29 Aralık 2008 Pazartesi

üstüne sigara kokusu sinmeyen giysi istiyorum

tunalı tunalı bi gündü bugün. defalarca in çık. şehir balçık halde. kış uykusuna yatmayı gerçekten çok isterdim. sevmiyorum. lapa lapa kar izlemeyi sevebilirim, ama ona baktıkça da aklıma ertesi günkü balçık geliyo. buzlu balçık. balçıklı buz. oysa biz küçükken baharla kardankedi yapmıştık. benim ön dişlerim yoktu ve onun burnu paltosu kadar kırmızıydı.

PBBC ankarada. biz aynı yerde buluştuk, bolca yidik, bolca konuştuk. iyi geliyo yahu. hep iyi geldi zaten, yarı ömrüm bi süredir (burcu seni çok çekiştirdik, uzadın. ho ho ho iğrencim).

eve dönerken önüme çöp kamyonu çıktı ve bu müthiş andan faydalanıp düşündüm ben. bazı anlar, bazı zamanlar, eve dönerken önünüze çöp kamyonu çıkması gibi. beklemek gerekiyo, beklemek istemiyosunuz ve beklemek sevimsiz.

beklenecek somut bi şi varken de, neyi beklediğini bilmeden beklerken de sevimsiz. misal çöp kamyonu. sevimsiz (anladığınızdan emin olmak istiyorum). insan bazen kendisini, bazen kendisine gelecek değişiklikleri, bazen hayatı bekliyo. çöp kamyonu yokken bile bi anda yavaşlamak gibi bi şi galiba. neyse işte, bi an geliyo, beklemeye geçiyoruz. cengaver bi ruhum olsaydı, "beklemeyin parçalayın" derdim; ama bazen beklemek iyidir. atalete saplanmadıkça iyidir. bünyeye en gerekli şey huzur. nerden kaça bulunur, bilmiyorum. bulunca güzel. misal, çöp kamyonu gibi diil. siz beklerken çöp kamyonunun sola dönmesi gibi daha çok.

ciayco ve ciayceyn ordusuyuz. hayat bizi en birinci olmaya, en erken olgunlaşmaya, en dayanıklı, en su geçirmez, en kırılmaz, en çizilmez olmaya zorluyo. zorladığını sanıyo. sonra bi an geliyo, çok sevimsiz ama, çöp kamyonu çıkıyo işte. bekliyosun. hayata nanik yapan bi şi çöp kamyonu. iyi duraklamalar bunlar belki de. sizin yerinize sizi yavaşlatan şeyler... ama bi o kadar da sevimsizler. napalım, öyle işte. beklemek her koşulda çok sevimsizdir zaten... ki bunu az önce söylemiştim. bunları niye yazdığımı bilmiyorum, çöp kokusundan olabilir. çöp kamyonu edebiyatı parçalamayı denemiş olabilirim. yarın bolu'da mahsur kalıp saatlerce beklemekten korkuyo olabilirim. bir gece ansızın gelebilirim. bilemezsin monşer.

2008 bana hayatımın en güzel sürprizini yaptı. en hızlı değişikliklerini yaşattı. isteklerimi tazeledi, hatırlattı. çok korkuttu ve çok mutlu etti. öğrenciliğimi törenlerle bitirdi bi kere, bu bile bi şidir. şimdi 2009 ve 2010 ve tüm mahalle, çöp kamyonunun sola dönmesi gibi bi şilere gebe. bence yani. öyle olsa süper olur.

~*~

başucumda duran ve tahminen bininci kez bloga yazdığım alıntı... eskiiii bir penguen'den kendisi, kim yazmış hatırlamıyorum:

Herkes kendisini mutlu edecek bir şeylerin peşinde. Herkes çocuk. herkes oyuncak seviyor. Oyuncak veya oyuncaklarını bulan mutlu oluyor. Bulamayan sürekli arıyor. Bence hayatta mutlu olmanın sırrı, doğru oyuncak veya oyuncakları bulmaktan geçiyor. Ben isterim ki herkes kendisi için en doğru oyuncak veya oyuncakları bulsun. Mutlu olsun. Sevgilerimle.

bence bu bi yeni yıl dileği olabilir. aa bi bakmışız olmuş. hadisizeiyiyıllaar.

28 Aralık 2008 Pazar

topitop

hala kar yağıyo. kar yağarken güzel. eriyip, yol kenarına kürenip, kahverengi bi buz halini alınca kötü. ben salı günü gidiyorum blog. sürekli gelgit halindeyim. bavulcuk odanın köşesinde çakılı.

kardeşimle 4-5 saat kadar süren bi hediye alışverişine çıktık. çünkü biz salağız. yok benim salak olan. sanki düğün hediyesi seçiyomuşuz gibi bi özenle "sarı mı mor mu" diye dakikalar harcayıp ondan sonra hem sarıyı hem moru geride bırakabiliyoruz. yorgun ve asabiyim. son iki posta sinen yılbaşı sendromumu bugün bizzat yaşadım, burnumdan fışkırdı. ve netice: o işlerini halletti, ben sinirle erteledim. koku denedik bi de arkadaşına hediye edeceği. elim hala dikiz aynasından sarkan o gudubet kokulardan kokuyo. yani insan niye çelikler oto yıkama aromasında kokmak istesin ki?

ah bi de tabii ki yolda yürürken "kar yola yağmış" ve hemen akabinde "karı severim ben abi" esprilerini yapan ankara gençliği görev başındaydı. tuz biber.

neyse ne diyodum, salı günü istanbul. anafikir budur.
sıkıntıdan yaptığım son kolye ve kendisiyle gurur duyuyorum.
sabun köpüğü gibi.

27 Aralık 2008 Cumartesi

meraba cumartesi gecesi

saat 21:21. 21 tane dilek tutup işin suyunu çıkarmak istedim ama neyse.
fonda: cat stevens- another saturday night. komik şarkı.

yapılması gerekenler: iş. zira dün çalışmadım. bu sabah da çalışmadım. yapacağım şey de eski bi sunumun 2008 versiyonunu hazırlamak. yani kolay. slaytlar bile hazır. o yüzden erteliyorum, "ertelendikçe tamamlanan iş" kavramı üzerine yoğunlaştım, inşallah onu halledicem, gerisi zaten çorap söküğü.

yapılacak olanlar: kardeşle dizi seansı. artık cnbce ne verdiyse. bence kesin sarah connor chronicles vardır. hep o var. o yoksa fragmanı var. boşluktan dizinin takipçisi oldum. böyle böyle hollandada da bionic woman izliyodum. sarah connor bikaç mimik daha kullanırsa sevinicem. hep aynı bi "küçük emrah büyümüş de anne olmuş" bakışı hakim.

yapılmış olanlar: tadilatçıya etek götürmek. bütün günden geriye kalan bu kadar. hayatımda tadilatçıların yeri büyük. belini az aç, paçasını az kısalt, ben bu piliyi ütülemekle uğraşamıyorum dikelim gitsin, bi fikrim var ama beceremezseniz kalkışmayalım baştan uyarıyorum vs vs. eski tadilatçımız öldü. küçücük dükkanında havalandırma yoktu, pencere yoktu. hep sigara içiyodu. uyarıyoduk da. akciğer kanseri oldu ve öldü. fena bi şi. her tatilde uğruyodum nerdeyse. "esnafla bağlarımız" listesinde bakkaldan üst sırada bi amcaydı kendisi.

bi da paşabahçeye girdim. paşabahçede kaç kadından "ay sırf burdan çeyiz düzmek için evlenebilirim ihihihihi" geyiğini duydum, bilmiyorum. bugün 2 kişiden duydum mesela. aralarından da biri çıkıp "tekrar çeyiz düzmek için bütün çeyizimi kırabilirim/ boşanıp tekrar evlenebilirim" filan desin. hem niye çeyiz? "paşabahçe için eve çıkabilirim" filan desen nolur yani. ya da indir tabak rafını aşağıya, bahane mi yok?

sonra başka bi yerde karısına hediye bakan, 60 yaş civarı bi adam vardı. "düzgün bi şi bulamazsam 'bunca yıl zevkimi öğrenemedin mi' diye beni yiyo" diye dert yandı satıcıya. be adam... sen daha kadının üstündekine dikkat etmemişsin, ama kadın senin kravat-ceket-gömlek uyumundan sorumlu bakan gibi bi şi evde tahminen, onu geçiyorum. her bi haltı sen yıkasan ve hele hele ütülesen kesin bilirdin, onu da geçiyorum. ama elinde eteği boydan boya fırfırlı, kısa ve dar bi hırka, üstelik kadının göbeği var diyosun. kadının yaşı da olsun hadi 40- 50, en iyi ihtimal. şaka mısın nesin? loğusa günlerini mi anıcaksınız? amaan bana ne ya. hindi gibi didiklesin de gör. "değişim yapıyosunuz nasıl olsa di mi???" o la la. sana değişim kartı aldım karıcım. hediye çeki ver bari.

kalabalık günlerde sokağa çıktıkça herkese gıcık oluyorum, söylemiştim. hele herkesin toplu hediye histerisi günlerinde. evet evet yılbaşı meselesi de belki bunla ilgili: simlere bulanmış halde, en "küçük esnaf" haliyle, alanın ayaklarını yerden kesecek ama tabii ki ultra ucuz olacak hediyeyi arayan binlerce insan. sinir sinir.

her sene aynı van gogh takvimine ilgiyle bakan insanlar dolu ortalık. adam ölü bi kere. yeni bi resim yapmış olamaz. sınırlı bi sayının 12li kombinasyonları anca. eh o da takvim olduğuna göre, en bilinenler var içinde. hem hakkında en fazla kulağını kestiğini bildiğin bi adamın takvimini sırf artistik kaygılarla hediye etmek ne derece doğru? niye kandinsky diil mesela? resim zevkini dahi bilmediğin insanlara takvim beğenmeye çalışmak nasıl bir saçmalıktır? karşındakinin resim zevki var mıdır bi kere?

bi de tabii ki krem-şampuan-duş jeli setlerini ayırıp içindeki ürünleri farklı farklı kişilere hediye eden güruh var, kelimelerin bittiği andır. "yeni yıl misler gibi geçsin", "yeni yılın bebek poposu gibi pürüzsüz olsun", "ama bütün bunlar olurken sakın birbirinizle görüşüp durumu anlamayın" filan mı mesaj, onu da bilmiyorum. şampuan ne krem ne.

gıcıklar ordusu siziii...

biraz gözlerim şiş, biraz canım sıkkın. iyi bak bana cumartesi gecesi. hava ayaz zaten. gece 10'da hiç kahve içmedim ben, çarpıntım tutar diye. bence bi çılgınlık yapmanın zamanı geldi adamım. ah bir amerikan dizisinde olsaydık evde dondurma olurdu. ben bunu daha öncede söylemiştim galiba. olsa iyi olurdu şimdi.

herkese benden bi kilo dondurma.
tamam tamam gıcıklara da var.

kılbaşı

şu 24 yıldır, hadi şuurumun açık olduğu son 20 yıldır filan diyelim, yılbaşı kutlamasını sevmem. yani elbet kutlanır bi şekilde, 3-2-1 ahahahha, ama beni gerer. gayet dandik bi "benim yeni yılım doğumgünümde başlıyo" açıklamam vardı küçükken, hala o kafadayım. hediye alma stresinden kaynaklanmıyo bu, severim ben o işi aslında. ben baştan işin bu kadar büyümesine karşıyım galiba. misal, ortalığı saran yeşil-kırmızı tonların, altın rengi simlerin, ren geyikleri, noel baba göbeği, parlak toplar ve bir sürü parça pinçik şeyin normal şartlarda bana "aa parlıyoo aa boncuk" tepkisi verdirmesi gerekirken tamamı fena halde sinirimi bozuyo.

ama zorunlu hediye krizi ayrı bi başlık mesela. bu sene ofisinde çekilişle birbirine hediye almak zorunda kalanlara ve pek tabii ki işgüzar liseli bilmiş bi kızın icraatı olan "ay hadi birbirimizin adını çekelim hediye alalım" şenliğine maruz kalanlara bol sabır. hepinize çok üzülüyorum. bana bu tip dandik çekilişlerde sınıfın en alakasız elemanlarından gelen yegane işe yarar şey bi taraktı. evet tarak. velakin kafamın üstünde saç diye taşıdığım yeleye dayanamayıp parçalanmıştı.

neyse işte, bu nefret eşiğindeki antipatim bu sene dağılıyo, çok enteresan. hala yılbaşı renkleri ve süsleri konusunda geriliyorum; kalabalık yerlerde dandik kar spreyiyle "2009" yazısı görünce dikiliyorum; ama daha bi makul geliyo gözüme artık. dehşetle kendimi izlemekteyim. bu sene biraz tadını çıkarabilicem, eminim. istanbulda olucam bi kere, ne güzel. ama işte dedim ya, kutlama kısmında genelde sorun yok zaten. "felekten bir gece" mahiyetinde tadını çıkarabiliyorum. beni geren şey dekor.

bu arada, noel baba antalyalı filan, ama onun dışında da bu yılbaşı kutlama işinin ortadoğudan çıkmış olması şart. alalım bi danimarkalıyı (kutba yakın diye seçtim). adamların tasarımları belli. misal, sofrayı, kendisini ve ağacı simlere bulamasının gereğini anlayamaz. beşibiryerde nedir bilmeyen bi kadın, ağaca coşkuyla ampullerlerler dolayamaz, tepesine yıldız konduramaz. onlar ot ot ağacı odanın ortasına diker, bekler öyle. gibi geliyo bana.

ayrıca, sorarım size.. "gece vakti bacadan girip tanımadığım veletlerin çorabına hediye koyucam, kızağımı da ren geyikleri çekecek nıhahaha" diyen bir deli çıktı diye, biz 40 akıllıya noluyo? hangi akla mantığa sığar bu adamı ciddiye almak? kimbilir ne kullanmış, kafası güzel olmuş, biz bi kainat "evet evet hediyeee" diyen android ordusu gibi izindeyiz. tamam aziz, hikayesi var filan, biliyoruz. ama gerçekçi olalım. yarın öbür gün "donunu başına geçir ve kelebekleri yala" diyene de inanabiliriz.

hayır yani, ondan sonra gökçek harikalar diyarı yapınca beğenmiyosunuz, üzülüyo çocuk.

25 Aralık 2008 Perşembe

parmağa fiyonk

ya YKY'nin vedat nedim tör sergi salonundaki Aphrodisias sergisini kaçırmayın. hatta ben de kaçırmiym bi şekilde. 25 ocak son. aklımdaydı ne zamandır oysa. kendime not, size de linkli minkli hizmet. ho ho ho.

kıtipiyoz

hava muhalefeti sebebiyle bir gece daha kazanmak... güzel şey. çok güzel.
yol boyu uyku, yanımdaki kızla aynı pozisyonda uyuduk huşu içinde. finiş.

~*~

bir şehir düşünün, düşündükçe elinizde kırmızı balonlar, saçınızda konfetiler, boynunuzda parlak boncuklu kolyeler filan... ordayken yani ya da orda olmayı düşündükçe. en iyimser noktanız. en pembe gözlüğünüz. en bahar erguvanınız, en yavru martınız filan. öyle bi yer. üstünüze çamur sıçradığında gül kokuyo, trafik tıkandığında sebebi uçan filler filan. kafayı yemedim ama durumu özetlemem lazım. böyle bi ruh hali düşünün. orda güç geliyo size. sailor moon'un tokası mı bi şisi vardı, onun gibi. süpermen'in kriptonunun tersi. güç geliyo işte, olabilirlik hissiyle, pamuklar içinde...

sonra otobüs.

sonra iniş. 35 dakika sonra hani şu waterboarding tekniğiyle "acı gerçekler duşu" işkencesi. boğuluyorum hissi; ama aslında boğulmamak. bütün bunların "hoşgeldin yeni yıl" melodisiyle beyninize saldırması. en kaçmak istediğiniz gerçek. ne bileyim, faturalardaki puntoyla yazılmış yazılar. bozuk elektronik aletler ve çiğ kalmış kıyma gibi bi şi.

arada 1984 yılında dünyanın başına gelmiş en tuhaf şeylerden biri olan gremlins filmini kardeşle tekrar izlemek (niyeyse), o aptal fon müziği kafanızda yankılanırken bi daha waterboarding. balonlara saldırıp konfetileri saçan, kolyeleri koparan gremlin ordusu, filin hortumunu düğümlemişler filan (yine sırf açıklayıcı olmak için saçmalıyorum, ona göre). sonra kısa bi es, yine yavru martılar, ucibik sevimli iyimserlikler. gremlinler uçan fillere binmiş, melih gökçek vapur kaptanı. "meraba koca götlü lucy, yana kay ben de göklerde dalgalanıcam" çığlıkları atma isteği. falan filan.

kavram kargaşı, duygu sarhoşu, bulamaç bi beyin.

sonra telefon beklemeler. alo mirebağ. alo mu acebağ. son kararım memetalibiy. son karar kimin ki memetalibiy? siz mesela kaç kez son kararım diyerek evlendiniz, sonra boşandınız memetalibiy. ay yoksa siz "son kararınız mı" demiyo muydunuz memetalibiy?

bokbokbok.

yavru bi güvercinin çatının kenarından ilk uçuşunu gördünüz mü hiç siz değerli hayata hep bi hayvan belgeseli örneğiyle yaklaşan okurlar? güvercinlerde dişi ve erkek sırayla ve eşit sürelerde kuluçkaya yatıyo. yavruya da beraber uçma öğretiyolar, tenhada. hop o köşeden bu köşeye. temkinli. ama gün geliyo yavru güvercin yıldız-karayel filan derken, dengeyi tutturup karşı binaya uçuyo işte. diğ mi diğ mi.

herkesin kendince haklı olduğu bi dünyada yaşıyoruz. bence sen de haklısııığn. hepimiz haklıyız yaşasın. haklılıktan ölüyoruz, anlayıştan geberiyoruz. hak hukuk. guguk kuşları gagalasın bence bizi.

düşünmem gereken bir sürü şey var. cevapsız sorular, alınması gereken kararlar ve tabii ki olmazsa olmazımız: dar vakitler var. lay lay lom yaşasın.

22 Aralık 2008 Pazartesi

ansızın

ansızın biletler ve bavullar ve otobüsler ve 440 kilometreler.... lerlerler.
istanbul. otobüste sevgili yanı koltuk istiyorum ben.

neyse bu vesileyle, ne alakadır bilinmez; ama threadless.com'daki favori t-shirt desenlerimi sunuyorum size çünkü hiiiç işim yok, çünkü sempatikler :





ve tabii ki:




*du bakali nolecak.*

19 Aralık 2008 Cuma

bitlıs

bitlıs demişti ortaokul sınıfımdan bi kız. o zamanlar en minicik gerçekleşme ihtimalinde bile ruhumu satabileceğim bi "ingiltereye gidip beatles müzesi gezme" hayalim vardı. ve kendisi bu hayalimi bayram tatilinde gerçekleştirmiş bir kız idi, gelmiş bize anlatıyodu ve bunu haketmediği belliydi işte. büyüdü, lens ve kuaförle tanıştı, ankara sosyetesi onu çok sevdi. bitlıs filan hatırlamıyodur haliyle. ama ben bilmiş bilmiş, en anlamaz haliyle, yarı burun kıvırarak, bi de utanmadan o kadaaar müze gezmenin üstüne hala bitlıs deyişini hiç affetmedim, üzgünüm.

hala odamda duran 1970ler basımı bi ingilizce-türkçe beatles sözlüğü var. ahah şaka. öyle diil yani, şarkıların tamamı türkçeye çevrilmiş, sol sayfa the oricinıl, sağ sayfa türkçesi. türkçesi gerçekten berbat. mot-a-mot çevirmişler; kelime dizimleri bile aynı. olsun. çok severim kendisini, anneminmiş galiba.

neyse işte. aklımdan geçirdiğim the beatles seansını yazmaya karar verdim. araya sadece lennon olanlar da karışabilir, atlamayalım. sazan suzanları sevmeyiz dostum buralarda.

en sevdiklerimi başa yazarım da sonrası karışık biraz. uyariym, yesterday sevmem ben. bıktım ya da, bilmiyorum. 3 grup olucak yani: illa ki en canlarım, illa ki çok sevdiklerim, illa ki dinlemekten bıksam da sevmekten bıkamadıklarım (neler diyorum ya?!).

1. strawberry fields forever: çünkü o kitapta sözlerini ilk okuduğum şarkıydı.
2. day tripper:çünkü tefim olduğunda ilk tempo tuttuğum şarkıydı. tefim var, evet.
3. dont let me down: çünkü ağladığım ilk beatles şarkısıydı. çok güzeldir çok. ilk sıraya mı çıkarsam acaba? yoko'yla ilgisi olduğunu reddediyorum.

(burda işler karışıyo, sıralama yok. aklıma geliş sırası belki; ama hepsi başka işte. kendi içinde öbekledim, zira öbek olarak dinliyorum genelde.)

help:çünkü ilk göz ağrılarımdandır.
imagine: çünkü adettendir. peşinden de give peace a chance gelir. ikisi de çok doğrudur.
twist and shout: çünkü minicikken ilk dans ettiğim şarkıydı, babamın ayaklarına mı ne basıyodum hatta.

hey jude: çünkü ben lucy'den çok jude'u kıskanmıştım. aslında bıktım biraz dinleye dinleye.

jealous guy: e çünkü çok yalın ve güzel.
this boy: aynen. bu ikisi peş peşe dinlenmeli. böyle adamlar bulsun diye küçük kızlara çeyiz olmalıdır hatta bu şarkılar.
woman: çünkü çok güzel "woman" diyo. yoko ono'yla ilgisi olduğunu yine reddediyorum, üzgünüm.

i am the walrus: çünkü küçükken müziğinden korkmuştum. aptalca di mi.
nowhere man: çünkü mesele atalet halidir.
being for the benefit of mr.kite!: çünkü "of course henry the horse dances a waltz" diyo şarkı. daha ne yani.
you know my name (look up the number): çünkü şarkı bu kadar ve çok eğlenmişler, belli.
when im sixty-four: çünkü aynen böyle bi 64 yaşı çok isterim.

girl: çünkü herkes o kız olmak ister yahu.
norwegian wood: çünkü girl gibi, her kız ilk cümledeki kız olmak ister bu şarkıda da.
ticket to ride: çünkü herkesin hayattan sadece bir bilet istediği zamanları olmuştur. day tripper'a sıklıkla eşlik eder.
you've got to hide your love away & you like me too much: beraber alıyoruz bunları. çünkü her duruma bi beatles şarkısı vardır demiştim, kanıtı. eddie vedder ilkini bi söylemiş, bayaa iyi. beatles versiyonundan bile iyi diyebilirim.
dont bother me: ha keza. çünkü bazen böyle hisseder insan ve kimse anlamaz. bi de fuat güner "türk usulü" coverlamıştı, o da süper. "kekliği düz ovada avlarlar" var içinde desem yeter sanırım.

üçüncü gruba geçersek:

love me do, octopus's garden, from me to you, shes a woman, long tall sally, revolution (hımm belki sınıf atlayabilir bu), I'll get you, paperback writer, lady madonna, she said shes said, eleanor rigby (bu aralar bi bıktım gerçi), lucy in the sky with diamonds, penny lane, julia, yellow submarine, hard day's night, im looking through you... gider bu böyle.

ve itiraf ediyorum, sevemediğim yegane beatles şarkısı let it be.
yani çalıyo dinleniyo filan tabii ama.. öyle işte. sevemedim hiç. mıy mıy gelen bi şi var.

~*~

unuttuğum şarkılardan özür dilerim. kesin varlar. liste yapmayı sevmiyorum zaten, geriyo insanı. sıkıldım hem yaz yaz yaz. bir gece ansızın çalar, öcünüzü alırsınız.

18 Aralık 2008 Perşembe

i milih

izlediniz mi? ben izledim. bittiğinde ailecek odadaki oksijeni bitirecek şekilde bi aaaay çektik. daraldım. gözümün önüne kum havuzunda tepinen, diğer çocuklara kum atan, oyunlarını bozan, kovalarını kıran, "napıyosun" diyene kulağını tıkayıp "la la la" diye bağıran, karşısındaki ağzını açtığında aptalgötboksalakgerzek!çarpısonsuz!sonsuzkerebimilyonkerebok! diye bağıran, hep "çarpı sonsuz çarpı sonsuz" diyen bi velet geldi. ayrıca bu veletler annee anneee ne diyo yaa bak yaa anneee götbok dedi bana annneeee diye de yırtınır. filan.

neyse bunları biliyoruz zaten, bekliyoduk da. kılıçdaroğlunun kullandığı sakinleştiriciyi merak ettim bi tek, o kadar. bi de fondöten sürülmüş gökçek, üretim hatalı bi taş bebek gibiydi. üretim bandından fırlamış, ekrana düşmüş. E.T ve Badi ilişkisi gibi, adeta yerli chucky.

otobüs duraklarında, otobüs içindeki posterlerde ve otobüslerde ayakta giden yolcuların tutunduğu tutacaklarda (evet tutacaklarda) melih gökçek resmi ve icraatları var, bu arada. metrodaki ekranlarda da. her yerde.

devam.

aslında acı olan şu ki, o adam gerçekten biziz. biz derken, ankara diil sadece. o adam, hakikaten ortalama bi vatandaş. kadın olsaydı seda sayana katılıp evlenmeden hamile kalmış, tanınmamak için peruk takan konuk kıza çemkirirdi. ya da işte ne bileyim, semra hanım filan olurdu. politikacı olmasa mesela, 8de 8 suçlu olduğu kazalarda sağ el parmaklarını birleştirmiş, "canım kardeşim"li cümlelerle polise yaltaklanır, rüşvet teklif eder, son çare olarak da kazaya karıştığı adama aba altından sopa gösterirdi. fatura ödemesinin son gününde "para çekip geldim, sıradaydım aslında" cinliğiyle kaynamaya çalışırdı kuyruğa. üniversite öğrencisi olsa mesela, grup ödevinde hep o emeğinizin üstüne yatan eleman olurdu. çok var yani, bu sadece belediye başkanı versiyonu. daha karikatürize hali de avrupa yakasındaki burhan. yani bir sürü gökçek var etrafta, içimizde, duruma göre, nabza göre, ve gidip kendisine oy veriyolar. sinirden kasılıp gülümser vaziyette yuh çekiyoruz, ama bitmiyo.

hepimiz anamız gözüyüz yani. bi kez daha hatırlamış olduk sadece, o kadar.

gelecek kuşaklar "anne eskiden başkent bi şehirmiş, sen hatırlıyo musun o zamanları" filan diyecek, elinizde fotoğraf varsa iyi saklayın. o zamana kadar otoban kenarına malzemeden çalınarak yapılmış estetik yoksunu toplu konutlardan ve alçı kalıp tiftik keçisi heykellerinden oluşan bi harikalar diyarına dönüşecek burası. arabayla geçerken hızınızı arttırıp gözlerinizi kapayacaksınız bu hilkat garibesini görmemek için. ankara giderek çirkinleşecek, tam bize layık bi başkent olacak. başkentin ortasında, estetik ve etiğe dair her şeyini aldırmış milyonlar olarak birbirimize kum atıp "çarpı sonsuz!! çarpı sonsuz!!" diye bağırıcaz. oh mis.

doğalgaz sayacıymış.
şehir yok şehir. etik için var tamam; ama estetik suçu diye bi şi var mı ki TCK'da?

-_-

neyse ya. içim kasılıyo benim. anlatmaya üşeniyorum.
beatles listesini halledicem.

15 Aralık 2008 Pazartesi

peh.

geri geldim ben yine. geri gelişler çok şiddetli oluyo, bunu konuşmuştuk. "geri geldim ben yine" diye yazmanın ağırlığını filan, düşünmüyorum artık. bunu da konuşmuştuk. hep aynı şeyleri konuşuyoruz zaten blog zira ben hep aynı şeylerleyim ve değişmedikçe değişmek bilmedikçe şiddet artıyo blog. bunu da konuşmuş olabiliriz.

dönüş otobüsünde madonna'nın nothing really matters klibini rüyamda görüp, ipod'dan bulup, 5-6 kere filan dinledim desem? nerden çıktı, nerden hatırlıyorum hiçbi fikrim yok. ki eminim beni 12-13 yaşımdan beri tanıyan bi azer olsun, bi burcu olsun, bunu ilk kez duyuyolar. evet ben ve kimonolu madonna yol boyu beraberdik. gözümü açıp çikolatalı kek yiyip devam ettim. siyah peruk ve kimono istemiş bile olabilirim.

uyuşturucu bağımlılarının doz arttırması meselesi var ya hani... vücut alışıyo işte, tesir etmiyo bi yerden sonra. onun gibi hallerdeyim. yok o hallerde olmadım da olsam böyle olurdu eminim. ne manalı, ne gerekli açıklamalar bunlar. neyse işte, madonna ve ben düşündük ki şarj aletinden aniden çektiğiniz telefon aslında çok büyük bi acı yaşıyo olabilir. öte yandan şarj aletinizden 5,5 saat boyunca yavaş yavaş çekilmek de işte... pek iyi diil. neymiş: enerji kaynağınıza yakın olun. bunu da konuşmuştuk evet.

ne diyodum, bayram tatili. uzun ve boş günler dolusu. tam, "24 saat"ler. çok güzeldi dememe gerek olmayacak kadar güzeldi. ankaraya geldim. daha aşti'de patronumdan sesli mesaj olduğunu gördüm. nokta.

en sevdiğim the beatles şarkılarını sıralamayı düşünüyodum buraya, unutuyorum. şu anda da üşeniyorum. ama en sevdiğim cat stevens şarkısı moonshadow'dur, bildiririm. morning has broken ise bayar beni azıcık.

bloga geri dönmüş olmak, çok üzgünüm ama fazla ankara bi şi. bi de ağır.
suratsızım, ekşiyim. kör bi falçata hissediyorum midemde. bildiririm.

8 Aralık 2008 Pazartesi

dipnot

yeni yapılmış bi bavul gibisi yok. mis mis.
bütün gün uyuyabilirim gibi bugün yine.

oje sürüp saatlerce havada tutarak takma tırnak düzgünlüğünde kurumalarını beklemek istiyorum. bekleyebilmek ya da. modern, şeerli kadın olmak ne zor be blog, yeri geliyo ojenden bile fal tutuyo ahali. misal iş görüşmesine gidicen. karşındaki kadın, ve hatta hatta adam, belli bi oje rengine kıl. tahmin edebiliyo olman lazım. hadi kadınlarınki mesleki deformasyon gibi bi şi diyelim, erkeklere noluyosa.. çok kesin yargı bulutları olabiliyo oje konusunda. firenç yapanlar, bordocular, cilacılar, tırnak yiyenler, siyahçılar, pembe sedefçiler filan. her nefesiniz tahlil be gülüm. oysa ben karakterimi ayak parmaklarıma sakladım, orda ifşa ediyorum. yaa yaa. icabında hangi oje yakışmaz ki kız bana hem.

bu akşam işle ilgili mini mini birler çalışkan ikiler tamamlayıp göndermeliyim ama bu kadar mı istenmez bi şi. bavulu da kapamadım zaten. mola. uyusam mı hakikaten acaba?


hayatınıza bi adet katlanabilir diş fırçası sokun.
gidebilme ihtimalinizi hatırlatan sihirli değnek gibi bi şi kendisi.

6 Aralık 2008 Cumartesi

yol

hani boks maçından sonra böyle eldivenlerini sallayıp sırıtır kazanan, darbelerden aptal olmuş, ağız burun kaymış filan. "yazık, kazandım sanıyo" der üzülürsünüz haline (di mi? bana oluyo da).. işte dün ofisteki son dakikalarımda anladım adamların halini. düşmemiş olmak gurur verici yahu. iş bitti, ben de bittim. ama düştüm mü bi sorun? yo dostum yo, düşmedim. dökülmüş dişlerim ve kırık burnumla mutlu ve gururluyum resmen.

şu adanalı denen dizinin jeneriğinde "FARK VAR seninlebenimaramdakocamanbi FARK VAR" diye giden ceza şarkısı... ruhumu yedin. beynimde yankılanıyo sürekli. işin fenası, kimle kimin arasında kocaman bi fark var onu bile bilmiyorum. oturup izliycem, o olucak.

neyse... yarın günlerden bayram, sonra günlerden istanbul. nihayet.
gelip gidip uyudum bugün, çok iyi geldi. yemek yiyip yine uyurum belki.

yunanistan, hani komşu memleket filan, adeta biz. öyle olsunlar istiyoruz aslında. fena halde... ama az buçuk farklılar yahu. dolmades cacıki filan diil durum. polis 16 yaşındaki çocuğu öldürünce sokaklara dökülüyolar. polis de topunu gerzek yerine koyup "ben yere ateş ederken bi taşa takıldım, havaya sıkiym derken 10 yerden sekip ensesini buldu, kendi koşup koşup mermiye saplandı aslında" gibi tırışka laflar edemiyo. ne acı ki, aferin diyoruz. di mi yani? aferin adamlara, tepkilerini göstermişler. taş üstünde taş bırakmamışlar; ama susmamışlar da. di mi. aferin komşuya, her hafta cenaze kaldırmıyo. aferin komşuya, "noluyo len" diyo toplu halde. komşuyu yeterince takdir ettiğimize göre perdemizi kapayıp, elimizde çekirdek, televizyon izlemeye geri dönebiliriz. sonra çayları tazeleyen eleman komşuya bok atar, oh deriz tamam, bizden daha iyi diiller aslında. huzur içinde adanalı filan izleriz heralde, ne biliym.

FARK VAR seninlebenimaramdakocamanbi FARK VAR diye yankılanır durur artık.
sivrisinek saz.


ay konular mı bağlandı ne? adios muchos.

4 Aralık 2008 Perşembe

kısa cümleler kurabilmek de bir meziyet di mi?

yaşar kemal köşkteydi, konuştu. yaşar kemal devletle barışmıyor. devlet, yaşar kemal'le barışmaya çalışıyor. karşısında oturanlardan bazıları sadece duydu, bazıları dinledi:

"İyi şeyler için yazıyorum yoksa gerisi ne olacak yani."

usturmaça

pazar sabahını gorebilmek istiyorum. işle ilgili bi ton bi şi yazmıştım buraya, sildim. bari sizin gününüz güzel geçsin. dün jelatin hanım beni 4 perdelik operaya götürdü. 4 perde yazınca korkup kaçarız diye son iki perdeyi birleştirmiş cinler. 3 perde ama aslında 4.
buy three get one free.

annem içerde alain de botton imzalı yeni kitabı okuyo: çalışmanın mutluluğu ve sıkıntısı. ağlayarak kitaba sarılmak üzereyim. uf bi şiler oluyo, olmuyo, oluyomuş gibi yapıyo bi bakmışın olamamış filan. yorucu. ama zor olmadığı konusunda ısrarcıyım blog. şimdilik.

3 Aralık 2008 Çarşamba

saat belli diil, ama niyet belli

ey okuyucu ahalisi,

kızıl ve asker adam karanlık divad bayram tatilinde sivillerin arasına karışıcakmış, haber etti. bendeniz de bayram tatilimi törenlerle istanbulda ve bittabi sevdiceğimle geçireceğimdir, hatta yegane hedefim de budur; yalnızca 12 aralık cuma günü bir istisna.

bir cuma günü başka işi olmayanları, eski okulumuz boğaziçi üniversitesi'nde bekliyoruz. güneyde tabii ki. bir kısım zaten yoklamaya tabii, diğerlerini de bekleriz efendim. biz tahminen dedikodu filan yaparız, manifestomuzu tartışırız, yeni rektörümüzün koyu renkli şişelerle ilişkisine bağlı olarak iki yudum bi şi de içeriz. ben üşüyüp çay içicem diye yan çizebilirim. divad askerlik anılarına sarabilir. kediler yemeğinize sarkabilir. her şey mümkün. katılmak isteyen ses versin, ya da vermesin, hop diye çıksın sürpriz yapsın. o derece her şey mümkün. saat belli diil işte, detayları sonra duyururuz artık. 9 gün önceden duyurmak da işte... işgüzarlık.

yakamızda karanfil filan yok. civarda toplam ağırlığı 100 kiloyu bulmayan iki kişi biz oluciiz, bence tanırsınız. tabii önce benim asker traşıyla divadı tanımam gerek. yanında kürşat bey de olacakmış, sanırım ordan taniycam. üzgünüm divad.

2 Aralık 2008 Salı

belli etmek istemiyorum ama çok sıkılıyorum

hepimizin bildiği üzere, resmi tatillerimizin bi kısmı dini tatil. önümüzdeki 9 günlük tatilin ilk günlerini kent şekerlemeleri gıyabında ailemle, geri kalanını sevdiceğimle geçiricem, haliyle şikayet etmiyorum.
neyse, YÖK musevi ve ermenilere de dini günlerinde tatil vericekmiş. iyi hoş da, rumları anlamadım. onlara niye yok? yoksa YÖK ermeniliği bi din mi sanıyo? katolik ve protestan hıristiyanlar fasulyeden mi? Bütün bunlar olurken sunni olmayan müslümanlar "hani bana hani bana" mı diycek? peki adam diyelim TC vatandaşı değil ama burda yaşayan bi ermeni, ona tatil yok mu? o zaman TC vatandaşı olmayanlara niye kurban bayramında tatil var? yahudilerin dini gününde sadece yahudilere tatil veriyosak müslümanların dini gününde niye tüm yurda tatil veriyoruz? eşitmişik gibi bi şiymişik galiba?
hem nasıl olucak bu iş? allahın faşizan bir yetkilisine, ki biliyosunuz az diiller, rahat rahat "selaam naber ben yahudiyim" diyebilecek mi insanlar? "buyrun kenardan fişleyin beni tatildeyken"? yalçın küçük tadında kenara not alınmayacaklarını nerden bilecekler? paranoyak olabilirim ama zararını görmedim.
neyse gelelim daha flaş habere.
avrupa yakasındaki burhan niye sevildi sorarım? bunca zamandır "ya hakkaten yaau ne kadar tanıdık tip ho ho ho" diye niye bağrımıza bastık sorarım?
çünkü yılların emeğiyle hazırlanan imaj çalışması, akıllara kazınan görüntüsü dış mihrakların ve içteki hainlerin el birliğiyle sabote edildi. paçoz esprilere alet edildi. bunu ben de çok geç fark ettim ama şu yazıyla bi anda anladım gerçekleri. şüpheye yer bırakmayan acı gerçeği kanıtlarıyla beraber sunuyorum:
ey gülse birsel! sen istanbullardan naşi, bir vizyon adamının kariyerini nasıl baltalarsın? yok öyle "ama burhan gözlüksüz", "ama burhanın saçında ayrık yok" filan. yemezler. madem bi şi yapıcan, destek ol. "amcaoğluymuş ziyarete gelmiş" filan de, imelih'e de iki-üç bölümlük rol ver. fırsatçı gülse seni.
başlığa istinaden: istinat duvarı diye bi şi var.

30 Kasım 2008 Pazar

her konuya uygun bir beatles şarkısı vardır, endişe etmeyiniz

Sâbuş ve anılarrr anılaarrr dakikaları. hiç bilmediğim uzaklıkta akrabaların, her detayını bildiğim hayatları. bu seansları dinlemek zevkli.

eyüp sultan camii imamının kravatlı, 3 dil bilen, çok çok yakışıklı bir genç adam olduğu zamanlardan. baya bi jönmüş kendisi anladığım kadarıyla, çok da böyle "ay yüzlü" mü derler, iyi niyetli, munis bi adammış. neyse... bir hanfendi varmış, Sâbuş'un kuzenine hayran. sık sık ziyarete gelirmiş gündüzleri. kısaca oturup az buçuk son "havadis"leri öğrendikten sonra, hep aynı şeyi söylermiş giderken: "bildiklere selam ederim". selam ettiği bu kuzen, üst satırlardaki imam bu arada. yaa yaa. bildiklere selam etmek kadar incelikli laflar kaldı mı sahi?

bi de çay içerken fincanı tutan elinin serçe parmağını havaya kaldırdığı için reddettiği bi damat adayı var ki daha önce bahsetmiştim. kendisinden bahsetmeyi çok severiz. ve o havalanan serçe parmağına ben de tahammül edemiyorum. Sâbuş'un dediği gibi: o parmağı görerek ömür geçmez, hatta içilen çay bile bitmez. daha önce yazmıştım biliyorum. toplu takıntı geliştirelim de ortak noktamız olsun diye tekrar ediyorum okuyucu.

"tüm istanbul hayrandı" kadınlar ve erkekler dinliyorum. bilmemne hanımlar. çok zarif, siyaaaah kuzgun saçlı. Sabuş'un bi daha hiç görmediği kadar güzel gülümseyen. kocası bilmemne beyler sonra, tıknaz ama iyi bi adam. taş plakları yeni yine yeniden keşfe doyamıyoruz ya milletçe... benimkiler Sabuş. her seferinde dinliyorum. eskilerden bazı fotoğraflar da var evindeki dehlizlerde. görüntü, müzik her şey birbirine karışıyo işte. yaşamadığım bir geçmişe nostalji diil, onu dinlemeyi seviyorum. bir anda 20 yaşında oluyo, oturuşu bile değişiyo. Kınalı Yapıncak* zamanları Sabuş'un; çok çilli, çok kumral ve çok güleç. kimin kim olduğunu açıklamıyo bile bazen. eğer Namık Beyleri hatırlamazsanız mesela, o sizin sorununuz. neyse işte, bütün bu anlattıklarını dinledikçe ankarayı ne kadar sevmediğini duyuyorum, özlemlerini, gidemeyişlerini. fena şeyler bunlar.

ona almayı düşündüğüm bi Denizkızı Eftelya albümü var, gerçi o zamanlar yeni doğmuştu ama şarkıları biliyo. kalan müzik'ten çıkmış. bi de bulabilirsem, 1940-50lerden büyük ada kartpostalları. hoş, orhan pamuk'un etrafta kartpostal bıraktığını da sanmıyorum.

bu arada, o jön imam kuzen başkasıyla evlenmiş. karısı geçenlerde ölmüş.
neyse, bu da böyle bir hikaye işte... şimdilik bu kadar.
bildiklere selam ederim efendim.


*kınalı yapıncak hem kitap hem film evet, ama öncelikle üzüm. üstü minik minik benekli bi istanbul üzümü.

29 Kasım 2008 Cumartesi

sen ne güzel günümüzdün cumartesi

atalet tanrısından beni bağışlamasını ve ruhumu bırakmasını filan mı rica etsem acaba?

ne kibarım ya, rica filan. arzederimsaygılarımlaimza.

26 Kasım 2008 Çarşamba

mandalina mevsimi

bir sürü düğmem oldu. sonra onlar büyüyüp kolye olucaklar.
odama yapay şelale yaptırıp altında durmak istiyorum. odamın şu anki ebatlarının iki katına çıkmasını da isteyebilirim, maksat şelaleye yer açılsın.
lindor çikolata, süper bi şi. endonezyalı bi arkadaşım tamamen havadan sebeplerle isviçreye gititğimde istemişti benden. öyle tanıştık. lindor güzel, lindor cici.

şiir gibi tosarıyorum.
etraf sürekli excel tablosu formunda. 4x4, 5x4,3x3, tablo kutucukları. algım değişti ama iş bitmiyo.
yüzüklerimi oje şişelerinin kapağına takmayı akıl ettiğimden beri daha düzenliyim adaşımbaykal.
"siyaset insanın kendine yakışanı giymesidir partisi" kurulsun. ilk seçimde iktidar oluruz. sonra tek derdimiz ilkbahar/yaz ve sonbahar/kış sezonu modası olur.

daha iki hafta var blog.

koyu renkli perdelerle uyku daha güzel.

bunca evrim geçir, yok iki ayaklı süper hayvan ol, hala pis yerde yaşayama. tuhaf gelmiyo mu? madem evrilicen tam olsun. toz beziyle evrilmez bi hayvan, ayıptır. evet odam dağınık. ayrıca düzenli temizlik ihtiyacı beni boğuyo. hasta ediyo. aşırı titiz biri de değilim, ama yani pislik sevmem. kirlenmeyen ev istiyorum. zamandan tasarruf diye.

dudağımı ısırıyorum. bunu öveçler boyunca yokuşu bi aşağı bi yukarı yürürken fark ettim. böyle ısırıp duruyorum, koparmıyorum. bi şiler düşünüyorum. nerden çıktı bilmiyorum, dehşet içinde bi son verdim.
tuhaf rüyalarım azaldı. bitti hatta. özlem versiyonuna geçtim.
iş için bi dernekle görüşmem vardı. dernek adının yazdığı zili çaldım. görüşmek istediğim kişinin adını söyledim, beni içeriye aldılar. merhabalaştık, kendimi tanıttım. nerdeyse çay söylüyolardı ki adam "yanlış oldu galiba" dedi. neyse, aradığım yer taşınmış. adam da sadece aradığım kişiyle adaş. kolay bi isim de diildi halbuki. tuhaf tesadüflerle yaşıyorum. neyse buldum yeni yerlerini sonradan. "ama zildeki isim.. ama siz.. ama..." diye kaldım.

annem gizlice internete girip reflü yazıları okuyo.


cem dinlenmiş karikatürüyle kapanış. sulukule.

25 Kasım 2008 Salı

geçgüç




Gönüllerin dergisi, edebiyat-hayat ahkam köşesi Hariçten Gazel, bir aya yakın süren nazlanmasını bi kenara bırakıp sonunda çıktı. Taze gelini hoppidi hoppidi yapıyoruz, havalara atıp atıp tutuyoruz. Dumanı üstünde pide gibi adeta, çıtır çıtır (benzetme delisi oldum anne). dağıtım da yakında olur, uça kona ülkenin dört bi yanına ulaşır.
Beşledik bu arada ahali, beşi bi yerde oldu, editörlere altın takıciiz.
canım dergimiss.. kıymetlimiisss... okuyunuuss...

23 Kasım 2008 Pazar

ciğer, kelle paça ve kokoreç üzerine

ankara uçuyo. 10-15 dakikalık elektrik kesintileri dışında ana caddede devrilen bi ağaç var. bari yağsa da bunca soğuğun bi anlamı olsa. hatta anneanne replikleri: "yağsın yumuşasın", "yağsın yağsın, barajlar dolsun". c) hepsi.

suyun altında/içinde olmak kadar güzel bi şi yok. akar akar akar.

hcg ("hırsla celallenen güzel" olarak da açabiliriz bence bunu) geçenlerde "5 ciğersiz türk aydını" yazısı yazdı. beklenen performansla. komik olan beşincisinin kendisi olmasıydı. insan "4 ciğersiz ve bir aydın" koyar adını, "4 nikah, bir cenaze" tadında okunur. bir, iki, üç, dört, bom. gibi bi şi. neyse, ciğerlerim ve diğer bütün iç organlarımla bu adamın niye bu gazetede yazdığını hep merak ediyorum. yazacak yeri olmadığından diil ki yani, gani gani var. anlamadan dinlemeden beni "işte hoşgörüsüzlük!!!!" diye etiketleyeceklere de selam ederim, ben susturma derdinde değilim. gerçi bi de "kimse ateist olamaz!" diyengül var. böyle enteresan bi çoban salata.

neyse, bence hazin olan "diğer yanağını çeviren isa" tutumu. hani alttan alan, ah temiz ferah adeta ilkokul anket defteri kadar akça pakça gönlüyle, hem doğruyu gösterir, hem bizi hizaya getirir, hem de satır arası faşizanlık yapar... eleştirenlere tabii ki tabii ki "mevlanacılık" oynar, "sen de haklısın can, severim yaradandan ötürü ama yanaklarımdan süzülen bir damlanın tuzu hala dilimi yakar" filan der (ay tam hcg ağzı oldu), yanağını çevirir, hamdolur, bi şiler. yorucu. sıkıcı. sonra oturur, tüm o üstün diplomasi birikimi, bürokrasi görgüsüyle "ciğersiz" der birilerine, ah amaaan belli biri diil canım, ortaya. tabii ki. zira diplomasi, yançizebilirlik sanatıdır. açık kapılar, kaçacak delikler bırakma ilmidir. hem de. "yanlış anlayıp beni taşladınız demek.. olsun.. taşlayın.. buyrun öteki yanağım.. yaradandan ötürü". es verdiği yerde de "ciğersiz"likler.

ahmet insel sinir yapmış, cevap yazmış, ordan aklıma geldi. oysa ne gerek var. şimdi çıkıp "yarası olan gocunur, ayna ayna çelik ayna" filan diycek adam. neydi o dilber hala karakterinin lafı, "ben lafımı eder ortaya korum, beğenen alır beğenmeyen bırakııır" gibi bi şi. gerekirse bıraktığı dar alanlarda yan çizicek.. bir iki selçuklu padişahı, halife alıntısı filan yapacak; ki kendisi sunay akın ekolünden resmen bu konuda. sadece daha sakin anlatıyo ve bizim dehşete düşüp hizaya gelmemiz gereken kıssadan hisse kısımlarında deriiiin sessizlikler veriyo. düşünmemiz için. tekil konuşuyorum saygısızlık sanılmasın, kendisi hep "biz" der. h ve c ve g olarak. veriyolarlarlarlar. neyse ben oldum olası fıkra, kıssa filan anlatanları sevmem. bi şi sorarsın laz fıkrası, başka bi şi sorarsın nasrettin hoca.. anlamadığımdan değil, bu "akıl oyunları" cinliğini sıkıcı buluyorum. neyse, h ve c ve g, eski göktürkçe kitaplara referansla doğruyu güzeli buldurur, "ama" dersin, "onu bırak da iki kere iki kaç?" "kiki" der. sonra da "kiki dört harfli bi kelime ama, fark etmediniz mi... peki can sen de haklısın" diye yan çizer. tuzlu yanak filan sonra.

doğu türkistan meselesini mesela, adı gibi bilir. her detayını. bilmelidir de belki, siyasi geçmişiyle. gagavuz de anlatır, batı trakya de anlatır. ama kendi topraklarında mesele yoktur. meseleleştirilmiş hazin öyküler vardır, yabancıların nifak tohumları vardır, en fazla "münferit olay" vardır ve olsa olsa "mukavemet"ten çıkmıştır; ama mesele asla yoktur. tek mesele, türk dili konuşan oğuz boylarının günümüzdeki halidir. aralarında hıristiyan olanlar varsa onları da sevebiliriz, zira oğuz> hıristiyan. büyüktür yani. "türk'ün türkten başka dostu yoktur" demeyi doğru bulmaz. etik kütük, öğrenmişlerlerler bi şiler. bunca yıl. onun yerine "türk olmayanın türkten başka derdi yoktur" der. dolaylar ve dolanır.

sevemiyorum yahu. zorla diil ya.

20 Kasım 2008 Perşembe

çakılı çivi

solda ortalama bi ilkokul "pencere resmi"-- hafızamda kalan parçalarıyla sunuyorum. sağdaki de yes, benimki. oricinıl.





çocukluk hayallerimiz ve hayata geçemeyişleri adlı eserimde, gördüğünüz üzere sadece perde kısmını tutturabildim. karşımda güneş, bulut ve ağaç yok. balkon, beton ve cam var. perdenin ortasından geçmesi gereken ahşap zımbırtı simetriden uzak. evde çok sıkılıyorum atam. karşı binayı yıkıp dutluk yapıcam. çocuklar her şeyi simetrik seviyo sanki di mi? sola 14 çiçek, sağa da 14 çiçek. neyse işte. çivi delisi oldum. arada bi düz çaktığım bile oluyo.


bugün jelatin hanıma kavuşmak için halka indim. bayaa indim yani, yerlere kadar. otobüste bayılmışım. bence ego'nun da iett gibi "biz insan taşıyoruz" dönemine girmesi gerek. sıcak, basık, kalabalık, havasız. bayıldım ama düşemedim bile, öyle bi yığındı. tamam, otobüs nedir ben de biliyorum. ehliyetsiz ömrüm toplu taşımayla geçiyo. ama bugünkü şey ton balığı konservesiyle insan kaçakçılığı şebekelerinin kamyonları arası bi şiydi. siz de insan taşıyın artık egocum. nolur.

bi de otobüste bayılınca rol dağılımı hep şöyle oluyo:

1. kolonya/ sarımsak/ su vs isteyen ve her istediklerini bulan 2-3 amca,

2. "kızım yere oturma, kızım kalk, kızım hişt, kızım bak kuş, kızım dudağın beyaz, kızım nen var, kızım niye susuyosun, kızım iki kere kiki" gibi aralıksız dürtükleriyle sizi illa ki ayıltan ısrarlı teyze,

3. çok normalmiş gibi müzik dinlemeye devam eden "hayatın zaten kendisi bi baygınlık ve hepimiz bi gün ayılıcaz" ergenleri,

4. yer veren; ama o an verdiği yere oturamayacak halde olduğumu anlamayıp "hıh yer verdik oturmuyo... niye oturmuyo? bak yer var yer bak! peh oturmuyo.. işte küstüm!" kıvamı soru işaretleriyle yüzüme bakan kişi,

5. 30 yaşlarında, iş arkadaşlarıyla beraber otobüse binmiş, genelde boyalı sarı saçları ve şeftali tonlarında makyajı olan "ay benim de kardeşim bi gün bayılmıştı"/ "böyle bayılınca hemen avokado dilimlemek lazım" gibi kendince enteresan konular açan uzak köşe kadınları,

6. "kızım hasta mısın? kansersindir belki? belki saradır? belki kalbin var? gencecik vah vah vah" kıvamı felaket tellalları (ki o an hepsine kafa atmak istiyorum),

7. "iyi misin, durağın neresi, iki durak kaldı, ben haber vericem" diye usulca fısıldayan gerçek hayat insanları. son gruptakiler ayrıca evet-hayır cevaplı soru sorma ustasıdır, hiç yormazlar. mis.


çok utanıyorum bu olunca. iki kere oldu gerçi sadece, bilmem kaç yıl arayla. yine de fena, panik yaratıyo etrafta. halbuki sadece ani bi tansiyon düşmesi ve çabucak geçiyo (evet doktora gittim). neyse, turp gibiym ama hala tüy gibi hafifim. uyku vakti.



ben derim ki kendinize yapacağınız en büyük iyilik, size iyi gelen şeylere yakın olmak.
basit ama zor bi iş.

18 Kasım 2008 Salı

artıpuan

hadi hep beraber müzik dinlemenin suyunu çıkaralım mı hüstın? dinleye dinleye yoralım bikaç şarkıyı. kulaklığım iğrenç derecede cızırdasa da bence bugün öyle bi gün. bugün 3-5 şarkılık, daha fazlasına gerek yok. ankara gri ve yağmurlu olunca, sadece ıslak asfalta bakarsanız istanbula, binaların yan cephesine bakarsanız den haaga benziyo. duşun altında ağlamak, yağmur yağarken yüzmek filan, hepsi aynı şey aslında.

hani çok çikolata yiyince sivilce olur ya da çok içince kusarsın. böyle bi "yetti gari" mekanizması olsa benim için. bünyem kompakt buhran doz aşımı olunca haber verse. ben giderek daha da depresif bulmasam kendimi. kurbağa gözü gibi gözlerim. giderek ağırlık çöküyo üstüme, grrri grrri. 3-5 şarkı işte, tek istediğim o bugün. habire aynı şarkılar. bi de tabii her zamankinden, garson.

köprüaltıçocuuderyikiçlendi.

15 Kasım 2008 Cumartesi

olabülü.

müthiş bi kabus gördüm.

meğer benim okul eylül-ekim-kasım için de devam ediyomuş. 15 kasımdayız dikkat ederseniz. tezi verdikten sonra da ders alıcakmışız. meğer diyorum, ben okula ziyarete gittiğimde (niyeyse?!) adımın asılı olduğu bi liste görüyorum, derse bekleniyorum sunum için, öyle öğreniyorum. sonra işte bi hocayla konuşup "ya pardon ben bilmiyodum bitti sandım" diycem (salaklığa gel), imkanı yok adını hatırlayamıyorum adamın. isim listesi arıyorum, görsem hatırliycam. yanlışlıkla bi sınıfa giriyorum ve yine niyeyse ders istatistik, yani üniversite dersim, master hocalarım, feci bi ortaya karışık. şaka diil, sırf üstüme gelmesinler diye tahtada integral alıp koridorlarda koşuyorum. tez hocamın sınıfına dalıyorum, tam kendisinden beklenecek şekilde "işte geldii.. şimdi hemen sunuma başla" diyo, geri çıkıyorum koşarak filan. bi de okul parasını ödememişim, e mezun sanıyorum ya kendimi, her yerde "bize kazık atmaya çalışan borçlu öğrenci" listesi, en üstte adım, kırmızıyla. sonra ara veriliyo, marisol'e koşuyorum, "ya biz tezi yazdık bitti manyak mısınız bu ne" diyorum, elinde ders notları, sunum tabloları filan, "bu üç aylık derslere göre mezun edilicez, o tez diil ödevdi" filan diyo. çok ciddi. allahım iki güne sınav var bi de, ben integral almak dışında hiçbi şi hatırlamıyorum, o da yani can havliyle. "hangi dersleri alıyorum" diye soruyorum, ders kaydım bile yok. ay bayılıciim. fade out.

mezun kabusu: olamamak.

gerçi rüyaların tersinin çıktığını düşünürsek ana rahmine dönüş sendromuyla "ya nolur bitmemiş olsun, 3 ayım daha olsun ya nolur öğrenci oliym" filan da olabilir meali. iş bulamadığım için olabilir. "ne iş yapıcan" sorusunu her duyuşumda duvara çentik atsaydım burdan fizana yol olacağından olabilir. dün gece kampüsten bahsettik diye de olabilir. olabülü, yani.

14 Kasım 2008 Cuma

oturma sırasına göre



karşınızda ofis arkadaşlarım. fotoğrafa üşendim, arayıp buldum.
çok pis bakıyolar, gözlerini kapadım bugün.
ve aslında ofiste olmalarının mantıklı bi açıklaması var. hayır ben getirmedim.

13 Kasım 2008 Perşembe

frb

bugün aslında ofisteki odamda yalnız olmadığımı fark ettim. tam üç adet oda arkadaşım var. üstelik düzenli olarak göz göze de geliyoruz ama.. şimdiye kadar adam yerine koymamışım kendilerini niyeyse. unutmazsam yarın size onları göstericiim. asla etrafa su dökmemem gerek.
tek ipucu bu olsun..
bütüngeceçalışmamgerekebilirblog.
iki gündür ani ağlama patlamaları yaşıyorum, böyle 3-5 dakika sürüyo zira onları yaşamaya bile vaktim yok. kompakt buhran. işle ilgili diil. ilgili; ama diil.
bi evim olsa kartpostallarla dolu duvarları olurdu. ya da en azından bi duvar/ dolap kapağı. yurt oda(ları)mdaki gibi. onun odasındaki dolap gibi. burdaki odamda o his yok. olsaydı minik minik, hiç beklenmedik köşelerden komik kartpostallar çıkardı, komik kartpostal bulmak zor bazen burda, onun için gitmek gezmek gerekirdi, vesile olurdu.

merhabalar selamlar

saat 9.30. son 3 saattir çalışıyorum. bi saat sonra ofise gidip 8 saat daha çalışıcam. aslında yorgunluk dışında bi şikayetim yok. yaptığım iş aynen geri de dönebilir üstelik. erdim artık. kısmet. bi tek, oturmaktan bacak ağrıyo bazen, o kötü. o da kısmet. kısmet sakızları. kahvaltı günün en önemli öğünü. diğer önemli öğünse talcid. buğdayı yok hasata, brokoli diker satmaya. parası yok okula, aidat öder kooperatif üyeliğine. sifonu yok çekmeye, japon el sanatları yapar sergilemeye. falan filan. 160 soruda nolduğumuzu anladık mı. o hanfendinin dediği gibi, detaylara takılacak vaktimin olduğu bi iş olmalı galiba benimki de.

az önce fark ettim ki klavyede yazyazyazbirkenarayaz seanslarından sonra kalem tutunca elimden düşüyo. kısmi el felci.

radikal de artık "orta yaş krizi onlara uğramıyor" başlığı altında kadın resmi sunar oldu. seviyeli gazete iddiasında olmanın zor yanı, bu tür fotoğraflar için komplike, sofistike başlıklar bulma azabı. yoksa ne güzel "hala taş gibi olan memeler için tıklayınız" yazarsın, oh mis. şimdi bi seviyelilik derdi olduğundan zorlanıyolar. sanatsal porno gibi bi şi sanırım. ucuz beyaz çarşafa diil de ipek/ saten/ kadife örtüye (illa ki siyah) sarılırsa hürriyet'ten çıkıp radikal'e terfi ediyo. gibibişiolsagerek. işte "ay yok öyle diil valla" demek için memleketimden sonbahar manzaraları da sunuluyo ki hani yani fotoğrafçılığı her tür manzara için kullandıklarını göstersinler.

açım. adios.

11 Kasım 2008 Salı

yine

yine çivi yeri belirlemem lazım. üç seferdir karar değiştirdiğim için hala çakamadım. pek stratejik kararsızlıklarım var ama gerekli.
midem yine refül refül başlıyo gibi. oh yoo.
yine el becerisi eksikliğinden, tembellikten veya vakitsizlikten hayata geçirmediğim fikirciklerim var. ve yine fikir olarak kalacaklar.
ben yine bu şehirdeyim. aslında.
"kızım doğumgünü hediyeni kendin seç" kapsamında yine hediye seçemiyorum. seçmeyi sevmiyorum ve yine bunu söyleyemiyorum. hediye alacak olana arsızlık yapılmaz tabii ama kararsızlık onların yaşaması gereken bi şi. sanki. küçükken öyleydi. karar verdim hatta, ben en çok kendi hediyemi seçerken daralıyorum. saçma ama başkası adına kendime hediye seçmek de saçma. neyse, annem burayı okumuyo. hehe.
yine enerjim düşüyo. içim sıkışıyo. yine müthiş bi ağlama isteği var. gözümden çıkmayan yaş mideme asit oluyo galiba.
yine en abuk subuk rüyaları görüyorum. kabus olamayacak kadar komik ama bi o kadar da ürkütücü şeyler. tam hatırlayamıyorum ama yine sabahları yorgun kalkıyorum.
yine etraftaki insanların saçına, başına, kılığına, olmamışlığına laf edesim var, susuyorum. ayıp. içimdeki muppet show yargıcı kağıda notlar alıyo. insan kalabalıkları üstüme üstüme filan gelmiyo, aksine ben gerilip gerilip onlara kafa atmak üzereyim. nedenini yine bilmiyorum.
yine haberleri izleyemedim. lozandan gelen masa, "iyi ki gittiler" diyen bi adam, tayyip erdoğanın gölge bıyıkları filan --kaçarcasına.
yine kendimi boncuklara vurasım var.
eşek yüküyle çalışılacak 20 gün var önümde yine. yani 20 gün kesin burdayım.
aynı kelimeyi dört kez tekrar edince yine anlamını yitirdi. bkz. yine.
odam yine dağınık ve üstelik daha yeni topladım.
yine bi şiler yazıp yazıp siliyorum/karalıyorum/ unutuyorum.
yine bi şilere yetişemiyorum. gün tamamen boş ve akşam tamamen çakışmalarla dolu.
annemin çocukluk şapkalarını özledim yine; ama maalesef artık kafama olmuyolardı artık ve bazıları "enteresan" değil "tuhaf"tı. olsun. şapka güzel şey.
yine şöyle saçma şeyler ilgimi çekiyo.


özetle:
yine sıkıcıyım bu ara. yazıyı buraya kadar okuyanlar anladı zaten.

10 Kasım 2008 Pazartesi

tararara

-- döndüm ben. evet yine. her zamanki gibi. istanbullandım ve döndüm.

dali'ye gittim bi de. ÇOK şey var içinde. evet çoğu eskiz; ama bir sürü parça. inatla dali-franco ilişkisine girilmemiş, niyeyse. neyse, onun dışında çok mis, çok şön. özellikle ilahi komedya için yaptıkları... kitap illüstrasyonlarımızı dali yapsın hep. böyle kitaplar var yahu: montaigne'nin denemeleri, çizen: dali. ya da don kişot, çizen: dali. allahım aklıma mukayet ol resmen.

döndüm ve yine bana raporlar. rapor yığınını eritir gibi okumak güzel. sonra belki bir iki damla suyu bile çıkabilir. çok çalışmak lazım çok bu hafta.

sonra.. sonra bi ayna, bi fotoğraf, bi yazı. daha ne.

8 Kasım 2008 Cumartesi

5kere5

naçizane bendeniz istanbul semalarında doğumgünü kutlamaktayım. 24'le işim bitti. güzeldi yahu düşününce. iyi bi yaştı. "nereden geldim nerelere gideyim" senesi.
istediğim şehirde ve istediğim kişiyleyim. yeni yaşa nasıl başlarsak öyle gidiyodu di mi? yoksa o yılbaşı mıydı? neyse işte, modifiye ettim, oldu.

üstelik yağacakmış gibi; ama hem de birazdan dağılacakmış gibi duran bulutlar var. daha nossun.
25 diye aratınca gugılın önüme serdiği ilk resim de burda karşınızda efendim.

6 Kasım 2008 Perşembe

aşınma

sivas, 1993.

davanın artık zaman aşımına uğramasının vakti gelmişmiş. öyle diyor cumhuriyet savcısı. sonradan kebap salonu haline getirilen otelde iskenderini keyifle yerken düşündü heralde.

halbuki alt tarafı 15 yıl oldu. 15 adet sonuçsuz, acı dolu yıl.
madem illa aşındırıcaz, en az 37 yıl sürmeli, ölen her kişiye karşı bir yıl sorumluluğu bari, olsun bu devletin.

zaman aşımıymış. bu laf da şaka gibi. aşınıyor da işte zamandan değil. zaman geçtikçe, çözümsüz kaldıkça, aşınmak ne kelime, acılar katlanıp büyüyüp fosilleşiyor. hatta: gelecek kuşaklara mumyalanmış acılar.

zamanında başka bi savcı sormuştu bana:
"yoksa... yoksaaaa... siz türk adaletine, suçluyu ıslah etme gücüne inanmıyo musunuz? şüpheniz mi vaarrr????" gözlerini aça aça. ne o, 16 yaşındaki kapkaççı(m hatta. benim kapkaççım) dava gününe kadar tutuklu kalmasın, eğitim hayatı kaymasın dedim. bundan bu azar.

ıslahı bilemem de ihya ediyo belli ki. bazılarını. hani var ya "hepimiz eşitiz ama bazıları daha eşit"lafı; "adalet mülkün temelidir" çoktan eskidi, bence onun yerine yazılabilir mahkeme duvarlarına.
adamlar da artık "tüh 37'de kaldık" diye hayıflanıyodur.
aşınmakmış. zamanmış. hoş, zamanında adalet bakanı bu adamların avukatlığını üstlenmişti. böyle bi enteresan dava işte; sus, konuşuyor krallar..

4 Kasım 2008 Salı

pertavsız

nihayet bendeniz yarın istanbul yolcusuyum. yine dönüş biletli ama olsun. nihayet yahu.

hayatım boyunca "ayakkabı delisi kadın" olamiycam ben, ne iç rahatlatıcı. çünkü rahat ayakkabı bulmam imkansız. ya bol gelir, ya keser. yaptığım 2 tekne gezisinde 4 yunus görmüş biriyim ben, yani teknik olarak az buçuk şanslıyım denebilir. ama artık aciliyetten çıktığım 3 büyük ayakkabı alışverişi seferinden elim boş döndüm. öyle bi ihtimalsizlik yani. giyebilseydim, rahat olabilseydi, tek derdim rengi olsaydı filan... imreniyorum arada. şu koşullarda giderek bunalıp ceyo terliklerle gezmeye başlamak üzereyim. bi kere yani, ayakkabı denen şeyin standart üretilmesi bile bi sakat aslında. düşünün hak vericeksiniz. vermelisiniz.

yarın istanbula gidiyorum demiş miydim?

bir sürü sıkıntılı şey yazmıştım ama sildim. öyle işte.
youtube'a girin, simon's cat yazın, çıkan animasyonları izleyin. kıyağım olsun.
pertavsız, annemin en sevdiği kelime.

1 Kasım 2008 Cumartesi

mesela

saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl diye gidiyo ya hani..
karar verdim, en büyük kelepçe kol saati.

çok sıkıldım ben zamanı ölçmekten, takip etmekten ve hep hep hep bilmek zorunda olmaktan. geri saymaktan, çentik atmaktan. "az kaldı"lardan, "ne kadar kaldı"lardan-- istemiyorum. bıkıyorum, sıkılıyorum, isyandayım işte.

öyle bi geçsinler istiyorum ki farkına bile varmayayım. saymak zorunda kalmayayım. zaman, öyle bir geçsin ki dursun aslında. hep aynı anı yaşamak istiyorum ben; uzun, güzel, mutlu, aydınlık bi an. o en sevdiğim anı uzatmak istiyorum sadece.

aydınlık, hakikaten. aydınlık olsun. tek isteğim. uzun, mutlu ve aydınlık. kol saatsiz.

(-_-) (-*-) (>_<) (^_^) (!_!) {-_-} {*:*}

başlıktaki eserimin adı 7 cüceler olsun.
saçımı kestirmek için yükselen bi istek var yine içimde, üstelik bu sefer kısadan kastettiğim şey K.I.S.A: "Kesin Izdırapla Sonuçlanacak Abartıda" kısalık. kulak hizasında filan, katlı.. öyle işte. ızdırapların en büyüğü o kısa saçla uğraşmak, sürekli "oh tanrım oh tanrım, kökü bende madem, yarına uzasın hemen" dilek ve şikayet formları. unut deryik, unut. bir küçük kuş yuvası olabilir anca sonuç. biliyoruz gördük.

ben küçüktüm, kaçmayan çorabım vardı. en fazla delik oluyodu yani. süperdi. ekoseli mi neydi sanırım, dikilince belli olmuyodu.

çorap demişken..

nil karaibrahimgil'li penti reklamıyla ilgili tek bi sorunum var: o çorapların hiçbiri satılmıyo! yok işte. çorapçı da satmıyosa kim satıcak, nil mi dağıtacak sokaklarda çaça adımları yaparak? ayrıca "ay ne kadar da coşkuyla kocaman gülüyo, kahkahası çok şen" diye her yaptığı işin sonunda gülmesin rica edicem. klipler, reklamlar.. gözler kısık,elde mus çorap, "pentii".... AHAHAHAAHA! yapmayın nolur şu "kameralar kapanmadan önce kendini tutamamış doğal kız.. ve... fade out" işini. madem o kadar doğalsın, manyak mısın, tamamen kurgulanmış bi reklamda oynuyosun? "çok ciddi olmasın, gençler falan". yok ya. o zaman nil'i çorap çekmecesi önünde görelim, giysin çıkarsın, ifrit olsun filan. sonra da gülsün, tamam. ça ça ça danset, ben bugün nasılııım de mekanın ortasında, tut bacağını ıstakanın yanına ser, sonra ay ne doğal, tutamadı güldü. peh. yine de reklamı geçtim, önce çorabı satmayı becerin derim sayın penti. eğer "penti butik: limitıd edişın" filan gibi bi fikriniz yoksa bi an önce dağıtıma geçin. arz-talep ilişkisi leyla-mecnuna dönmesin. derim ben şahsen. nimet çubukçu alamadığı mor-mavi degrade çoraplara üzülüyor diye duydum meclis koridorlarında.

bir de ankarada yaşayanlara, medlab'ın ilk başvuru doktorluğu hizmeti hakkında bi koşu bilgi almalarını öneririm. yıllık 100 ytl gibi makul bi üyelik ücreti var. uzman gerektirmeyen danışma, teşhis, tedavi ücretsiz. branş doktoruna giderseniz de sadece 20 ytl mi ne ödüyosunuz. tetkikler için %30 indirim var. ambulans hizmeti de var. yani ben derim ki, bi bakın, aklınızda olsun. reklamları dinlediniz ama gerçekten işe yarayan bi şi ve çalışanlar güleryüzlü, özenli insanlar. daha nolsun. ufak tefek şeyler için güvendiğiniz bi doktor olur en azından.

ve.. patenlerimi özledim. selamlar.

30 Ekim 2008 Perşembe

valim bizi diskoya götür

adana valisi demiş ki, kötü çocuklar polise taş atarsa, ailenin yeşil kartı elinden alınıcakmış. zira devletin kömürünü alıp sonra devletin polisini taşlamak-- yok öyle yağma. koynumuzda yılan beslemiyoz. höyt.

çocukların suça karışması, "suçlu" görülüp işkencelerden geçirilmesi, işe gelince "el kadar cenin" işe gelince "teröristin başını ufakken ezicen", daha da işe gelirse "polisin sevdiği çocuk olup onun yanında arkadaşlarını taşlarsan sana kitap alırız, muz veririz" halleri filan -- sadece bir sürü ruh sağlığı bozuk çocuk yetiştiriyo. ama şimdi mesele o değil. zira devlet manisa gençlerini itinayla sevmişti hatırlarsınız. haliyle renkli renkli, adeta sirk havasında "çocuk polisi" yazısı sadece tüylerimi diken diken ediyo. çocuklar bi şekilde sokakta, evde, okulda, karakolda hep hep hep dehşet ve şiddet içinde. tarlada, oto yıkamada, sanayiide çalışan, "abla mendil? mendil al abla selpak?" çocuklar. tinerci, kapkaççı, tü kaka çocuklar olarak itilip kakılan. "tinerci vahşeti!!!!" ya işte. tenhada, 3 film birden sinema köşelerinde para karşılığı bedenini sunmayı öğrenen çocuklar; içlerinde çocukluk kalmamış... 18inden küçük diye törenin emrini yerine getiren ya da azılı hırsız yapılan çocuklar. erkenden zorla büyütülen ama hürriyet ana sayfada "bizim çocuklarımızz onlarrrr" şarkısı yapılan çocuklar. adeta kent şekerleri bayram reklamı gibi. parantez içimiz bitti. yani konu, çocuklar değil.

burda esas mesele, bu cümlenin abukluğu şundadır: devlet, "refah devleti" kavramının ne olduğunun kesinlikle bilincinde değil. hak değil "hediye", görev değil "yardım" görüyo. bunca yıldır bağıra çağıra söylenen şey, işte şimdi açığa çıktı. aş, iş, yakacak, barınak ve eğitim temel haktır. adana valisinin vatandaşlarına jesti değil, devletin görevidir. "uslu çocuklar olursanız bu kış ilikleriniz donmaz" tipi diktatörlük, evcil hayvan eğitiminde etkili olabilir. ama oy vereceği zaman yollarına gül döktüğün insanlara yapılmaz. haddini bilicen vali bey özetle. bu derece en temel yönetim ilkelerinden uzak birinin o şehre bakışı zaten bellidir: zenginler canlarım, orta halli ve elbet bir gün elime düşecek zararsızlarım, yoksullar kullarım. yardıma bağımlı hale getirmek, işsizlikle olan bir şeydir. çalışmayan, çalışsa da geçinemeyen milyonların varlığı sayesinde bi kilo bulgur bile "çok şükür aç kalmadık" halini alır, o çok yüce gönüllülerin eli öpülür. bunda takdir görenler elbet bir gün açlık görmeyi de öğrenir. ayni yardımlar, devletin balık tutmayı öğretmeyi geçtim, elindeki balık parçası için insanları birbiriyle kapıştırdığı bir hal almış durumda.

bir yönetici, vatandaşları arasında ayrım yapamaz. bu saçma ego kaynaklı iktidar hırsı yüzünden hezeyan ve duygusal çalkalanma içindeler. "SEEEN bu YOKSUL halinle BANAAA!!!". bu kurulan düzen, hangi sesten ve şiddetten olursa olsun ses çıkarmayı satın alınabilir bir şey olarak görür. sendikaların başına çökebilirsiniz o zaman, işçiden filikaya kum torbası da yaparsınız. hukuk dışı ya da değil, vatandaştan sorumludur bu devlet. devlet görevlerini tehdit aracı olacak bağımlılıklar haline getiremez.

oysa cezaevi denen yer bile mesela, suçlunun ıslahından SORUMLUdur. sorumlu yani. ordaki güvenliğinden, sağlığından, topluma kazandırılmasından. 12 yaşında çocuğun kolunun kırıldığı bir yer değildir yani, normalde. devlet adamı dediğin, üzgünüm ama, sürekli aba altından sopa göstermez. vali bey ve kolluk kuvvetleri halka haddini bildirirken nelere kalkıştıklarını bilmiyolar. hadlerini nasıl aştıklarını da. ve ne yazık ki hiçbir zaman bilemeyecekler.

valiler kendilerini osmanlı'nın uçbeyleri sandığı sürece ve yüce höküümetimiz saltanat kayığıyla göksu sefasından vazgeçmedikçe de böyle sürecek. birileri vatandaşlık hakkını gasp edecek milyonların, o milyonlar vatandaş olmanın anlamını bile öğrenemeden, elindeki bulgur, kömür ve sağlık karnesiyle şükran duyacak o birilerine. kulla vatandaş arasındaki o kalın çizgi, o "devlet benim için var, görevlerim buysa hakkım da budur" ilkesi, olamayacak bir türlü.

bu ülke cahil bırakılmışlıkla idare ediliyor. en etkili idare biçimimiz bu. cahil ama şükran dolu milyonlar yaratmak da yegane başarımız. biraz okuyana da cop ya da filistin askısı monşer.


çok yazık.

ama bütün bunların arasında valinin bi istatistiği var ki beni benden aldı: "yürüyüştekilerin %20si bayan. anadolu erkeği bunu yapmaz. bi derdi varsa kendi çıkar yürür, karısını çocuğunu sokağa salmaz".

vay başıma. valime bak ya. kadına bakınca mutfak robotu gören bir yetkili daha.

29 Ekim 2008 Çarşamba

yasak kalktı. efendim hukukçuların öğrenme süreciymiş bu, gençler daha çabuk işin içine giriyomuş da işte eski kuşak böyle yeni şeyleri anca... anca bizim üstümüzde yani, ne güzel.

18 yaşında bi çocuk daha dur ikazına uymadığı için başından vuruldu. başından. o vatandaşlık kitaplarını filan düzeltsinler: kurallara uyalım, uymayanları vuralım. itinayla. 18 yaş demek, benim güney kampüsün çimlerinde çok kocaman hayal kurduğum mutlu günler demek. ehliyetsizliğimle yırtmışım galiba.

aşağılarda üzmez yazası olarak anılan kanun teklifinden bahsetmiştim. mistır üzmez tahliye edildi ey ahali. zira efendim 14 yaşındaki genç kızın ruh sağlığı hiiiç bozulmamış, çelik gibiymiş, beden sağlığınında sorun yok ya. yaa. üzmez bey de ah kendi nefsine nasıl kızgınmış tüh tüh! çok şükür biz eksiketekler gibi 9 nefsi yok, yoksa yanmıştı ey türk gençliği. 14 yaşında bi kız çocuğu, annesiyle ilişki halinde olan bi adamın tacizine uğruyo. adam 76 yaşında. bi kez daha hatırlatalım, o yaşta bi çocuk için 30 bile "yaşlı". yani o kız için o taciz t-rex saldırısı gibi bi şi. ve kızımızın ruh sağlığı yerindeymiş. ah monşer, modern zamanlarda psikolojik suç-ceza. ya yaa. kamu davası diye bi şi kalmamış ellerinde. o anne-babayla yaşaması gereken kıza acıyorum. çoğu afişe ettiler zaten yeterince, 14ünde hayatını kaydırdılar, bi de bu anne-babayla bırakıyolar. türk adaleti 14 yaşındaki kıza garezlenmiş gibi resmen.

çok ikiyüzlüyüz çok. üzmez beyin zevcesi hanfendi de 32 diş tekmili birden gururla sırıtarak bir kez daha stockholm sendromlu kadınlar listemize, bu kez birinci sıradan yerleşti.

---- neyse çok sıkamiycam kendimi çizgisi -----

dün çok güzeldi, bugün çok güzel. çok pamuk, çok tüy.
bulut bulut. öyle işte. bi doz mutluluk. yetmiyo ama, yetemiyo. acıyo sonra. sonra yine geçiyo, ikinci doz gelince. geçicek ama, güzel olucak. olmalı.

bu aralar nedense tevfik fikret'in evinin önündeki bankları hayal ediyorum bolca. paltoya sarılmış, banka uzanmış, akşamdan kalan gözlerimi denize emanet etmiş, çay içmeyi. soğukta. uyuyakalmayı. uyanıp miskin miskin orda kalmayı. falaan fülün.

öyle bi şiler işte, öylesine.

27 Ekim 2008 Pazartesi

kavram kargaşası

ay bi an acaba yasak kalktı mı diye bi sevin bi sevin.
jelatin, PBBC ve kendi blogumu açıyorum; velakin hiç fotoğraf yok. diğerlerinde kapılar gibi, taze blogger diyarbakırsulhceza.blogspot.com'un ilk entry'si duruyo. yasaklandın yetmedi, bi de aptala dön kullanıcı. eşeğini kaybettirip, buldurup, "aa aslında o eşek diil, eşeğin resmi" filan.

bütün mahkeme uzmanları konuya tetris düzeyinde aşinalar galiba. ya da windows 95-solitaire. yani demem o ki, bu iş çok zor yonca. beklersin durursun. billur tuz gibi: akar, akar, akar...

yarın çok mutlu bi gün yine de. hafif mahçup.

bu esnada efendim, çekiçle ve nerdeyse kafam kadar olan çiviyle imtihanımdan pekiyi aldım. yıldızlı beş. ama o çivinin tamamının o duvardan geçmesi mümkün diil. duvar direniyo, ben bastırıyorum, boya dökülüyo, ben duruyorum. bi yere kadar. ossun. 2-3 istisna dışında, el işi sergisi gibi oldu kancalarım, çok mesudum. hem daha önce durdukları gudubet yerden kurtuldular. ayrıca bu ara niyeyse fotoğrafla kaplamak üzereyim burayı, boşluktan azizim. neyse işte bakınız fotoroman şahaser:

1- nasıl çivi çaktım?
2- cevap: eğri
3- kısmen renk sırasına göre cam ve kuş ve hatta mum.
4- araklanıcak kolye modeli:hanımlar buraya! koşun model var!
allahım içimde bi cici kız var galiba ya da bu odadan çıkmazsam yakında olucak. çiçekli kolye kilidi filan?! noloor nolorr.

küstüm oynamıyoruuum (niyeyse neşeli melodi)

delice çalışırken, okurken, yazarken, hatta kalmamak için göbek çatlattığım advanced macroeconomics dersinden sonra ilk kez bu kadar gazla, göz kırpmadan iş hallederken, hem okuyup hem ezberlerken, aklımda sadece bi tek şey vardı: bilet alma ihtimalim. 1 saatlik toplantı sonrası, 6 saatlik yol sonrası, mutlu olma ihtimalim. 2 gün için de olsa. artık gitme ihtimalim. yorgun uyuyup yorgun uyandığım bunca hafta aynı rüyayı gördüm ben 2-3 ufak değişiklikle. bu kadar çalışıp gidebilmeliydim artık. bugün 1 saat toplantı, 6 saat yol, köprü ve sevinç. olmalıydı.

"bugün ofiste olmiycam yarın görüşelim."

halbuki gün bugündü be patron. "tarihte bugün" diye açıyosun mesela, altı ay önce bugün havaifişek gösterisi yapılmış içimde. sana bunları anlatabilsem keşke patron. arada bi gitmelerle dolup taşmamı anlardın belki. sonrasında laf sokma ihtimalin var gerçi.. ben patron olsam yapardım tahminen. babacan bi edayla, gülümseyerek. halbuki çok iyidir benim patronum, çok severim.

ama işte görüldüğü üzere, ofiste olması gereken yegane gün bugündü.
bari postacılar iş görse azıcık.
gözüm sulanmaktan seğiriyo galiba.


çivimi ve çekicimi alıp duvarları delmem gereken saat geldi. postacılar en azından, di mi blog.

26 Ekim 2008 Pazar

çenem düştü çünkü bütün cumartesi ve pazar çalıştım.

ve çalışıyorum hala. haliyle blog demek bi kahve molası demek.
ama bu sefer elimdeki işi seviyorum, hatta karnımı ağrıtmayacak; çünkü zaten biliyorum. bu sefer tanıdık sulardayım. bi satırı okurken öbürünü tahmin edebiliyorum filan. müthiş bi hismiş. bu iyi çünkü bi süre sonra derinleşicek sular, değişebilir durum. olsun ama. şimdilik "a ise b de olmuştur, c de olmuşsa ya? aa olmuş peki ya d? aaa o da" gibi gibi mutluyum. bu bir.
biliyorum an itibariyle 26 ekim ama bacaklarım soyuluyo; üstelik güneşten. tatil anısı bana. sanki biraz geç oldu ama olsun. çok güzeldi çok. bu iki.
bi de yakın zamanda (ve biraz daha öncesinde) tırnak parçaladığım şeyler, sunuyorum efendim. çok ahım şahım diiller ama bazı zincirleri açmak zordu blog. kargaburunlar kırılıyodu nerdeyse. ayrıca kadife kordone için teeee suluhana gitmiştim, ah mazi. tepeden delinmiş mercan bulmak da zor bi şiymiş.


evet, alkış, aferin filan bekliyorum. renkler tam anlaşılmasa da, siyah görünen şeyler mor ya da petrol yeşili. evet o kalemler ve klavyeyle yaşıyorum. zincirden de sıkılmak üzereyim ya, neyse.
tutumlu ama sıkılan ev kadını derya birbakmışsınbaykal bildirdi.

dici dici dici..

digitürk!

sebep buymuş!

lig tv!

maçlar efendim blog üzerinden yayınlanıyomuş. telif hakkıymış. ne ayıpmış. çok güzel.
blogger'ı aramışlar kimse açmamış efendim. o kadar büyüklerse halletsinlermiş. youtube bak nasıl da işin başına geçmişmiş. tez kellesi vurula!

yani peh blogger.com, nasıl oldu da sen lig tv'nin haklarını korumazsın?!
biz de madem, yüzbinlerin hakkını ihlal ederiz, zira bizim orda bu işler parra parra parrayla. misal deryik para kazanmıyo, hakkı yok. liralar liralar, bozulmasın aralar. lig tv'ye kol kanat gerseymiş. peh.

tabii ki telif hakkı ihlal edilmesin. ama işin acı tarafı, misal bu ülkede her gün koca koca kanallar türk filmlerini evire çevire gösterirken, o filmlerin oyuncuları aç, açıkta ve hasta ölüyolar; çünkü telif hakkı oyuncuyu kapsamıyo. hababam sınıfının repliklerini de bu sayede ezbere biliyoruz mesela. lig tv kadar bile umursanmayan onca emek... yılmaz güney'in filmlerinin yegane kopyaları depolarda çürüyo, sanat müzeleri nemden haşat halde. korsan kitap/ müzik gırla. ve telif hakkı derdimiz: lig tv! digitürk! 22 adam ve bir topun ürettiği paranın gücüne bakın siz! blogu olan erkek milleti de rica edicem, izlemesin. nolur ya. izletmeyin de. uyanın. kerizlenmeyin. su topu filan izleyin ne biliyim. kapatın dici dicilerinizi bi süre.

ama bitmedi:

"konuyla ilgili bir uzman" demiş ki efendim, kolayı varmış, önce TC VATANDAŞLIK NO ve TELEFON NUMARASI alındıktan sonra blog açma İZNİ verilmeliymiş!!! dahiyane!!

gülemedim bile. isterlerse altın rehber tadında fişlesinler bizi? nicklere göre alfabetik, sıradan davalanırız kolayca. izin ne bi kere hem? daha ip no takibiyle malum blogları bulamayıp herkesin başını yakan bi sisteme mi güvenicem? devletten izinli blog! yok ya! hollandada açıp gelsem peki, nolucak? ya taşınırsam? muhtardan ikametgah yanında blog belgesi de mi alıcam? gerzek misiniz şaka mısınız?! bu kadar mı fişleme meraklısısınız? tamam teknolojiden bihabersiniz uzmancım ama korkmayın, ısırmaz. abc seviyesindeki bilgimle ben bile biliyorum bunu. blogger.com yetkilileri size kaba etleriyle gülebilirler yalnız, çevirmene kızmayın.

yaa işte böyle. lig tv yani. kalın enseliler cemiyetinin bi diğer ayağıyla da tanışmış olduk.
şimdi buyrun oturun anlatın derdinizi. eğitimsen'i adnan hocacılar kapatır, blogları lig tvciler. yaşasın teknoloji, yaşasın iletişen türkiye. yaşasın rakiii şiş kebaap baklavaaa. ayda 9.99'a, girilemeyen binlerce site hizmeti!

25 Ekim 2008 Cumartesi

bu arada...

.... nalbura gittim. evet. başarıyla sonuçlandı.
aslında memnun etmesi çok kolay biriyim bakınız. nalbura gitmek yetiyo bazen.

insan gidebileceğine inanıyo bi an.

ben çok mutluyum oysa; sadece 445 kmlik, tek yön bir otoban geçiyo içimden.

kıçıikikanatlılar diyarı

"inadım inat, kıçım iki kanat" diye bi laf var malum. ultrasurf'le yorumlar da yayınlanıyomuş, yayınladım buyrun. kanatlanıp fezaya ericez. inattan.

bu mahkeme kararının da, youtube'da olduğu gibi, yurtdışından bi blog sebebiyle çıktığını düşünüyorum. tabii burda asıl sorun şu, youtube " videoları takip edemiyoruz" diyebilir ama blogger'ın takip etmesi gerekmiyor. di mi? yani ben blog açarken öyle bi şi hatırlamıyorum. haliyle, blogger bizden sorumlu değil. madem rahatsız oldunuz bi blogdan, iki blogdan, oturur ip adresi araştırır, bizzat elinizle koymuş gibi bulursunuz. türkiyedeyse daha kolay, yurtdışındaysa tabii hangi ülkeye anlatıcan " bi blogdan kıllandım, kapa abi şunu" filan, gülerler adama. bu bir. ikincisi, diyelim ki zahmet edip buldunuz, "yaau kardeşim kapa len blogunu!" çekmezsiniz, çekemiyo olmanız gerekir. elfler ve hobbitler bu işi böyle yapmıyomuş diye duydum.

yani bence "aa ama benimki cici blogdu niye niye, kahroldüşmanları yakalayın; beni bırakın" demeyi yanlış buluyorum. şekil 1-A: sansür denen şey toplu yenen ve mideye oturan bir tatlı türüdür. güzeldir de böyle olması, göz açar. hani var ya "toplu sünnetteki sütlaçtan zehirlenen 600 kişi..." haberleri filan. o kıvam. topluca olmadan olmuyo.

gazeteye, radyoya, televizyona da yayın yasağı getiriliyor evet; ama zor biraz. kapatılmıyolar bi kere. hop, "kara kaşımın şeklini beğenmeyenin başına çökmeliyim" diye bir şey sıkar biraz. tekzip eder, özür diletir filan. nasıl ve niye: çünkü bu işin kanunu var, düzenlemesi var. gazetecinin hakkını da koruyor, yeri gelince hedef gösterilen yazarı da. ha tabii zurnanın zört dediği yerler de var, farkındayım. ama neticede bi düzenleme var. birileri bi gazeteye kızıp matbaayı basmıyo ya da uydu yayınını kesmiyo, di mi? yani tamam, gazetecilik yapmıyoruz; o iddiada değilim. ama blog denen nane "internet günlüğü" ise (ki bence değil ama neyse), birileri benim günlüğümü bana okutmuyor! manyak mısınız yahu? ben kilidini atmışım, ortada bırakmışım günlüğü okunsun diye!

internet hukuku denen şeyse, şekil 1-B: primatlar seviyesinde. dün agu demiş çocuk gibi hatta. padişah lüksünün hala yaşandığı tek yer. hani yemeğini beğenmeyince tüm lokantaları kapatmak gibi bi şi. sulh ceza mahkemesi (bu arada, sulh ve cezayı okuyan kaç sulh ceza mahkemesi çalışanı vardır?) bu işlere mi bakar, yeri orası mıdır, noluyodur. ben bilmem, hukukçular bilir. diyarbakır sulh ceza'dan kaç kişi hayatında bi blog görmüş, okumuştur? engin internet dehası türk bilirkişileri mi eşlik etmiştir cezanın verilmesine? blog ne, yenir mi?

peki blogdan geçim sağlayanlar nolucak hakikaten? "aa kahve taştı ocak battı" di mi-- engin dehamız orda zortladı. neyse işte, karşılıklı inatlaşma halleri. kimin kanadı daha büyük bakalım. bu arada, bakınız, insanlar çok laik, demokratik, bağımsız türk yargısının aldığı kararı işine gelince "tayyip blog kapadı" olarak da görebiliyor. yani neymiş; bazen siyah beyaz el ele verip gri oluyomuş. ya ya. geçişken kurumlar diyarıyız; herkes aynı şeyleri söylüyo aslında. bakın erdoğan ve doğan, o ne kadar da höt zöt kapışmalardan sonra, bir düğünde barıştılar. perde indi, oyun bitti zira.

derken, bugün bloglarımıza yazmamamızın çok daha iyi olacağı haberlere geçiyoruz, zira iki kanatlıyız malum:

bir adam gözaltında işkenceden ölüyor. adli tıp da bunu söylüyor. gözaltı kaydı isteniyor: aa- kayıt yok!! yani böyle bi adam karakola hiç gelmemiş. gibi. kamera da bozukmuş, görüyo musun? bok yoluna niyazi tesadüfleri bunlar. ölen adam, mustafa kökçe, benimle yaşıt halbuki. 2-5 gün boyunca beyin kanaması süren bi genç. darp izleri. biri daha ölmüş karakolda. festus okey öldürüldüğünde, adama uyuşturucu ya da saat satan lamba cini muamelesi yapmasaydık belki farklı olurdu. ya da metin göktepe, gazeteci hani, hakikaten. birileri YOK YOK YOK, OLMADI Kİİ çekiyor yine, inanırsanız, yerseniz. işkenceci polisler hani, çeber'i öldüren, saçlarını boyatmış bir kısmı. gözlük takmışlar filan. şaka gibiler.

bi de faili meçhuller var sahi.

ama enseyi henüz karartmayalım diye, artvinde beni çoook mutlu eden bi olay oldu. onu da söyliym bari. bakır madeni açılmıyor artvinin yeşilinin göbeğine. oralar sadece doğa değil hem de tarih. dünyanın en eski yeşili, en koyu haliyle orda. maden açmak o kadar kolay değil, bi de madene gitmek için yol açılıyor dan dun. gerek yok. ordaki bakırla ihya olmiycaz. önceliği artık nolur ama, buna vermeyelim. vermemişiz de zaten, lacivertimsi bi yeşil hala duruyo. orası öyle durabildiği sürece biraz umut var bence. toplu delirmelerimiz arasında oksijen gerekiyo zira.

yayına devam halindeyiz özetle. aşağıdaki yazının yorumlarına bi bakın, ultrasurfle uçun. ahah iki kanat bahşediyor size bu program.

24 Ekim 2008 Cuma

selam dünyalı biz türküz

an itibariyle sevgili tahminen yurtdışından okuyucular, blogger da erişime kapatıldı. bildiğiniz, gördüğünüz, bütün blogspot uzantılı bloglar da. çünkü biz türküz. bilmem ne hocalar ya da devletin işgüzar ama işgörmez bütün savcıları memnun kalmadı diye, içimize kapanırız. üç vakte kadar yine açılırız, yine kapanırız.

kendi bloguma, 2,5 yıldır car car konuştuğum yere ktunnel üzerinden giriyorum. giricem de. böyle kerizlik olmaz. bu yasağa uyulmaz. bu saçmalık bitene kadar da ktunnel, ztunnel, vtunnel, her türlü tünelden ışık görmeyi umucam ben. rss takibinde sorun yoktur diye umuyorum, belki okuyabilenler vardır. rica edicem girin bilmem neler üzerinden. girin, okuyun. okuyabilen de yazsın. pıtrak gibi blog açılsın. her türlü saçma sansür uygulaması gibi, sansüre karşı çıkan blogcuları da vurdu sonunda. uluorta söyleyemediklerini burda söyleyenden tutun, "bugün kitap aldım günlük"çüler bile, kimse kimse kimse yazmıyo. yazamasın. höyt icabında. dikkat hukuk çıkabilir!

ahahaha orhan pamuk'a cevaben kapatıldık gibi. "youtube'unu yemişim, al sana blogger".

ööeeh ama yani. internet canavarı. birilerini rüyasında ısırmış yine.

Kaç vakit sürer bilmiyorum ama ben yayındayım efendim.
tam da size yahya menekşe'nin, hani şu panzerin ezdiği çocuğun davasında "delil yetersizliği" gibi abes laflar olduğunu söyleyecektim. yetmeyen delil neyse. "vücudundaki panzer izi" mesela, keser miydi yetkilileri?

edit: yorumlar mail olarak da geldiğinden ben okuyorum ama ne ordan ne de blogger'dan yayınlayamıyorum. neticede benim blogumdan çok okuyucuların yorumlarını vurdu, bu da ayrı bi ironisi olsun işin.

23 Ekim 2008 Perşembe

mecburen mecbuuren

çizebilseydim eğer, kalemle ya da bilgisayarda filan, şunu çizerdim: aklına gelen bölük pörçük fikirler birer çakıl taşı şeklinde, ayağına bağlı olan bohçada biriken ve yürüyemez hale gelen bi kız. anlaşıldı mı ki böyle yazınca? yasemin mori'nin klibini düşünün, onu birileri tutmuyo da, fikirler sarkıyo üstünden başından, ufak ufak birikip kocaman bi ağırlık oluyolar filan. damlaya damlaya dert olur gibi. neyse.

işte ufak tefek, ikircikli fikirciklerimi hayata geçiriyorum. buna at boncuğu almak bile dahil. çok hayati fikirler diiller ama sanki bu fikircikler hayata geçerse, kendime verdiğim söz yumaklarını tutarsam, çok süpersonik şeyler olucak. o bohçadan bi çakıl taşı atınca, teker teker hafifliycem, adım atmam mümkün olucak. çakma bi karma felsefesi yani. mesela bunlardan biri, nalbura gitmek. bildiğimiz nalbur, niyeyse evin etrafında yok hiç. öyle işte. karton almak sonra. pırtık pırtık. hatta bakınız benim şu yukarda bahsi geçençizim, çizgiroman tadında da olabilir: kız bi bileğine bağlı olan çakıl taşlarını ata ata sonuna gelmişken diğer bileğine bağlı olan kayayı fark eder, aslında hareket etmesine engel olan şey odur tabii ki. nıhahaha.

bi şiler, bi gelişmeler oluyo. orta ve uzun vadelik. kısa vade istiyorum gerçi ben ama bakkalda kalmamış. olsun. olacak. olmalı. bu olmak fiilinin her versiyonu sürekli beynimde dönüyo. olucak olucak. 40 defa dedim çoktan, kesin olucak.

hala gözüm seğiriyo. oldu bayaa bi zaman.
mecburen ne güzel bi şarkımızdır. mecburiyetten. komik bi şi kendisi.

22 Ekim 2008 Çarşamba

böeh.

ben kahve içmem. içmemeliyim de. içmezdim. içtiğim şey hala kahve sayılmaz, sütü geçtim, krema toplu bi şi. ama içmemeliyim. türk kahvesi güzel ama makinada yapıyolar ve bayaa dandik bi şi oluyo. filtre kahveye kalbim dayanmaz, delice çarpar, müsait bi yerde uzanır kendisini dinlerim, gerek yok. o kremalı kahve tozumsu şeyleri de içmemeliyim. midem tatildeyken bira da içemem. şarap hiç olmaz. oysa o kadar içmek istiyorum ki. bakınız aileyle yaşıyo olmanın sorunlarından biri daha. 5 yıl sonra olmoor bi arada. hoş, o lav topu yutmuşluk hissini istemiyorum.

içim şişti. sıkıntıdan tosarıyorum. AAAAY çekmelerim devam ediyo. 3 gündrü gözüm seğiriyo. aptal saptal gözüm doluyo. bugün, her adımda üst gövdemi attığım ayağın yönüne çevirerek, böhür böhür ağlayarak koşmak; hatta ben koştukça arkada gözyaşları bırakarak ve saçlarımı dalgalandırarak filan dram yaşamak istiyorum. atilla atalay haklı, yalnızlık aletleri şu bilgisayarlar. oysa ben, yalnız filan değilim. mutsuz da diilim aslında. 24 yaşıma az buçuk kala, muhtemelen 10-20 yıl içinde geriye dönüp bakınca hasretle anacağım günler yaşıyorum. fiziken sağlam (yani, kısmen), hafıza yerinde, taşısıksansuyunu zamanlarımda, valla bak çok aşık halde, mutlu bir genç kızım ben. işte tam da bu sebeplerle bunalıyorum, tosarıyorum, içimde ergen isyanı giderek büyüyo, anlatamam. kıymetini bilmem gereken günler coğrafi sınırlar yüzünden 24 saatlik modüller halinde eriyip gidiyosa sinir yapabilir bu. sürekli mesela, eskiden mutluymuş gibi yaptığım anları fark ediyorum. o an mutlu olduğuma çok inandığım, şimdi bakınca bi tarafımla hohoho diye güldüğüm... saçmalıklar çıkıyo su yüzüne. "aa o an mutluydun belki monşer" filan diil işte. diil. o an eğer gerçekten mutluysam, onları saçma bulmuyorum. ne mantıklı di mi.

ve bu saçmalıklar çıkarken su yüzüne, acıtıyo. kendimi niyeniyeniyeliyorum. şu anki mutluluğumu belki, geciktirdim ben. belki, bu bi türlü gidememe halim ortadan kalkardı. belki, salaklığıma doymayayım. saçma şekillerde o kadar mümkün ki bu.. neyse. yani ister istemez, "allahım ıskaladığım bi şi mi var, yanlış mı yaptım, daha da güzel olacakken ben mi göremedim" krizi yaşıyorum gidemedikçe. biliyorum aslında, bi bok ıskalamadım. tam da olmasını isteyeceğim gibi. şu gidememe işini de üç vakte kadar aşınca, ki nedir atla deve değil, mis olacak. problemi büyüte büyüte rahat batması yaşayan moderen kadınım ama ben. sorgulamayı bırak, bi sus, otur, çöz meseleni, nokta. evet. ekonomi der ki hepimiz rasyonel bireyleriz. rasyon yani. otur, hallet, halledemiyosan vahlama, falan filan. öyle diil işte. kendime kızmak daha rahatlatıcı tam şu an. hatta dediğim gibi, saçmalıkları fark edip, eski saçmalıkları bugünden çalmak olarak görmek, tek beyin jimnastiğim. ben kendimle başbaşa olunca felaket sıkıyorum kendimi galiba. yoksa, aslında, ben gerçekten hiç olmadığım kadar huzurluyum. sevgi pıtırcığıyım hatta.

---

"salona sığamamak" ne enteresan bi haldi di mi? çözüm olarak tutuklu-tutuksuz ayrımı yapıldı, içerdeki basın mensubu azaltıldı filan. bence göz renklerine göre alsınlar içeri. tuttukları takım da olabilir. nasıl olsa saçmalıyoruz. engerek-on.

tek isteğim, veli küçük. o adam bitsin gitsin artık. nolur. yok sisiymiş, yok şu bu o, geçiniz. veli küçük, kalınlaşan ensesiyle, damarlarında ölüm fetvasını verdiği insanların kanı akarken, hala dokunulmaz hallerde. zaman aşımına uğratılan genç ölüler davaları koleksiyonu var kendisinin.

basitleştirilen denklemler ülkesi: aa hükümet dinci, asker laik, yargı laik, halkın çoğu dinci, "bilinçli"si laik, bi de kürtler filan var; onlara ayrı başlık açıyoruz. onlar mesela, dinci/laik filan olmaz; toptan hepsi kürt. tabii, ordu karşıtı olunca (bkz yani laik) otomatikman hükümet yanlısı olunduğu için (bkz dinci) hepsi tayyipçi. ama işte bi de dtp var, onlar kürt tayyipi gibi bi şi galiba. hahah alevi tayyip de olur. bir ipte iki cambaz şey olmadığından şeyler.peh ki peh. iki kere kiki günler resmen. ne kolaymış siyaset denen nane, üç satırda özetlenen, ağızlara lolipop bi şiymiş.

daha önce de dediğim gibi, dendiği gibi, pardon ama, hangi ordudan bahsediyoruz biz dinden uzak olarak? yönetim kademesinde, piramidinin üstlerinde filan ah ne kadar da tahammül edemediği irticai faaliyetler tü kakası, işine gelince, allah allah nidalarıyla koşan şehitlik heykelleri sunuyor kendisine. ölebilir görülenlere. gerekirse. yani ikircikli işler bunlar memedim. darbeci ordumuz çok sevmişti kuran kurslarını, kızları da katmıştı imam hatiplere, din dersi, hem de en has sunni islamından, zorunlu olmuştu. hangi ne laik kim ordu?! laiklikte seçicilik. işine gelince halkın hassas değerleri, az biraz ipi elinden kaçınca tü kaka. batı, pis anarşik komünistlerden kurtulmak için, afganistana nasıl talibanı sunduysa, rusyayla tampon bölge hebelüp, biz de zamanında "moskof yerine mekke"ciler gördük. hadi madem gördük, bari unutmayalım. di mi yani. beşer şaşar ama bu kadar da bunak olmasın yahu. besle büyüt, kullan kenara koy, "hani bana" deyince de ödün kopsun, höt höt höööt de. işine gelmeyince. öyle olmuyo bu şeker. hani zamanında "asmayalım da besleyelim mi" dediğin 17 yaşındaki çocuk rüyana girer sonra, besleyip büyütmediğin. can yücel kenan evrene "kabaramazsın kel fatma/ atan güzel sen çirkin" demişti. sahi yani. çok laik, çok eşit, ama hala "türkiyenin iç düşmanları"nda sayfa sayfa azınlıkları sayıyo. asker, siyaset yapmamalı. ne düşman tayin etmeli, ne laiklik savunmalı ne de milli güvenlik dersinde üniforma defilesi olmalı. okuldan, meclisten ve tabii ki camiden de, uzak olmalı. sadece işine gelince diil ama.

neyse, neticede ben, grilerle kaplı bi dava görüyorum işte, siyahlar ve beyazlar çoktan yok oldular. herkes, herkes olmuş. siyasetçilerin ve askerlerin "laik VS dinci" kutuplaşması da tamamen kısayolcu denklemsever hallerden. hepsi ikiyüzlü, hepsinin elinde kan var. yutmayınız. askerin eli hatta, biraz fazla kırmızı. türk ordusu darbe hakkında ne düşünüyor? iyi yaptıklarını. ütopya bu ya, bir asker de çıkıp da "zamanında türk ordusu hata yapmıştır" demez. diyemez. dese, inanırdım belki demokrasi aşklarına. biraz akıllı olalım yahu. iki kutupluluk tamam, anlaması kolay bi şi; ama maalesef fazla hazırlop. biraz zorlayalım beyni. fener-gassaray maçı diil neticede di mi. iddaa'ya para yatırmıyoruz. hırsız-polis de değil. iyi prens kötü canavarı da öldürmiycek. gözlerini aça aça ayar veren bi askerin kulağına "mağrur olma paşam, senden büyük evren var" demek geliyo içimden. yemişim laiklik kaygılarınızı. demokrasi kaygınızı da tatlı yaptım.

ha burdan da rica edicem yani, hükümet yanlısı olduğum anlaşılmasın. şaka gibi olur. dandik öss bile 4-5 şıklı filan, hayatı 2 seçeneğe indirmek aptallık. pal sokağı çocukları değiliz biz. elma dersem laik, armut dersem tayyip. hadi ordan. sadece insanların "aaa dürüst olmayan siyasetçi mi? neeee? hırsız mııı? gücünü çıkar için kullanmak mıı?? ilk kez duyuyoruum! ne ayıp!" halleri beni benden alıyo. dün doğmuş bebek şaşkınlığındalar. tamam saçma tarafları da olan bi iddianame ama 2500 sayfanın bi 100 tanesi filan bari, gerçek olabilir, en azından di mi? bu niye kimseyi germiyo?!

ben zaten gerginim. kopup gidicem.
kahve içme deryik. kahveyokkahveyok. sinir yapıyo.
kalemime dönüyorum ben, daha çok oyalıyo beni.

20 Ekim 2008 Pazartesi

iyigecelerblog

dün gece de fark ettiğim üzere, ankaradan hala çıkamamış olmayı düşündükçe klavye temizliyorum. sanki o minik toz yumaklarının kaynağına inersem orda bi iş teklifi yatıyo gibi. her yerdeler bi de. temizle temizle bitmiyo. itinalı bi şekilde tuşları tek tek sökmek filan zor iş. uygun bi karton (mukavva hatta) veya mendil ve ince uçlu bi kalemle çok mutlu olabilirsiniz. "gözüme toz kaçtı" filan da tamamen gerçek bi açıklama haliyle. "gözüme toz soktum" hatta.

--- konu değiştirme çizgisi------

kaleye gittik biz. öylesine.
çıkrıkçılar yokuşunda sadece 1 (bir) tükan at boncuğu satıyo. eskiden dizi diziydiler. eskiden dediysem, olmuş üç beş. ben böyle at gözü ebatlarında boncuk arıyodum üstelik. bulduk bi şiler. geri kalanlar turkish handicrafts oo silver milver olmuş. restorasyon fena gitmiyo sanki, evler güzel olmuş. gerçi aslını bilmiyorum, belki çok tektipleşmiştir. güvenememe. her yer toz duman. yokuşun sonundaki o çirkin otopark binasını çözemedik, bi de antep sofrasının göz alıcı metalik tabelasını.

rehber çocuklar şirindi: "burdatam16konakvar... ordanyürümeyinkayıpoturursunuz... bubinanınsahibikafasınataşdüşünceöldü..." gibi faydalı bilgiler verdiler.

bi de antikacılar çarşısında "baykuşlar ve diğerleri- koleksiyonevi" tabelası görürseniz, içeri yürüyün (samanpazarı tarafında). 30 yıldır biriktirilmiş bir baykuş objelerlerlerlerlerler öbeği satışta. dünyanın her yerinden. hatta sahibinin özetlediği üzere: "her malzemeden ve her formda" baykuş. inanmazsanız ispatı var. gezegen olarak baykuşlar tarafından bile yönetiliyo olabiliriz. ayrıca kobalt mavisi cam şişeler, teneke kutular, kumbaralar, bir sürü meşrubat şişesi, fok, avon markasının 1970lerde çıkardığı ürünlerin şişeleri, oyuncaklar vs de var. neyse ben cam şişe aldım. çünküü 1)zaten en güzel baykuş biblosuna sahibim, üzgünüm. 2)onun yanına kardeş gelebilecekler pahalıydı, rafine zevklerim var. 3) renki camı ışığa tutup seyretmeyi seviyorum. sahibi baykuşsuz çıkmama dayanamayıp kolye ucu hediye etti. 1 saatten fazla durduk orda galiba. evet, o bi güzel sanatlar grafik mezunu, bakınız baykuş.

neyse, bi de çok güzel lambalar satan bi yer vardı. ışık vermiyo pek gerçi. böyle keçe çanta, latin amerikadan örtü filan satabilecek bi yer. o da yokuş üstünde. turist tarifesi dışında fiyatlanan tek yer gibiydi.

---- konuya dönüş çizgisi --------

resmen klavye tozlansın diye bekliyorum.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker