yün) bi kazak aldım. artık 6 ay sonra giyerim.


yahu karpuz-peynir için gerekli hiçbi şi yok burda.
ne sıcak hava ne karpuz ne de peynir.
üçüne de aşeriyorum.

eğitim öğretim hayatımın sınanma evresi bitti. artık bi şi üstünden bi şi etme evresi yok. 4 üstünden, 5 üstünden, 100 üstünden, A-B-C üstünden... 17 yıl yahu.

gerisi için: hayatın kendisi bi okul zaten, di mi monşer? "iş hayatı kolay" varsayımımım yok çok şükür; ama dokuzsekizlik bi neşe kıpırtısı yaşıyorum şurda. hem kim demiş "iş demek ofis demek" diye? iç de bile iç de bile.



hayatta tuhaf diye bi şi yok, alışılmadık şeyler var. basit bi cümle ama hatırlamak lazım.

10 Temmuz 2007 Salı

aylak

daldan dala yazmak istiyorum, yazıyorum.

rüyamda cihangir'deydim, yokuşlar boyunca yürüdüm. istiklale çıktım galataya indim falan. ah bu ülke beni deli edecek, yokuş aşeriyorum resmen. böyle pıtır pıtır inip çıkıyodum, çok güzeldi.

kolye yaptım iki tane. birini çok sevdim. şimdi üşeniyorum fotoğraf falan yok: 3 kocaman mor, dikdörtgen ve cam boncuk, biraz aralıklı. kolye boyu tasma gibi, boyunda işte. gri ince mumlu ip. sonra sırtımı dönüyoruuuum.. a-a! düğümden aşağı 3 şerit sarkıyo, ucunda gümüş spiral ve toplar var. eğlenceli bi şi. sırtınızı yaslayınca acıma ihtimali var yalnız, çaktırmadan ön tarafa alıyosunuz, "asimetrik sanat" kısmından seyirciyi tavlıyo. evet.

gece mavisi çok güzel bi renk bi de.takıda da giyside de. sürpriz bi renk. lacivert gibi "yelkenlimle yarıştaydım" havası yok, çapalar falan... ki lacivert de güzeldir. bi ara kendisi "yeni siyah" olmuştu hatta. ehehe. annem laciverte "yaz siyahı" der. öyle valla.

makarnaseverlere ipucu: piştikten sonra nane boşaltın üstüne, kapağı kapayın. sosunuz yoksa bile makarnanızın bi tadı olsun. soğuk suya sokanı terlikle dövüyoruz. ha erkek okuyucularıma da burdan sesleniyorum, makarna dışında pişirebileceğiniz şık bi yemek olsun yahu. omlet ve salata sayılmaz. tavuklu bi şi olabilir, illa cüzdana abanın demiyorum; ama biraz özen. kilit bi şi bilin. öyle yemeğe çağırıp "bak ne değişik.. makarna!" demek olmaz. bari pilav yapın (domatesli falan) ya da yanardöner bi makarna atraksiyonu bulun. gidip hazır mantı alıp haşlayın, o bile evla. abla tavsiyesi, faydasını görürseniz bana kart atarsınız artıkın.

bi de sarımsaksız yemek olmaz, aklınızda olsun:) baharatları sebzeleri bilin tanıyın, annenize sorun. olmadı manavınıza sorun. tabii tercihen hominigırtlak takılıp kırk yılda bir mutfağa giren bi erkek olmayın, eliniz iş tutsun, kadınlara "ay ne fena yalnız bıraksak kendini doğrar bu, ölür mutfakta" hissi vermeyin. (ayrıca bkz. ütü, çamaşır ve bulaşık yıkama konusunda bekar evinde bayaa bi terbiye olsa da karısına eziyet eden erkekler. tiksinç:P)

hayatta en fuzuli cihazlardan birinin rice-cooker olduğuna kanaat getirdim. pilav yapıyo. hemen sevinmeyin, pilav yarı lapa ayarında.

hazır sos almayın alanlarla takılmayın. nokta. yapay bi şi yahu. üşeniyosanız da yemeyin nolacak. ayda yılda bir belki ama... nedir yani. ı-ıh. yüzyılın mutfak tembeli olarak konuşuyorum.

güneş açtı. arada bulut geçince soğuyo ama olsun. yağmur durdu. GÜNNEŞŞ.

Defne buraya bi hafta erken gelsin diye lobi faaliyetleri yapmaya karar verdim. kardeşimi özledim, onunla gezmek istiyorum. o da zaten ankara'da isilik dökmek üzere. e nedir yani. havaalanını çözecek bilinç ve akla sahip bi kardeş kendisi. canavar. ateba denen bi şi yapıyo bana. yazlık yerlerde saça yaparlar hani, böyle minik bi kız çocuğu tutturur, sonra bi hanım saçınının bi tutamını renkli iplerle dolar, kız kıpırdamadan oturur sonra bi heves renk renk gezer. yaz ipi kısaca. işte onu kalın yapıyoruuuzz, ucuna boncuk moncuk takıyoruuuzz sonra saçımızı toplarken kullanıyoruuuz böyle bi havalı bi bohem oluyoruuuz sormayın gitsin. 16 yaşındaki belçikalı gençler için daha ziyade; ama kardeşimi mi kırıcam? hem güzel cidden yahu. ayrıca burdan lavender serçesine sesleniyorum, o saçlar elbet uzar nıhahaha.

yurdumu işsiz güçsüz amerikalılar bastı. hepsinin sesi birbirine benziyo. ayrıca bütün günü yurdun girişindeki koltuklarda geçiriyolar, CNN izliyolar. insan bi gezer tozar. gerçi içlerinden biri biraz dolaşmış olmalı ki 3 gündür her türlü tütün ürünü kokmakta bina. bu da geçer. niye burdalar anlamış değiliz. hepsi parmak arası terlik giymekte yağmur çamur demeden. inceliyoruz. düz, hantal ve beyaz t-shirtlerden nefret etmek üzereyim. ayşe teyzenin bile temizleyemeyeceği saldırılar planlıyorum.

sınavım vardı sabahın 9unda, iyi geçti. bi tane daha var. o da iyi geçicek umarım. iyi göreceli bi şi. sonra derslerim ebediyen bitiyo. notumun %40'ı derslerden gerisi tez. manasızca aslında, zira 9 ay ders görüp 3 ay tez yazılıyo, acımasızzzz insanlar. alman usulü yapsalardı keşke.

bu arada, 2000 hektar nasıl bir alan gözümde canlandıramıyorum; ama yanmış. yangın sezonunun başındayız, geçen yılın iki katı alan yanmış şimdiden. haftasonunda 20 yangın.

hava saat 10a kadar aydınlık lay lay. alıştım artık lay lay.

türkiyede sadece 20 gün kalıcam. 20 gün. bolca göbekli amca ziyareti. 20 gün nedir yahu. sonra bi perulu bi endonezyalı ama. istanbul sonra azıcık. ah istanbul ah. özlemesi başka güzel. sonra yunanistan. gez gez gör. wales. londra. belki milan. gez göz arpacık.

***

sonra aylardır kaçtığım "yükseklisans bitince napıcan" sorusuna bakış... işe girmek lazım. türkiye'de denemek lazım. kendime verdiğim sözleri tutmak lazım. dünyaya açılmaktan, okyanus aşırı ya da farklı yarımkürelerde çalışmaktan korkmamak lazım. kendi kendime sürekli "pigmelerle dans"ı hatırlatmam lazım (bkz. sağda link. ah meltem belki yine okuyamayacaksın burayı; ama bi bilsen.. bi bilsen... iyi ki buldum seni).

burda bolca dalga geçtiğimiz her lafa "benim ülkemdeeee...." diye başlayanlardan (ki ben de öyleydim yani), kendi ülkesini dünyanın merkezi sananlardan, dünyaya at gözlüğüyle bakıp her olayda kendi ülkesini, tanıdığı bildiği şeyleri arayıp farklı olanı görmezden gelenlerden olmamak lazım.

sevdiğim, yapacağım iş için deneyim kazanmak istiyosam o deneyimi Türkiye'yle kısıtlamamam lazım. anneme "ben yine gidicem galiba" diyecek cesareti bulmak lazım. sırf o istiyo diye 1 yıl ankarada kalmak neye yarayacak, iki kez düşünmek lazım. küçükken yaptığım gibi, kucağıma bi atlas alıp sayfalarca bakmak, sonra "türkiye ne küçük, istanbul ne küçük, ben ne küçüğüm"cülük oynamak lazım. Arkadaşım Najin'i düşünmem lazım, nasıl 10 yılda 27 ülke gezdiğini. özlemeye devam edebilmek lazım. mazoşistçe, "gitmek istiyorum ama özlemek istemiyorum" ikileminde gitmeyi seçmek lazım. özlüyorum diye vazgeçmemek lazım. arada türkiye ziyaretlerini biraz daha uzun tutabilmek de lazım gerçi...

anne-babalara uyarı: oğlunuz gitmek istediğinde "ah yavrumu çok özledim ama amerikalarda okuyo işte" diyorsanız, aynı derecede kızınızın da gitmesine hazır olun (oğlunuz yoksa dahi). sigorta poliçeniz ya da sağlık güvenceniz yapmayın onları. yalnız yaşlanma fobinizi çocuğunuzu kısıtlama haline çevirmeyin. gitti diye sizi bıraktı demek değil ki. gidebilmek zaten zor bazen, bi de üstüne "özlediik gel artııık, yeter bu gitmeleerr" demeyin yahu. çok zor çok. dizinin dibinde çocuğunu oturtan ebeveynlerden olmayın. bırakınız gitsinler, ölmezler. bata çıka, düşe kalka yaşarlar. fanus içi gülü yapmayın çocuklarınızı. bırakın gitsin. 15'inde yapsın ilk tatilini, 18'inde pasaport alsın bi yere gitmese dahi. gidebilme sorumluluğunu çok görmeyin. hadi gitti diyelim, "bu son di mi?" demeyin. amerika ya da avrupa dışında bi yere gitmek istediğinde manyak muamelesi yapmayın. küçük yaşta odasına kocaman bi dünya haritası asın hatta... en güzeli. Enne Gigi'ye harita al :D

arada bi yerde ispanyolca da öğrenmek lazım. elzem elzem.
en aşağı 5 yıl çalışmadan doktoraya başvurmamak, öğrenciliğin verdiği o güzide korunma duygusundan kopmak lazım. iş hayatından tırsmamak lazım. habire okumak lazım.

***

sıkıntıdan tosarmak diye bi durum var, bilmeyenler umarım hiç öğrenmez... eşiğindeyim. ömrümü sinemada geçirmek üzereyim. irina palm güzeldi.


bu da böyle bi yazımdır.

9 Temmuz 2007 Pazartesi

umut

iyi haberlerim var.

8 Temmuz 2007 Pazar

torba yangını

şimdi de bodrum'un torba kavşağındaki asırlık kızılağaçlar yanmış. torba, güzelim minik koyum torba, düzenli olarak yanmakta, bütün ege-akdeniz kıyı şeridi gibi... ve sonra torba, güzelim torba, zar zor yine ağaçlarına kavuşuyor, yıllar geçiyor. o kapkara sırtlarında pıt pıt bir iki zeytin ağacı görüyoruz yine, kulaç kulaç açılıp "anne bak fidanlar var orda". sonra bodrum'un henüz yakılamamış tek yeri geliyor aklımıza: torba-türkbükü arası kocaman orman. sağımıza dönüp "ah bi orası kaldı, gelmeseler, yakmasalar artık" diyoruz.
düzenli olarak diyoruz.

şimdi torba kavşağındaki ağaçlar yanmış gitmiş. o kavşak da katran karası artık. taze yakılmış orman siyahı. o siyahı bilir misiniz? yüzyılların lanetini taşır o siyah, yanmış ağaç lanetini. türkbükü yolu direniyor sanırım umutla... etrafında pıtrak gibi biten siteciklerden, neredeyse "bodrum-torba yolu boyunca beton beyazı yapıcaz inşallah" eşiğindeki avcılıktan bahsetmeye gerek yok heralde... benim içimi acıtan, bozkır çakması duran yarımada. hani "yeşille mavinin buluştuğu" beyitler dolusu bodrum, artık kel, çorak bi bozkır bozmasının yanlışlıkla denize düşmüş hali gibi. sanki yolunu şaşırmış da bodrum'un yokluğunda onun yatağına uyuyor.

futbol sahasıyla yangın ölçümü: 2000 adet saha.


bodrumda o meşhur kartpostallık sahneyi gördüğünüz köşede, Yokuşbaşında, halikarnas balıkçısının kocaman bi panosu vardır, şöyle der:

"Yokuşbaşı'na geldiğinde Bodrum’ u göreceksin.
Sanma ki geldiğin gibi gideceksin
Senden öncekilerde böyleydiler
Akıllarını hep Bodrum’ da bırakıp gittiler”

sonra o heyecanla bodrum'a bakarsınız.... aklınızı bırakacak o bodrumu göremezsiniz. ben son yıllarda göremiyorum, belki de hiç görmedim. hastanenin arkasındaki sırt yanık, onu görüyorum mesela. ortakent yolu yanık. is dolu. yokuşbaşından bakınca tüm ihtişamıyla bir kale görüyorsunuz, bi o yanmadı neredeyse; sol tarafınız "bodrum manzaralı lüküs dubleks daireler"le kaplı beyaz bi hilkat garibesi, sağ tarafta tepelerde inatla ayakta durmaya çalışan çam, kızılağaç, sakız, zeytin ağaçları. içini sevmem bodrumun, pek bi dımtıs, pek bi turist, pek bi betondur. ayrıca yerlisi resmen başka koylara gönderilmiş, gürültü işgali altındadır. bodrum merkezi sevebilmek için bodrumda yeni olmak gerekir ya da çok eski. bence yani. neyse... bodrumun minik koylarında hep başka bi hava vardır. olimpos mesela, altın yılları gümüşlükten, gölköyden ödünç aınmış bi havaydı bence, bi nevi bayrak teslim yıllardı. sonra bodrum yandı koylarboyu.

ağaçlar yanarken kahrından ağlayan komşular tanırsınız, "biraz geç yansın, belki bi yetişen olur" diye ağaçları sulayacak kadar çaresiz kalan insanlar. insanların içinde öfke görürsünüz ve bu öfke en çok "sezonluk işçiler yakmış" diyenlerin suratına büyür; sezonluk işçilere bok atabilecek kadar insanlıktan uzak kalmışların bi kızılağaç için üzülmesini beklemezsiniz.

sonra o sırtlara, o is karası sırtlara, o kızılağaç laneti taşıyan sırtlara bi telaş siteler yapır, emekli paşalar yerleşir. yine o emekli paşaların desteğini alan TEMA "torba'da ağaçlandırma çalışmaları yapıcaz" der, inanırsınız. "kendi toparlar, 2 yıl verelim" derler. saf salak bir şeysiniz, şüphelenmezsiniz.... ağaçlandırılma öncesi dinlensin diye 2 yıl boş bırakılacağı açıklanan yere site diken, sonra da kıçını yayıp çekirdek çitleyen dar zaman çıkarcılarına lanet okursunuz anca. ne o ne öbürü, herkes artık o yanan sırtlarda bi siteye yamanıp "doğayı seviyorum" maskesi altında begonvil sardırır yan duvarına evinin, "ay seraya gittik şekerim küpe çiçeği aldım, hanımeli almadım arı çekiyo".

Yalı'yı bilir misiniz? bilmezsiniz belki de... gökovanın en el değmemiş, koruma altındaki koyudur. müthiş berrak, buz gibi denizi vardır, ormanlar hala gizlice ayaktadır orda. ege-akdeniz çizgisinin belirsizleştiği akıntıların birbirine girdiği o koyda, tuhaf renkli, minik parlak balıklar görürsünüz. dalmadan. öylesine, bakınca görürsünüz.

Yalı da yandı.

sonra oturup düşünürsünüz, n'olacak böyle diye. çevre sorunundan sadece orman yangını, erozyon ve ağaçlandırmanın anlaşıldığı bi ülkede hala orman yangını sürüyorsa, e yani... hani o algılanan ve el atılan tek bir mesele bile çözülemiyorsa...

zeytin ağaçlarını sulayan komşunuz var, iyi ki.


not: yerel sorunlarını görmezden gelip "küresel ısınmaya hayırrr" diyen politikacılara gülmüyorum bile. "çevreci ol oy topla" mantığının ilk evrelerinde burnunun dibindekine kör rolü yapıp dünyayı kurtarmaya kalkmak ve de bunu "en kahraman en duyarlı benim" diye pazarlamak pek hazin, pek acıklı. hani tek başına yapamayacağı kesin olan ve kimsenin "beceremedin" demeyeceği sorunu seçmek akıllıca gerçi, makyaj sağlam. mamak çöplüğüne el atmayan, belediyelerinin %98'inin arıtmasının hala olmadığı bir devlet küresel ısınmaya hayır dese nolur, demese nolur.. şaka gibi.
samimiyet biraz. lütfen yani. çevreci söylemi bi lokmada yutmaya kalkmanın alemi yok, mideye çöker hazımsızlık yapar. minik lokmalar halinde sindirmek lazım. insan-çevre ilişkisinde "ah pek bi korunası minik doğamız"la "insanın kalkınması için her şey makbul" arasında gidip gelen, pek bi kafası karışık politikalarımız var.

5 Temmuz 2007 Perşembe

dişi

bir gün gelecek, kadınlara yönelik hizmetler "anne ve çocuk sağlığı"nı aşacak. kadına bakınca anne görmeyi bırakacak politikacılar. bir anne illa ki kadındır da bir kadın illa ki anne değildir. hele "evli ve anne" olmayan o kadar çok kadın var ki türkiye'de; imam nikahı yasal bir şey değil biliyorsunuz.

ya da bir gün belki "baba ve çocuk sağlığı", "babanın ailedeki yeri" gibi zavazingo haberler de duyarız. ah ne o, erkekten baba anlamak tuhaf mı geldi? söylesem gülerler di mi? ne de olsa bi erkek yeri geldiğinde işveren, politikacı, emekçi, köylü, işçi, zengin, fakir, sakat, kürt, eşcinsel, milliyetçi, solcu (...) her şey oluyor; ama henüz bu sıfatların altında kadınları göremedik doğru düzgün. bütün bu sıfatlar bayaa erkek. gözünüzün önüne ya göbekli ya bıyıklı ya da pipolu; ama illa ki bi erkek geliyor. türkiye'de tarım işgücünün %75'i kadın... kaç kişi farkında? türkiye'de de lezbiyenler var, "cinsel yönelim" politikalarının kaçı bunu görüyo? Türkiye'de mal sahipliği ve miras konusunda kadınların elinden alınan sermayenin haddi hesabı yok, kim takar?

Kadın dendiğinde "aile bütünlüğü korunsun" diyen politikacı için ben yeterince kadın değilim henüz. bana dair bi politikayı bırak, fikri bile yok. çocuğum olsun kadınlık statüsü kazanıcam. Sonra artık aile içindeki yerimi korur, dayak yersem falan. çocuğu geçtim, evlenmek istemezsem tamamen görünmez bir TC vatandaşı olarak göçüp gidicem. Ay ne fena, evde kalmışşş. mesele "Aile bütünlüğü korunsun"sa eğer gerçekten, ensesti, evlilik içi tecavüzü de çözmek gerek, sığınma evi açınca adresini bangır bangır yayınlamamak gerek mesela. kocannerdehanım kurumu inceden çökertilmeli mesela. yerse.

Kadın ve aile ve çocuk ve kadın ve kocası. Elif Şafak'ın Bit Palas'ta bi karakteri vardı, "Karısı Nadya". Nadya elindeki davetiyeye bakıyor, adamın adını hatırlamıyorum şimdi, "Ahmet San ve karısı Nadya" diye gelmiş misal davetiye. Nadya ki Rusya'da bilmemne profesörünün asistanı olmuş falan; ama ne fayda, artık soyadı yok, sıfatı var: Karısı.

Hepimiz böyleyiz. "türk politikacılar ve karısı kadın". öyle icap ediyor. birisinin karısı olmadan olmuyor. birisinin "çocuğunun annesi" oluyoruz biz. "tayyip erdoğan ve eşi emine hanım". karısı emine. kadından sorumlu devlet bakanımız da bi kadın olsun, tadından yinmez.

bu illa "sağcı işte, kadını ne anlar" değil, din kaynaklı bir şey de değil. mesela bütün o sendikalar boyu insan "kadın emekçinin yeri" konusunda ne yapıyor acaba? fabrikada kadınların başında niye hala bi erkek bekliyor? DİSK devrimci de kime devrim? bunca yıl "engelliler" konusu konuşulurken kaç kadın vardı orda? Yani kadının politikadaki yeri, tıpkı gençler gibi, niye partinin yankolu olarak var olabiliyor anca? "CHP erkek kolları"na gerek duymuyor oluşumuz tek başına bi şi değil mi? Tabibler Odası mesela, sağlıksız kürtaj koşullarından kaynaklanan kadın ölümlerini azaltmak için napıyor? Bunca yıl "türk erkeğiiii ibna değildiiir" desturlu heteroseksüel nutuklarda bi kez bile olsun lezbiyenlik geçmedi, niye, fantezilere hizmet ediyor diye mi kimsenin aklına gelmiyor diye mi? "Varoşlar"da kadın anca greyder önüne (tabii ki çocuğuyla) atlayınca mı görülüyor? "doğu'da kadın" dediğimiz kişi anca namus cinayetiyle ölen biri mi? ya çocuk ya başörtüsü mü gerek konuşulmak için?

Hadi diyelim kadınlar baskıdan zengin olamıyor... kadın yoksul da olamıyor ki. anca anne olabiliyor işte, hele bi de erkek doğurursa artı puan, valide sultan olucak. kadının ekonomik/ toplumsal bi statüsü yok. kadının bi tercihi de yok pek. o, zaman-mekan ve paradan bağımsız bi anne. hatta nerdeyse "Meryem Ana" eşiğinde, anneliğin öncesi ve sonrasından bağımsız, tek sıfatlı, sınıf/gelir/ çıkar tartışmalarından uzak, hafif romantik bir anne. okuma yazma öğrenirse iyi olur, çocuğun eğitimi için mühim, kadının değil. üniversite bitirmiş, tez yazıyor olsa ne fayda, annesinin, kardeşinin, kendisinin, ülkesinin geleceğini düşünse ne fayda, henüz anne değil, kadın da değil. nasıl ki vatandaş tek tip değilse, "kadın vatandaş" var olamadıkça, anneler bile yeterince kadın değil aslında. yalan mı?

anneler işte, karısı ve annesi birilerinin. onların mal sahiplik sınırları içinde. nadya birilerinin karısı. erkeğin sınırlarına girdiği sürece önem kazanan varlıklarız. dayak yemiyceksek sebebi birilerinin karısı ya da annesi oluşumuz... ve bazı kadınlar memnun bu karısınadya hallerinden, "erkekler topyekün düşman" demiyoruz monşer. bazı kadınlar var ki işte, först leydilik kurumuna kör bağlılıkları ve karısınadya olmaktan doğan bulanık statülerine aşklarıyla beni bayıltıyolar. karısınadyalıktan vazgeçme ihtimali bile kanlarını donduruyo kocacım kocacım kadınların. karısınadyalık fayda sağladığında tabii.... bu kadınları "benim kocam bilmem ne müdürüüüü" derken görmek mümkün, çok hazin; ama işte... müdür ve karısı.

ama bu hazin tablo bile kadınların da güç derdinde olduğunu, doğrudan değilse bile dolaylı bi güç açlığı içinde olduğunu, elde ettikleri en ufak bir sıfattan doğabilecek en minik bir iktidar hissini bile (çocuklarından daha sıkı) sımsıkı kucakladıklarını gösteriyor. o masum konken masası, müdür karısı anneleri işte, önce insan.

kadın göz oyup çelme takabilir. hırslanabilir. kazık atabilir. bomba da patlatabilir mesela, insan çünkü. bi erkeğin sahip olduğu her kapasiteye, üretkenliğe, nefrete ve saldırganlığa da sahip. sonra "mini etekli makyajlı bombacı yakalandı" haberine dehşet içinde bakan erkek ve kadınlar denizine gülersiniz. ne o? bi kadın, o kutsal anne.. a-aa hiç beklemezdik! hem belki o da karısınadyalık kurumu için orda elinde bombayla, onun nadyalık hali onu gerektirmiş... kimbilir. kendi yapacak değil ya! karısıdır birilerinin anca.


ah ah.. anne değiliz. saf değiliz. masum değiliz. tüm kirlenmemiş duyguları rahminde koruyan, sonra en masum canlıya hayat veren insanüstü varlıklar da değiliz. iktidar açlığımız belki de erkeklerin hiç hissetmediği kadar yoğun. kadınlar iktidara, söz sahibi olmaya, güce, karar verebilmeye aç ve bunda kötü bir şey yok. bunda korkulacak bir şey yok. "kadının yeri sağlamlaşırsa erkeğe de fayda sağlar" gibi en fason sebebi gösterecek değilim, zira erkeklerden güç/ iktidar dilenmiyoruz ki onları ikna etmemiz gereksin. erkeğe fayda sağlamasa kaç yazar? bunca yıl "erkek iktidarı kadına faydalı" yalanını zorla yutmuşlar olarak biz, belki daha dürüstçe, "size değil, kendimize faydamız olacak" diyebilsek keşke.

annelikten öte, kadın olduğumuzda.
bir gün bi yerde dişilik ya korkunç ya da görünmez olmadığında.

4 Temmuz 2007 Çarşamba

atalet kuramı

ben 24 saate bi makale ve 3 öğün sığdıramazken Jack Bauer ancak fikşın bi karakter olabilirdi, ki öyle. ey atalet, düş yakamdan. kışt pişt. git.

3 Temmuz 2007 Salı

oturma izni matematiği

dün sabahın sekiz buçuğu itibariyle yollara düşüp bir adet yunaytıd kingdım vizesi aldım, 6 aylık. çat çat, 20 dakikada aldım valla, grup başvurusu olunca. parmak izimi verme kısmında gerilmedim demiym; ama şirin insanlardı. ha bu arada "bayanlar baylar, 2 numaralı veznedeki bay çekilmeyi reddettiği için işimiz aksıyo, özür dileriz" gibi bi anons geldi, zaten minicik oda, 3 vezne var... iri yarı bir adet bay kapamış vezneyi... sonra bana "hanfendi aldırmayın siz ona, duruyo o, gidin o vezneye" dediler, "valla bi garezim yok, vize için geldik, biliyosun işte" bakışıyla yanına iliştim genç irisinin. iri bi gençti hakikaten. hani ben de minyon bi insanım, çok eğlendi salon. "ee izninizle ben pasaportumu uzatmak suretiyleee ee evet baaay".

efendiiiim... deryik şapşal demeyelim hadi, biraz dalgın, biraz son dakikacı, bayaa bi rastlantıcı bi insandır öz itibariyle, severim kendisini... neyse. 4 eylülde oturma izni bitiyo. okul aralık ayın sonuna dek. yenisi için başvuruyu 30 haziranda anca yapabildi hanfendi, 1 hafta sonra ödeme makbuzu gelicek, parayı yatırmadan işlem başlamıyo. yani işlem başlangıç için tarihlerden en erken 6 temmuz.

işlem 3 ay sürüyomuş. matematik kuralları çerçevesinde 6 ekimde bekliyoruz yeni oturma iznini. e peki bu hanım kızımız türkiye'ye dönüp, eylül başı hollandaya giriş yapacak... nası olucak? hadi girdi diyelim, 1 ay boyunca kaçak hayatı mı sürecek? nınınınııınııııı....

neyse, makbuz fotokopisini gösterip "uzatma işlemlerim sürüyo" diycekmişim, o gardiyan ruhlu vize memurları halden anlarsa artık... almanya üzerinden gelmek çok geriyo beni. bi münih havaalanı dolusu türk, sabahın 3ünde "sen necisin, hani bu ne, iki kere iki kaç" gibi manasızca tek tek sorgulandık. zaten genel olarak oflayan bi milletiz, söylendik beraberce. otur anlat adama şimdi "15 aylık oturma izni vermeyen garabet sizsiniz, ben napiym?" de.

efendiiim üzerinize afiyet 200 sayfa kadar bi çıktı almışım. kendimden geçtim. bi de okursam tutmayın beni... final haftam geliyo.
onun dışında iyilik sağanak, öyle.

aa burda sneak preview diye bi şi var sinemada, yeni eğlencem. salı akşamları 9 seansına gidiyosunuz, "gelecek program"dan filmlerden birini önceden izliyosunuz, ama hangisi olduğu sürpriz. koltuklara yerleşmeden öğrenmek yok. her hafta başka bi film. sinema üyelik kartı sahibi olan ben, arsızca "aa bu film mi ı-ıh" diyp çıkabiliyorum misal, eğlenceli. en kalabalık seanslarından biri oluyo, hem en yeni fragmanları da izliyosunuz. maksat bi heyecan bi adrenalin falan folon.

yine yerel haberler tadında zevksiz bi yazı.

havalardan monşer. ingiliş samır reyn getirttik bizim köye, bırakıyoruz yağıyo. 3 temmuz bizim için bi takvim yaprağından ibaret. bugün bi arkadaş "hayır yani insan endonezya'yı surinam'ı yıllarca sömürge halinde tuttuysa, biraz saksıyı çalıştırır, bırakır buraları oraya yerleşir, onları buraya yollar" dedi. sonra ingilizler yapmamışken hollandanın hiiiç beceremeyeceğine karar verdik. bi de sahi yahu, dünyanın yarısı eski ingiliz kolonisi. şaşı bak şaşır, hala şaşırabil bi durum.

beyaz peynir-karpuz mevsiminde ordayım inşallah.

günün trajikomik haberi: "ogün samastla hatıra fotoğrafı çekmedik, konuşturmak için taktikti" diyen polisler.
ah monşer!! yarın öbür gün aklınızda olsun, "gülümseyin" diyebilir polis, hatta "ee genç anlat bakalım derdin ne" diye çilingir sofrası da kurabilir, taktik. yıllar yılı itiraf ettiricem diye insanlara copla, elektrikle, falakayla işkence edip, yeri geldiğinde tecavüzden kaçınmayan güvenlik güçlerimizin, AB standartlarını fazlasıyla ciddiye aldığını görüyoruz.
1991 yılında işkencede ölen Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Birtan Altunbaş vardı, hani hatırlamak isteyenlere. konuşturmak istediğine ne yaptığını çok iyi bildiğimiz güçlerin artık bizi salak yerine koymaması dileğiyle...
ha işkence mi etselerdi? hayır, tabii ki. onu demediğimi biliyorsunuz... ama "konuşturmak istedik" de demesinler rica edicem, salak değiliz, hem ayıp oluyo. Zira Altunbaş davasında "öldürme kastı yoktu ki" diye indirime gidildiğini de biliyoruz, Birtan'ın tek olmadığını da, çoğu zaman işkencecilerin "konuşturacaktık" bile demeden, sadece zevkine işkence ettiğini de... merak edenler ihd.org.tr'den işkence raporlarını okusun. link vermiyorum, biraz el emeği. insan bunca işkence mağduruna saygıdan daha manalı bi bahane bulur. "cinnet halindeydim, şuurumu yitirip fotoğraf çektirmişim" dese yeğdir... alay ediyo deriz; ama en azından hakaret niteliği taşımaz.

ayrıca beyoğlu polisinin son faaliyeterine de
bakın derim. misal, yoldaki birine "köpeğe niye vuruyosun" dedi diye polis tarafından açık arazide kıyasıya dövülen gençler, "gasp edildim imdat" diye polise sığınıp dayak yiyen taksi şoförleri var, aman diym.

1 Temmuz 2007 Pazar

temmuzi

temmuz tatil öncesi bitirmem gereken son ay.
1 temmuz kabotaj bayramı. sim hanım doğumgünüsü bi de.
2 temmuz, 1993'ten beri koyu bi gün. bakalım,
belki bu sene biraz aydınlanır.
5 temmuz kar taneli bi yaz kızının doğumgünüsü.
12 temmuz Sabuş bayramı.

aradaki bütün günler yağmurlu bu gidişle...
deli hollanda.


8 temmuz ise istanbul'da olup da hala tarihi yarımada turu yapmamışlar için bayaa turistik, cıvıl bi gün... üstelik tur rehberiniz çağırıyo. "nasıl yani" diyene, şöyle şık bi imkan sunuyorum. hatta youtube misali "bu postun şu kelimelerle ilgisi yoktur" diye her türlü gugıl kelimesini dizmek istiyorum. ilgilileri diziym ben: "Hipodrom * Sultanahmet Camii * Ayasofya * Topkapı Sarayı * Yerebatan Sarnıcı * Binbirdirek Sarnıcı". anladınız siz. tıklayın hadi.

reklam aldım utanmıyorum, bi haftanız var, pazar sabahınız boş geçmesin, adam gibi eğlenin. "ay nası olur, nası taniycam, annem yabancılarla konuşma didi" kaygınız da olmasın, o sizi bulur valla, gözünüzden tanır. hamilikart yakinimdir. tek gereken bi şişe su, varsa öğrenci kimliği, rahat ayakkabılar... budur!
kızlar kendilerini güldürebilen erkekler kadar tarih bilen erkekleri de seviyo artık. bi kadının en şık çıktığı fotoğraflar hep yerebatan sarnıcı fonunda çekilmiştir. her cinsten insana en yakışan şey ise tek seferde "arkeoloji" diyebilmek (ikincisi: koreografi). daha ne diym ben size.


günün trajikomik haberi: Dönüşü alamayıp Ortaköy Camii'ne doğru dümdüüüz giderken son anda 2 m kala durabilmeyi başaran Rus bandıralı gemi. bodos bodos gidiyomuş güzelim camii.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker