30 Ekim 2008 Perşembe

valim bizi diskoya götür

adana valisi demiş ki, kötü çocuklar polise taş atarsa, ailenin yeşil kartı elinden alınıcakmış. zira devletin kömürünü alıp sonra devletin polisini taşlamak-- yok öyle yağma. koynumuzda yılan beslemiyoz. höyt.

çocukların suça karışması, "suçlu" görülüp işkencelerden geçirilmesi, işe gelince "el kadar cenin" işe gelince "teröristin başını ufakken ezicen", daha da işe gelirse "polisin sevdiği çocuk olup onun yanında arkadaşlarını taşlarsan sana kitap alırız, muz veririz" halleri filan -- sadece bir sürü ruh sağlığı bozuk çocuk yetiştiriyo. ama şimdi mesele o değil. zira devlet manisa gençlerini itinayla sevmişti hatırlarsınız. haliyle renkli renkli, adeta sirk havasında "çocuk polisi" yazısı sadece tüylerimi diken diken ediyo. çocuklar bi şekilde sokakta, evde, okulda, karakolda hep hep hep dehşet ve şiddet içinde. tarlada, oto yıkamada, sanayiide çalışan, "abla mendil? mendil al abla selpak?" çocuklar. tinerci, kapkaççı, tü kaka çocuklar olarak itilip kakılan. "tinerci vahşeti!!!!" ya işte. tenhada, 3 film birden sinema köşelerinde para karşılığı bedenini sunmayı öğrenen çocuklar; içlerinde çocukluk kalmamış... 18inden küçük diye törenin emrini yerine getiren ya da azılı hırsız yapılan çocuklar. erkenden zorla büyütülen ama hürriyet ana sayfada "bizim çocuklarımızz onlarrrr" şarkısı yapılan çocuklar. adeta kent şekerleri bayram reklamı gibi. parantez içimiz bitti. yani konu, çocuklar değil.

burda esas mesele, bu cümlenin abukluğu şundadır: devlet, "refah devleti" kavramının ne olduğunun kesinlikle bilincinde değil. hak değil "hediye", görev değil "yardım" görüyo. bunca yıldır bağıra çağıra söylenen şey, işte şimdi açığa çıktı. aş, iş, yakacak, barınak ve eğitim temel haktır. adana valisinin vatandaşlarına jesti değil, devletin görevidir. "uslu çocuklar olursanız bu kış ilikleriniz donmaz" tipi diktatörlük, evcil hayvan eğitiminde etkili olabilir. ama oy vereceği zaman yollarına gül döktüğün insanlara yapılmaz. haddini bilicen vali bey özetle. bu derece en temel yönetim ilkelerinden uzak birinin o şehre bakışı zaten bellidir: zenginler canlarım, orta halli ve elbet bir gün elime düşecek zararsızlarım, yoksullar kullarım. yardıma bağımlı hale getirmek, işsizlikle olan bir şeydir. çalışmayan, çalışsa da geçinemeyen milyonların varlığı sayesinde bi kilo bulgur bile "çok şükür aç kalmadık" halini alır, o çok yüce gönüllülerin eli öpülür. bunda takdir görenler elbet bir gün açlık görmeyi de öğrenir. ayni yardımlar, devletin balık tutmayı öğretmeyi geçtim, elindeki balık parçası için insanları birbiriyle kapıştırdığı bir hal almış durumda.

bir yönetici, vatandaşları arasında ayrım yapamaz. bu saçma ego kaynaklı iktidar hırsı yüzünden hezeyan ve duygusal çalkalanma içindeler. "SEEEN bu YOKSUL halinle BANAAA!!!". bu kurulan düzen, hangi sesten ve şiddetten olursa olsun ses çıkarmayı satın alınabilir bir şey olarak görür. sendikaların başına çökebilirsiniz o zaman, işçiden filikaya kum torbası da yaparsınız. hukuk dışı ya da değil, vatandaştan sorumludur bu devlet. devlet görevlerini tehdit aracı olacak bağımlılıklar haline getiremez.

oysa cezaevi denen yer bile mesela, suçlunun ıslahından SORUMLUdur. sorumlu yani. ordaki güvenliğinden, sağlığından, topluma kazandırılmasından. 12 yaşında çocuğun kolunun kırıldığı bir yer değildir yani, normalde. devlet adamı dediğin, üzgünüm ama, sürekli aba altından sopa göstermez. vali bey ve kolluk kuvvetleri halka haddini bildirirken nelere kalkıştıklarını bilmiyolar. hadlerini nasıl aştıklarını da. ve ne yazık ki hiçbir zaman bilemeyecekler.

valiler kendilerini osmanlı'nın uçbeyleri sandığı sürece ve yüce höküümetimiz saltanat kayığıyla göksu sefasından vazgeçmedikçe de böyle sürecek. birileri vatandaşlık hakkını gasp edecek milyonların, o milyonlar vatandaş olmanın anlamını bile öğrenemeden, elindeki bulgur, kömür ve sağlık karnesiyle şükran duyacak o birilerine. kulla vatandaş arasındaki o kalın çizgi, o "devlet benim için var, görevlerim buysa hakkım da budur" ilkesi, olamayacak bir türlü.

bu ülke cahil bırakılmışlıkla idare ediliyor. en etkili idare biçimimiz bu. cahil ama şükran dolu milyonlar yaratmak da yegane başarımız. biraz okuyana da cop ya da filistin askısı monşer.


çok yazık.

ama bütün bunların arasında valinin bi istatistiği var ki beni benden aldı: "yürüyüştekilerin %20si bayan. anadolu erkeği bunu yapmaz. bi derdi varsa kendi çıkar yürür, karısını çocuğunu sokağa salmaz".

vay başıma. valime bak ya. kadına bakınca mutfak robotu gören bir yetkili daha.

29 Ekim 2008 Çarşamba

yasak kalktı. efendim hukukçuların öğrenme süreciymiş bu, gençler daha çabuk işin içine giriyomuş da işte eski kuşak böyle yeni şeyleri anca... anca bizim üstümüzde yani, ne güzel.

18 yaşında bi çocuk daha dur ikazına uymadığı için başından vuruldu. başından. o vatandaşlık kitaplarını filan düzeltsinler: kurallara uyalım, uymayanları vuralım. itinayla. 18 yaş demek, benim güney kampüsün çimlerinde çok kocaman hayal kurduğum mutlu günler demek. ehliyetsizliğimle yırtmışım galiba.

aşağılarda üzmez yazası olarak anılan kanun teklifinden bahsetmiştim. mistır üzmez tahliye edildi ey ahali. zira efendim 14 yaşındaki genç kızın ruh sağlığı hiiiç bozulmamış, çelik gibiymiş, beden sağlığınında sorun yok ya. yaa. üzmez bey de ah kendi nefsine nasıl kızgınmış tüh tüh! çok şükür biz eksiketekler gibi 9 nefsi yok, yoksa yanmıştı ey türk gençliği. 14 yaşında bi kız çocuğu, annesiyle ilişki halinde olan bi adamın tacizine uğruyo. adam 76 yaşında. bi kez daha hatırlatalım, o yaşta bi çocuk için 30 bile "yaşlı". yani o kız için o taciz t-rex saldırısı gibi bi şi. ve kızımızın ruh sağlığı yerindeymiş. ah monşer, modern zamanlarda psikolojik suç-ceza. ya yaa. kamu davası diye bi şi kalmamış ellerinde. o anne-babayla yaşaması gereken kıza acıyorum. çoğu afişe ettiler zaten yeterince, 14ünde hayatını kaydırdılar, bi de bu anne-babayla bırakıyolar. türk adaleti 14 yaşındaki kıza garezlenmiş gibi resmen.

çok ikiyüzlüyüz çok. üzmez beyin zevcesi hanfendi de 32 diş tekmili birden gururla sırıtarak bir kez daha stockholm sendromlu kadınlar listemize, bu kez birinci sıradan yerleşti.

---- neyse çok sıkamiycam kendimi çizgisi -----

dün çok güzeldi, bugün çok güzel. çok pamuk, çok tüy.
bulut bulut. öyle işte. bi doz mutluluk. yetmiyo ama, yetemiyo. acıyo sonra. sonra yine geçiyo, ikinci doz gelince. geçicek ama, güzel olucak. olmalı.

bu aralar nedense tevfik fikret'in evinin önündeki bankları hayal ediyorum bolca. paltoya sarılmış, banka uzanmış, akşamdan kalan gözlerimi denize emanet etmiş, çay içmeyi. soğukta. uyuyakalmayı. uyanıp miskin miskin orda kalmayı. falaan fülün.

öyle bi şiler işte, öylesine.

27 Ekim 2008 Pazartesi

kavram kargaşası

ay bi an acaba yasak kalktı mı diye bi sevin bi sevin.
jelatin, PBBC ve kendi blogumu açıyorum; velakin hiç fotoğraf yok. diğerlerinde kapılar gibi, taze blogger diyarbakırsulhceza.blogspot.com'un ilk entry'si duruyo. yasaklandın yetmedi, bi de aptala dön kullanıcı. eşeğini kaybettirip, buldurup, "aa aslında o eşek diil, eşeğin resmi" filan.

bütün mahkeme uzmanları konuya tetris düzeyinde aşinalar galiba. ya da windows 95-solitaire. yani demem o ki, bu iş çok zor yonca. beklersin durursun. billur tuz gibi: akar, akar, akar...

yarın çok mutlu bi gün yine de. hafif mahçup.

bu esnada efendim, çekiçle ve nerdeyse kafam kadar olan çiviyle imtihanımdan pekiyi aldım. yıldızlı beş. ama o çivinin tamamının o duvardan geçmesi mümkün diil. duvar direniyo, ben bastırıyorum, boya dökülüyo, ben duruyorum. bi yere kadar. ossun. 2-3 istisna dışında, el işi sergisi gibi oldu kancalarım, çok mesudum. hem daha önce durdukları gudubet yerden kurtuldular. ayrıca bu ara niyeyse fotoğrafla kaplamak üzereyim burayı, boşluktan azizim. neyse işte bakınız fotoroman şahaser:

1- nasıl çivi çaktım?
2- cevap: eğri
3- kısmen renk sırasına göre cam ve kuş ve hatta mum.
4- araklanıcak kolye modeli:hanımlar buraya! koşun model var!
allahım içimde bi cici kız var galiba ya da bu odadan çıkmazsam yakında olucak. çiçekli kolye kilidi filan?! noloor nolorr.

küstüm oynamıyoruuum (niyeyse neşeli melodi)

delice çalışırken, okurken, yazarken, hatta kalmamak için göbek çatlattığım advanced macroeconomics dersinden sonra ilk kez bu kadar gazla, göz kırpmadan iş hallederken, hem okuyup hem ezberlerken, aklımda sadece bi tek şey vardı: bilet alma ihtimalim. 1 saatlik toplantı sonrası, 6 saatlik yol sonrası, mutlu olma ihtimalim. 2 gün için de olsa. artık gitme ihtimalim. yorgun uyuyup yorgun uyandığım bunca hafta aynı rüyayı gördüm ben 2-3 ufak değişiklikle. bu kadar çalışıp gidebilmeliydim artık. bugün 1 saat toplantı, 6 saat yol, köprü ve sevinç. olmalıydı.

"bugün ofiste olmiycam yarın görüşelim."

halbuki gün bugündü be patron. "tarihte bugün" diye açıyosun mesela, altı ay önce bugün havaifişek gösterisi yapılmış içimde. sana bunları anlatabilsem keşke patron. arada bi gitmelerle dolup taşmamı anlardın belki. sonrasında laf sokma ihtimalin var gerçi.. ben patron olsam yapardım tahminen. babacan bi edayla, gülümseyerek. halbuki çok iyidir benim patronum, çok severim.

ama işte görüldüğü üzere, ofiste olması gereken yegane gün bugündü.
bari postacılar iş görse azıcık.
gözüm sulanmaktan seğiriyo galiba.


çivimi ve çekicimi alıp duvarları delmem gereken saat geldi. postacılar en azından, di mi blog.

26 Ekim 2008 Pazar

çenem düştü çünkü bütün cumartesi ve pazar çalıştım.

ve çalışıyorum hala. haliyle blog demek bi kahve molası demek.
ama bu sefer elimdeki işi seviyorum, hatta karnımı ağrıtmayacak; çünkü zaten biliyorum. bu sefer tanıdık sulardayım. bi satırı okurken öbürünü tahmin edebiliyorum filan. müthiş bi hismiş. bu iyi çünkü bi süre sonra derinleşicek sular, değişebilir durum. olsun ama. şimdilik "a ise b de olmuştur, c de olmuşsa ya? aa olmuş peki ya d? aaa o da" gibi gibi mutluyum. bu bir.
biliyorum an itibariyle 26 ekim ama bacaklarım soyuluyo; üstelik güneşten. tatil anısı bana. sanki biraz geç oldu ama olsun. çok güzeldi çok. bu iki.
bi de yakın zamanda (ve biraz daha öncesinde) tırnak parçaladığım şeyler, sunuyorum efendim. çok ahım şahım diiller ama bazı zincirleri açmak zordu blog. kargaburunlar kırılıyodu nerdeyse. ayrıca kadife kordone için teeee suluhana gitmiştim, ah mazi. tepeden delinmiş mercan bulmak da zor bi şiymiş.


evet, alkış, aferin filan bekliyorum. renkler tam anlaşılmasa da, siyah görünen şeyler mor ya da petrol yeşili. evet o kalemler ve klavyeyle yaşıyorum. zincirden de sıkılmak üzereyim ya, neyse.
tutumlu ama sıkılan ev kadını derya birbakmışsınbaykal bildirdi.

dici dici dici..

digitürk!

sebep buymuş!

lig tv!

maçlar efendim blog üzerinden yayınlanıyomuş. telif hakkıymış. ne ayıpmış. çok güzel.
blogger'ı aramışlar kimse açmamış efendim. o kadar büyüklerse halletsinlermiş. youtube bak nasıl da işin başına geçmişmiş. tez kellesi vurula!

yani peh blogger.com, nasıl oldu da sen lig tv'nin haklarını korumazsın?!
biz de madem, yüzbinlerin hakkını ihlal ederiz, zira bizim orda bu işler parra parra parrayla. misal deryik para kazanmıyo, hakkı yok. liralar liralar, bozulmasın aralar. lig tv'ye kol kanat gerseymiş. peh.

tabii ki telif hakkı ihlal edilmesin. ama işin acı tarafı, misal bu ülkede her gün koca koca kanallar türk filmlerini evire çevire gösterirken, o filmlerin oyuncuları aç, açıkta ve hasta ölüyolar; çünkü telif hakkı oyuncuyu kapsamıyo. hababam sınıfının repliklerini de bu sayede ezbere biliyoruz mesela. lig tv kadar bile umursanmayan onca emek... yılmaz güney'in filmlerinin yegane kopyaları depolarda çürüyo, sanat müzeleri nemden haşat halde. korsan kitap/ müzik gırla. ve telif hakkı derdimiz: lig tv! digitürk! 22 adam ve bir topun ürettiği paranın gücüne bakın siz! blogu olan erkek milleti de rica edicem, izlemesin. nolur ya. izletmeyin de. uyanın. kerizlenmeyin. su topu filan izleyin ne biliyim. kapatın dici dicilerinizi bi süre.

ama bitmedi:

"konuyla ilgili bir uzman" demiş ki efendim, kolayı varmış, önce TC VATANDAŞLIK NO ve TELEFON NUMARASI alındıktan sonra blog açma İZNİ verilmeliymiş!!! dahiyane!!

gülemedim bile. isterlerse altın rehber tadında fişlesinler bizi? nicklere göre alfabetik, sıradan davalanırız kolayca. izin ne bi kere hem? daha ip no takibiyle malum blogları bulamayıp herkesin başını yakan bi sisteme mi güvenicem? devletten izinli blog! yok ya! hollandada açıp gelsem peki, nolucak? ya taşınırsam? muhtardan ikametgah yanında blog belgesi de mi alıcam? gerzek misiniz şaka mısınız?! bu kadar mı fişleme meraklısısınız? tamam teknolojiden bihabersiniz uzmancım ama korkmayın, ısırmaz. abc seviyesindeki bilgimle ben bile biliyorum bunu. blogger.com yetkilileri size kaba etleriyle gülebilirler yalnız, çevirmene kızmayın.

yaa işte böyle. lig tv yani. kalın enseliler cemiyetinin bi diğer ayağıyla da tanışmış olduk.
şimdi buyrun oturun anlatın derdinizi. eğitimsen'i adnan hocacılar kapatır, blogları lig tvciler. yaşasın teknoloji, yaşasın iletişen türkiye. yaşasın rakiii şiş kebaap baklavaaa. ayda 9.99'a, girilemeyen binlerce site hizmeti!

25 Ekim 2008 Cumartesi

bu arada...

.... nalbura gittim. evet. başarıyla sonuçlandı.
aslında memnun etmesi çok kolay biriyim bakınız. nalbura gitmek yetiyo bazen.

insan gidebileceğine inanıyo bi an.

ben çok mutluyum oysa; sadece 445 kmlik, tek yön bir otoban geçiyo içimden.

kıçıikikanatlılar diyarı

"inadım inat, kıçım iki kanat" diye bi laf var malum. ultrasurf'le yorumlar da yayınlanıyomuş, yayınladım buyrun. kanatlanıp fezaya ericez. inattan.

bu mahkeme kararının da, youtube'da olduğu gibi, yurtdışından bi blog sebebiyle çıktığını düşünüyorum. tabii burda asıl sorun şu, youtube " videoları takip edemiyoruz" diyebilir ama blogger'ın takip etmesi gerekmiyor. di mi? yani ben blog açarken öyle bi şi hatırlamıyorum. haliyle, blogger bizden sorumlu değil. madem rahatsız oldunuz bi blogdan, iki blogdan, oturur ip adresi araştırır, bizzat elinizle koymuş gibi bulursunuz. türkiyedeyse daha kolay, yurtdışındaysa tabii hangi ülkeye anlatıcan " bi blogdan kıllandım, kapa abi şunu" filan, gülerler adama. bu bir. ikincisi, diyelim ki zahmet edip buldunuz, "yaau kardeşim kapa len blogunu!" çekmezsiniz, çekemiyo olmanız gerekir. elfler ve hobbitler bu işi böyle yapmıyomuş diye duydum.

yani bence "aa ama benimki cici blogdu niye niye, kahroldüşmanları yakalayın; beni bırakın" demeyi yanlış buluyorum. şekil 1-A: sansür denen şey toplu yenen ve mideye oturan bir tatlı türüdür. güzeldir de böyle olması, göz açar. hani var ya "toplu sünnetteki sütlaçtan zehirlenen 600 kişi..." haberleri filan. o kıvam. topluca olmadan olmuyo.

gazeteye, radyoya, televizyona da yayın yasağı getiriliyor evet; ama zor biraz. kapatılmıyolar bi kere. hop, "kara kaşımın şeklini beğenmeyenin başına çökmeliyim" diye bir şey sıkar biraz. tekzip eder, özür diletir filan. nasıl ve niye: çünkü bu işin kanunu var, düzenlemesi var. gazetecinin hakkını da koruyor, yeri gelince hedef gösterilen yazarı da. ha tabii zurnanın zört dediği yerler de var, farkındayım. ama neticede bi düzenleme var. birileri bi gazeteye kızıp matbaayı basmıyo ya da uydu yayınını kesmiyo, di mi? yani tamam, gazetecilik yapmıyoruz; o iddiada değilim. ama blog denen nane "internet günlüğü" ise (ki bence değil ama neyse), birileri benim günlüğümü bana okutmuyor! manyak mısınız yahu? ben kilidini atmışım, ortada bırakmışım günlüğü okunsun diye!

internet hukuku denen şeyse, şekil 1-B: primatlar seviyesinde. dün agu demiş çocuk gibi hatta. padişah lüksünün hala yaşandığı tek yer. hani yemeğini beğenmeyince tüm lokantaları kapatmak gibi bi şi. sulh ceza mahkemesi (bu arada, sulh ve cezayı okuyan kaç sulh ceza mahkemesi çalışanı vardır?) bu işlere mi bakar, yeri orası mıdır, noluyodur. ben bilmem, hukukçular bilir. diyarbakır sulh ceza'dan kaç kişi hayatında bi blog görmüş, okumuştur? engin internet dehası türk bilirkişileri mi eşlik etmiştir cezanın verilmesine? blog ne, yenir mi?

peki blogdan geçim sağlayanlar nolucak hakikaten? "aa kahve taştı ocak battı" di mi-- engin dehamız orda zortladı. neyse işte, karşılıklı inatlaşma halleri. kimin kanadı daha büyük bakalım. bu arada, bakınız, insanlar çok laik, demokratik, bağımsız türk yargısının aldığı kararı işine gelince "tayyip blog kapadı" olarak da görebiliyor. yani neymiş; bazen siyah beyaz el ele verip gri oluyomuş. ya ya. geçişken kurumlar diyarıyız; herkes aynı şeyleri söylüyo aslında. bakın erdoğan ve doğan, o ne kadar da höt zöt kapışmalardan sonra, bir düğünde barıştılar. perde indi, oyun bitti zira.

derken, bugün bloglarımıza yazmamamızın çok daha iyi olacağı haberlere geçiyoruz, zira iki kanatlıyız malum:

bir adam gözaltında işkenceden ölüyor. adli tıp da bunu söylüyor. gözaltı kaydı isteniyor: aa- kayıt yok!! yani böyle bi adam karakola hiç gelmemiş. gibi. kamera da bozukmuş, görüyo musun? bok yoluna niyazi tesadüfleri bunlar. ölen adam, mustafa kökçe, benimle yaşıt halbuki. 2-5 gün boyunca beyin kanaması süren bi genç. darp izleri. biri daha ölmüş karakolda. festus okey öldürüldüğünde, adama uyuşturucu ya da saat satan lamba cini muamelesi yapmasaydık belki farklı olurdu. ya da metin göktepe, gazeteci hani, hakikaten. birileri YOK YOK YOK, OLMADI Kİİ çekiyor yine, inanırsanız, yerseniz. işkenceci polisler hani, çeber'i öldüren, saçlarını boyatmış bir kısmı. gözlük takmışlar filan. şaka gibiler.

bi de faili meçhuller var sahi.

ama enseyi henüz karartmayalım diye, artvinde beni çoook mutlu eden bi olay oldu. onu da söyliym bari. bakır madeni açılmıyor artvinin yeşilinin göbeğine. oralar sadece doğa değil hem de tarih. dünyanın en eski yeşili, en koyu haliyle orda. maden açmak o kadar kolay değil, bi de madene gitmek için yol açılıyor dan dun. gerek yok. ordaki bakırla ihya olmiycaz. önceliği artık nolur ama, buna vermeyelim. vermemişiz de zaten, lacivertimsi bi yeşil hala duruyo. orası öyle durabildiği sürece biraz umut var bence. toplu delirmelerimiz arasında oksijen gerekiyo zira.

yayına devam halindeyiz özetle. aşağıdaki yazının yorumlarına bi bakın, ultrasurfle uçun. ahah iki kanat bahşediyor size bu program.

24 Ekim 2008 Cuma

selam dünyalı biz türküz

an itibariyle sevgili tahminen yurtdışından okuyucular, blogger da erişime kapatıldı. bildiğiniz, gördüğünüz, bütün blogspot uzantılı bloglar da. çünkü biz türküz. bilmem ne hocalar ya da devletin işgüzar ama işgörmez bütün savcıları memnun kalmadı diye, içimize kapanırız. üç vakte kadar yine açılırız, yine kapanırız.

kendi bloguma, 2,5 yıldır car car konuştuğum yere ktunnel üzerinden giriyorum. giricem de. böyle kerizlik olmaz. bu yasağa uyulmaz. bu saçmalık bitene kadar da ktunnel, ztunnel, vtunnel, her türlü tünelden ışık görmeyi umucam ben. rss takibinde sorun yoktur diye umuyorum, belki okuyabilenler vardır. rica edicem girin bilmem neler üzerinden. girin, okuyun. okuyabilen de yazsın. pıtrak gibi blog açılsın. her türlü saçma sansür uygulaması gibi, sansüre karşı çıkan blogcuları da vurdu sonunda. uluorta söyleyemediklerini burda söyleyenden tutun, "bugün kitap aldım günlük"çüler bile, kimse kimse kimse yazmıyo. yazamasın. höyt icabında. dikkat hukuk çıkabilir!

ahahaha orhan pamuk'a cevaben kapatıldık gibi. "youtube'unu yemişim, al sana blogger".

ööeeh ama yani. internet canavarı. birilerini rüyasında ısırmış yine.

Kaç vakit sürer bilmiyorum ama ben yayındayım efendim.
tam da size yahya menekşe'nin, hani şu panzerin ezdiği çocuğun davasında "delil yetersizliği" gibi abes laflar olduğunu söyleyecektim. yetmeyen delil neyse. "vücudundaki panzer izi" mesela, keser miydi yetkilileri?

edit: yorumlar mail olarak da geldiğinden ben okuyorum ama ne ordan ne de blogger'dan yayınlayamıyorum. neticede benim blogumdan çok okuyucuların yorumlarını vurdu, bu da ayrı bi ironisi olsun işin.

23 Ekim 2008 Perşembe

mecburen mecbuuren

çizebilseydim eğer, kalemle ya da bilgisayarda filan, şunu çizerdim: aklına gelen bölük pörçük fikirler birer çakıl taşı şeklinde, ayağına bağlı olan bohçada biriken ve yürüyemez hale gelen bi kız. anlaşıldı mı ki böyle yazınca? yasemin mori'nin klibini düşünün, onu birileri tutmuyo da, fikirler sarkıyo üstünden başından, ufak ufak birikip kocaman bi ağırlık oluyolar filan. damlaya damlaya dert olur gibi. neyse.

işte ufak tefek, ikircikli fikirciklerimi hayata geçiriyorum. buna at boncuğu almak bile dahil. çok hayati fikirler diiller ama sanki bu fikircikler hayata geçerse, kendime verdiğim söz yumaklarını tutarsam, çok süpersonik şeyler olucak. o bohçadan bi çakıl taşı atınca, teker teker hafifliycem, adım atmam mümkün olucak. çakma bi karma felsefesi yani. mesela bunlardan biri, nalbura gitmek. bildiğimiz nalbur, niyeyse evin etrafında yok hiç. öyle işte. karton almak sonra. pırtık pırtık. hatta bakınız benim şu yukarda bahsi geçençizim, çizgiroman tadında da olabilir: kız bi bileğine bağlı olan çakıl taşlarını ata ata sonuna gelmişken diğer bileğine bağlı olan kayayı fark eder, aslında hareket etmesine engel olan şey odur tabii ki. nıhahaha.

bi şiler, bi gelişmeler oluyo. orta ve uzun vadelik. kısa vade istiyorum gerçi ben ama bakkalda kalmamış. olsun. olacak. olmalı. bu olmak fiilinin her versiyonu sürekli beynimde dönüyo. olucak olucak. 40 defa dedim çoktan, kesin olucak.

hala gözüm seğiriyo. oldu bayaa bi zaman.
mecburen ne güzel bi şarkımızdır. mecburiyetten. komik bi şi kendisi.

22 Ekim 2008 Çarşamba

böeh.

ben kahve içmem. içmemeliyim de. içmezdim. içtiğim şey hala kahve sayılmaz, sütü geçtim, krema toplu bi şi. ama içmemeliyim. türk kahvesi güzel ama makinada yapıyolar ve bayaa dandik bi şi oluyo. filtre kahveye kalbim dayanmaz, delice çarpar, müsait bi yerde uzanır kendisini dinlerim, gerek yok. o kremalı kahve tozumsu şeyleri de içmemeliyim. midem tatildeyken bira da içemem. şarap hiç olmaz. oysa o kadar içmek istiyorum ki. bakınız aileyle yaşıyo olmanın sorunlarından biri daha. 5 yıl sonra olmoor bi arada. hoş, o lav topu yutmuşluk hissini istemiyorum.

içim şişti. sıkıntıdan tosarıyorum. AAAAY çekmelerim devam ediyo. 3 gündrü gözüm seğiriyo. aptal saptal gözüm doluyo. bugün, her adımda üst gövdemi attığım ayağın yönüne çevirerek, böhür böhür ağlayarak koşmak; hatta ben koştukça arkada gözyaşları bırakarak ve saçlarımı dalgalandırarak filan dram yaşamak istiyorum. atilla atalay haklı, yalnızlık aletleri şu bilgisayarlar. oysa ben, yalnız filan değilim. mutsuz da diilim aslında. 24 yaşıma az buçuk kala, muhtemelen 10-20 yıl içinde geriye dönüp bakınca hasretle anacağım günler yaşıyorum. fiziken sağlam (yani, kısmen), hafıza yerinde, taşısıksansuyunu zamanlarımda, valla bak çok aşık halde, mutlu bir genç kızım ben. işte tam da bu sebeplerle bunalıyorum, tosarıyorum, içimde ergen isyanı giderek büyüyo, anlatamam. kıymetini bilmem gereken günler coğrafi sınırlar yüzünden 24 saatlik modüller halinde eriyip gidiyosa sinir yapabilir bu. sürekli mesela, eskiden mutluymuş gibi yaptığım anları fark ediyorum. o an mutlu olduğuma çok inandığım, şimdi bakınca bi tarafımla hohoho diye güldüğüm... saçmalıklar çıkıyo su yüzüne. "aa o an mutluydun belki monşer" filan diil işte. diil. o an eğer gerçekten mutluysam, onları saçma bulmuyorum. ne mantıklı di mi.

ve bu saçmalıklar çıkarken su yüzüne, acıtıyo. kendimi niyeniyeniyeliyorum. şu anki mutluluğumu belki, geciktirdim ben. belki, bu bi türlü gidememe halim ortadan kalkardı. belki, salaklığıma doymayayım. saçma şekillerde o kadar mümkün ki bu.. neyse. yani ister istemez, "allahım ıskaladığım bi şi mi var, yanlış mı yaptım, daha da güzel olacakken ben mi göremedim" krizi yaşıyorum gidemedikçe. biliyorum aslında, bi bok ıskalamadım. tam da olmasını isteyeceğim gibi. şu gidememe işini de üç vakte kadar aşınca, ki nedir atla deve değil, mis olacak. problemi büyüte büyüte rahat batması yaşayan moderen kadınım ama ben. sorgulamayı bırak, bi sus, otur, çöz meseleni, nokta. evet. ekonomi der ki hepimiz rasyonel bireyleriz. rasyon yani. otur, hallet, halledemiyosan vahlama, falan filan. öyle diil işte. kendime kızmak daha rahatlatıcı tam şu an. hatta dediğim gibi, saçmalıkları fark edip, eski saçmalıkları bugünden çalmak olarak görmek, tek beyin jimnastiğim. ben kendimle başbaşa olunca felaket sıkıyorum kendimi galiba. yoksa, aslında, ben gerçekten hiç olmadığım kadar huzurluyum. sevgi pıtırcığıyım hatta.

---

"salona sığamamak" ne enteresan bi haldi di mi? çözüm olarak tutuklu-tutuksuz ayrımı yapıldı, içerdeki basın mensubu azaltıldı filan. bence göz renklerine göre alsınlar içeri. tuttukları takım da olabilir. nasıl olsa saçmalıyoruz. engerek-on.

tek isteğim, veli küçük. o adam bitsin gitsin artık. nolur. yok sisiymiş, yok şu bu o, geçiniz. veli küçük, kalınlaşan ensesiyle, damarlarında ölüm fetvasını verdiği insanların kanı akarken, hala dokunulmaz hallerde. zaman aşımına uğratılan genç ölüler davaları koleksiyonu var kendisinin.

basitleştirilen denklemler ülkesi: aa hükümet dinci, asker laik, yargı laik, halkın çoğu dinci, "bilinçli"si laik, bi de kürtler filan var; onlara ayrı başlık açıyoruz. onlar mesela, dinci/laik filan olmaz; toptan hepsi kürt. tabii, ordu karşıtı olunca (bkz yani laik) otomatikman hükümet yanlısı olunduğu için (bkz dinci) hepsi tayyipçi. ama işte bi de dtp var, onlar kürt tayyipi gibi bi şi galiba. hahah alevi tayyip de olur. bir ipte iki cambaz şey olmadığından şeyler.peh ki peh. iki kere kiki günler resmen. ne kolaymış siyaset denen nane, üç satırda özetlenen, ağızlara lolipop bi şiymiş.

daha önce de dediğim gibi, dendiği gibi, pardon ama, hangi ordudan bahsediyoruz biz dinden uzak olarak? yönetim kademesinde, piramidinin üstlerinde filan ah ne kadar da tahammül edemediği irticai faaliyetler tü kakası, işine gelince, allah allah nidalarıyla koşan şehitlik heykelleri sunuyor kendisine. ölebilir görülenlere. gerekirse. yani ikircikli işler bunlar memedim. darbeci ordumuz çok sevmişti kuran kurslarını, kızları da katmıştı imam hatiplere, din dersi, hem de en has sunni islamından, zorunlu olmuştu. hangi ne laik kim ordu?! laiklikte seçicilik. işine gelince halkın hassas değerleri, az biraz ipi elinden kaçınca tü kaka. batı, pis anarşik komünistlerden kurtulmak için, afganistana nasıl talibanı sunduysa, rusyayla tampon bölge hebelüp, biz de zamanında "moskof yerine mekke"ciler gördük. hadi madem gördük, bari unutmayalım. di mi yani. beşer şaşar ama bu kadar da bunak olmasın yahu. besle büyüt, kullan kenara koy, "hani bana" deyince de ödün kopsun, höt höt höööt de. işine gelmeyince. öyle olmuyo bu şeker. hani zamanında "asmayalım da besleyelim mi" dediğin 17 yaşındaki çocuk rüyana girer sonra, besleyip büyütmediğin. can yücel kenan evrene "kabaramazsın kel fatma/ atan güzel sen çirkin" demişti. sahi yani. çok laik, çok eşit, ama hala "türkiyenin iç düşmanları"nda sayfa sayfa azınlıkları sayıyo. asker, siyaset yapmamalı. ne düşman tayin etmeli, ne laiklik savunmalı ne de milli güvenlik dersinde üniforma defilesi olmalı. okuldan, meclisten ve tabii ki camiden de, uzak olmalı. sadece işine gelince diil ama.

neyse, neticede ben, grilerle kaplı bi dava görüyorum işte, siyahlar ve beyazlar çoktan yok oldular. herkes, herkes olmuş. siyasetçilerin ve askerlerin "laik VS dinci" kutuplaşması da tamamen kısayolcu denklemsever hallerden. hepsi ikiyüzlü, hepsinin elinde kan var. yutmayınız. askerin eli hatta, biraz fazla kırmızı. türk ordusu darbe hakkında ne düşünüyor? iyi yaptıklarını. ütopya bu ya, bir asker de çıkıp da "zamanında türk ordusu hata yapmıştır" demez. diyemez. dese, inanırdım belki demokrasi aşklarına. biraz akıllı olalım yahu. iki kutupluluk tamam, anlaması kolay bi şi; ama maalesef fazla hazırlop. biraz zorlayalım beyni. fener-gassaray maçı diil neticede di mi. iddaa'ya para yatırmıyoruz. hırsız-polis de değil. iyi prens kötü canavarı da öldürmiycek. gözlerini aça aça ayar veren bi askerin kulağına "mağrur olma paşam, senden büyük evren var" demek geliyo içimden. yemişim laiklik kaygılarınızı. demokrasi kaygınızı da tatlı yaptım.

ha burdan da rica edicem yani, hükümet yanlısı olduğum anlaşılmasın. şaka gibi olur. dandik öss bile 4-5 şıklı filan, hayatı 2 seçeneğe indirmek aptallık. pal sokağı çocukları değiliz biz. elma dersem laik, armut dersem tayyip. hadi ordan. sadece insanların "aaa dürüst olmayan siyasetçi mi? neeee? hırsız mııı? gücünü çıkar için kullanmak mıı?? ilk kez duyuyoruum! ne ayıp!" halleri beni benden alıyo. dün doğmuş bebek şaşkınlığındalar. tamam saçma tarafları da olan bi iddianame ama 2500 sayfanın bi 100 tanesi filan bari, gerçek olabilir, en azından di mi? bu niye kimseyi germiyo?!

ben zaten gerginim. kopup gidicem.
kahve içme deryik. kahveyokkahveyok. sinir yapıyo.
kalemime dönüyorum ben, daha çok oyalıyo beni.

20 Ekim 2008 Pazartesi

iyigecelerblog

dün gece de fark ettiğim üzere, ankaradan hala çıkamamış olmayı düşündükçe klavye temizliyorum. sanki o minik toz yumaklarının kaynağına inersem orda bi iş teklifi yatıyo gibi. her yerdeler bi de. temizle temizle bitmiyo. itinalı bi şekilde tuşları tek tek sökmek filan zor iş. uygun bi karton (mukavva hatta) veya mendil ve ince uçlu bi kalemle çok mutlu olabilirsiniz. "gözüme toz kaçtı" filan da tamamen gerçek bi açıklama haliyle. "gözüme toz soktum" hatta.

--- konu değiştirme çizgisi------

kaleye gittik biz. öylesine.
çıkrıkçılar yokuşunda sadece 1 (bir) tükan at boncuğu satıyo. eskiden dizi diziydiler. eskiden dediysem, olmuş üç beş. ben böyle at gözü ebatlarında boncuk arıyodum üstelik. bulduk bi şiler. geri kalanlar turkish handicrafts oo silver milver olmuş. restorasyon fena gitmiyo sanki, evler güzel olmuş. gerçi aslını bilmiyorum, belki çok tektipleşmiştir. güvenememe. her yer toz duman. yokuşun sonundaki o çirkin otopark binasını çözemedik, bi de antep sofrasının göz alıcı metalik tabelasını.

rehber çocuklar şirindi: "burdatam16konakvar... ordanyürümeyinkayıpoturursunuz... bubinanınsahibikafasınataşdüşünceöldü..." gibi faydalı bilgiler verdiler.

bi de antikacılar çarşısında "baykuşlar ve diğerleri- koleksiyonevi" tabelası görürseniz, içeri yürüyün (samanpazarı tarafında). 30 yıldır biriktirilmiş bir baykuş objelerlerlerlerlerler öbeği satışta. dünyanın her yerinden. hatta sahibinin özetlediği üzere: "her malzemeden ve her formda" baykuş. inanmazsanız ispatı var. gezegen olarak baykuşlar tarafından bile yönetiliyo olabiliriz. ayrıca kobalt mavisi cam şişeler, teneke kutular, kumbaralar, bir sürü meşrubat şişesi, fok, avon markasının 1970lerde çıkardığı ürünlerin şişeleri, oyuncaklar vs de var. neyse ben cam şişe aldım. çünküü 1)zaten en güzel baykuş biblosuna sahibim, üzgünüm. 2)onun yanına kardeş gelebilecekler pahalıydı, rafine zevklerim var. 3) renki camı ışığa tutup seyretmeyi seviyorum. sahibi baykuşsuz çıkmama dayanamayıp kolye ucu hediye etti. 1 saatten fazla durduk orda galiba. evet, o bi güzel sanatlar grafik mezunu, bakınız baykuş.

neyse, bi de çok güzel lambalar satan bi yer vardı. ışık vermiyo pek gerçi. böyle keçe çanta, latin amerikadan örtü filan satabilecek bi yer. o da yokuş üstünde. turist tarifesi dışında fiyatlanan tek yer gibiydi.

---- konuya dönüş çizgisi --------

resmen klavye tozlansın diye bekliyorum.

18 Ekim 2008 Cumartesi

14

yeni kanun tasarısına göre kardeşim (en hafif deyişle) evde kaldı. ben 10 yıldır "evlenilebilir"liğimi kullanmadığımdan zaten kız kurusuyum. nasıl oldu da görmedim, atladım, algım mı seçmemiş, seçmek mi işime gelmemiş bilmiyorum ama üzmez yasası gibi dahiyane bi fikir var ortada. yeni evlilik yaşı: 14. olsunmuş. "kız çocuğuna tecavüz eden yaratık onunla evlenmeyi kabul ederse, suçu kalksın"mış. yine. bitmişti bu saçmalık. yangında ilk kurtarılacak şey namus değildi bi ara, insanlıktı, vicdandı. yine yeniden aynı pilavlar dibi tutmuş halde sunulmasa? o konu kapanmış olsa artık, geriye dönmesek?

cumhurbaşkanımız pedofil. bunu ben değil, saadet dolu yuvasının biricik eşi söylüyor. aşkına kavuşmak için 15. yaş doğumgününü zor beklemiş, o gün kıyılmış nikah. kendisi 30 yaşındayken. pardon ama, 30 yaşında bi adam geçen yıl kardeşime talip olsaydı a) gülüp geçerdik b)biri delirip kafa göz dalardı c) alttan alıp tedaviye filan yollardık. o adamın büyüyüp cumhurbaşkanı olma ihtimalineyse inanmazdık. buralarda böyle bu işler. tahmin edeyim, yaşıtlarına göre çok olgun, bebeklerini çoktan kenara koyup "anneciğim bugün baklayı ben pişireyim mi, dedemin altını ben temizleyeyim mi, kardeşime patik öreyim mi, turşuluk lahana seçeyim mi, babacvım çok çalışıyorsunuz umarım size layık evlatlar olmuşuzdur" filan diyen muhteşem bir genç kız idi kendileri. kız çocuğu değil bakınız, genç kız. evlenilesi. aşkla. 15. yaşgününü zor bekleyip. bi de utanmadan coşkuyla, kıvançla anlatılası bi hikaye. hani "o zamanlar öyleydi" deyip geçmek değil, yo yo biz aşığız. stockholm sendromuna giriş 101. "beni öyle seviyo ki". resmen öyle sarhoş olsam ki bir daha ayılmasam dediğimiz ruh hali.

neyse bu fon müziğinden sonra, bahane üretim tesisleri şöyle açıklıyo durumu: kız çocuğu tecavüz sonrası bebeğiyle kocasız, babasız, erkeksiz, bir başına yapayalnız kalıyormuş, kol kanat gerecek bir sapığı olmuyomuş yanında. yazıkmış. layık olduğumuz yönetim şekli bu. tecavüze uğrayan zorla hem eş hem anne yapılıyo, tecavüz eden de zorla hem baba hem koca. tamam kadına bin kere daha yazık ama düz mantıkla bakarsak, o adamın da tedavi edilmesi, hiç olmadı ıslah edilmesi lazım, sırtı sıvazlanıp düğünde altın liralar takılması değil. zaten normal değil, iyice sıyırır. sıra öz çocuğuna gelir. yaptığı yanına kar kalmış bi sapık o hanehalkı üzerinde tanrıcılık oynar. ki bence tanrıcılık, bu topraklarda birçok küçük evde farklı kul rolleriyle oynanan en popüler oyunlardan biri. sonra da ne diycen adama, "vay hain, niye biricik eşine bunu yaptın" mı?

korunması gereken fanus içi gülü olarak kadın. evi erkeksiz kalmasın diyeymiş yani.
koru kolla, pamuklara sar okşa. öööeh be. yeter cidden. yeter.

"anneyim ben" diye program başlamış. "anne değilim ben" daha enteresan olurdu bence.

bu rolden çok memnun hemcinslerim "ay kapı kolu mu, ben onu nasıl açabilirim ki, incinirim"ciler filan var, mümkün. "merhaba ben kadın, adım yok memem var, hadi beni koru, var gücümle üstüne çökücem, yüküne yük olarak eklenicem çünkü ben narin, ince ruhlu potansiyel bi anne, milletimizin gülüyüm, işim bu" halleri. yüzsüzce. o gelinim olur musun programındaki "ben ilkokul mezunuyum ama kocam en az üniversite mezunu, kendi işini kurmuş ve askerliğini yapmış olsun" talepkarlığı. bu hale nasıl gelinir, yine bi stockholm sendromu bence. varlar evet, mutlu olduklarına inanabilirler ve hatta ben bile bi an için inanabilirim. ama bu, durumu normalleştirmiyo.

birileri de çıkıp mesela, tecavüze uğramış kıza, olay yeniyse, ertesi gün hapı verilmesini önerebilir. eskiyse, istediği takdirde yasal hakkı olan kürtajı önerebilir. yok artık her şey için çok geçse o kız çocuğu öncelikle ailesinden uzaklaştırılabilir. tecavüze uğrayan kadınlarda zaten kendilerini suçlama eğilimi var. hayatı yeniden verilebilir kendisine. -ebilmek. özetle, yazılı olan şeyler mesela, uygulanabilir. tecavüze uğrayan bi kadına bakıp "aa anne oldu bu lay lay lom" çeken zekilerin çocuklarına çok üzülüyorum. giren ve girilen düzeyinde bir seks anlayışı, üreyen ve üremeyen düzeyinde bi insan ayrımı.

ILO, çocuk emeğini tanımlamak için önce "çocuk"u tanımlamak zorunda kaldı. hala debeleniyolar. bize sorsalar keşke. bakınız, 3 çocuk yapıp mahalleye salabilme yaşını 14'e çektik. demek ki çocuk dediğin anca 13 yaşında olabilir. modern zamanlarda matematik böyle kolay. X yıl dayak ve tecavüz yaşayıp "kocandır sever de döver de"yle katmanlanan acıları bastırmak için intahar yaşı ise 14+X. ne kolay di mi.

"feministler bastı diye değiştirdik zaten"miş. bu adamlar bi de 5 vakit namaz kılıyo. zemzem suyuyla filan kırklanmaları lazım. keşke katolik olsalardı, bari haftada bir günah çıkartıyolar en azından der, bi açıklama yapardık bu geniş gönüllere. tutarlılık arıyorum, saçma. yemişim din kurumunu da evlilik kurumunu da hukuk kurumunu da. kurumsal acılar bunlar zira.

kadının yeri evi tabii. doğurabildiğine göre, doğurmalı. hayat acıdır, soğan acıdır, hayat soğandır, soğan hayat ışığıdır. böyle sofistikeyiz biz. en yeni bilgimiz "siyah ve beyazın renk olmadığı" filan. oysa bilim ilim der ki, her 50 yılda mı 100 yılda mı ne, ortalama olarak tabii, adet görme yaşı bir yaş geri gidiyomuş. özetle siz tahminen anneannenizden önce adet gördünüz gibi bi şi. yeni kuşak içinde, hormonlu gıdalar filan da eklenince, elindeki hijyenik pedle ne yapması gerektiğini bile anlamayan bir sürü 10-11 yaşında kız var. büyüdü mü onlar yani? kan gördük kadın olduk, bu mu? hayır madem bu kadar basit, 17 yıldır ne okutuyosunuz beni? elin hırvatının afet yönetimiyle reflü olmam ne kadar saçma? kan gördük kadın oldum.

bir hakimin türk filmi şerbetinde "kucağında bebesiyle perişan ana" resmi çizmesi mide bulandırıcı. daha sen otur anlat, koca tecavüzüne itiraz hakkını. karşında cübbeli, mahkemenin en tepesinde, kudretli filan bi hakim var. "toplumun gerçeği" diye kanaat kullanıyo. üzmez denen adama da "maşaallah bu yaşta hala kuş ötüyo amca" ödülü verilsin o zaman.

ya onu da geçtim, bu heteroseksüel mahkeme koridorları, sadece kızlara mı tecavüz ediliyo sanmakta? erkek çocuklarında durum nedir? evlendirip namusunu kurtaramadığımıza göre onlara sadece "kurban" rolü kalıyo. erkek çocuğuna tecavüz eden de çocuğun yeni kirvesi olsun madem, yaşam boyu yanından ayrılmasın. bir sürü histerik yetişsin, birbirimizi keselim.

daralıyorum.

16 Ekim 2008 Perşembe

pala ihracatı

işkence haberleri ekmek kırıntıları gibi. kuşlar yemeden önce farkedip takip edebilirseniz, sizi doğru yere götürüyo. yoksa, kırıntılar yok, iz yok, yok yok yok-- duyulmadan, görülmeden, üstüne kilolarca beton sıvanarak filan, kalakalıyo. yok çünkü.

gözlatında dövülerek öldürülen adamın resmini polisin sırtına ateş edip felç ettiği arkadaşı taşıyo.
sivil polise kimlik soran kadının gözü patlatılıyo.
"ben bardak çay istedim, sen fincan getirdin" gibi bir bahane bile olamayan saçmalıkla 5 polis işletmeciye beyin kanaması geçirtip, beyin zarını kafasına basarak ezip adamı komaya sokuyolar.
gün aşırı birileri sorgulanmak üzere götürüldükten sonra polisler tarafından allahın unuttuğu bi noktaya bırakılıyo, en azından tek vücut olduklarına şükrederek.
açık görüşe gelen tutuklu yakınlarının ayak ve bilek kemikleri kırılıyo, küçücük çocuklar bile dayaktan geçiyo, gardiyan "kanun biziz" haykırışlarında.

ilkokuldan beri biliriz ki okuma parçalarının tek görevi bize yeni kelimeler, söz öbekleri filan öğretmektir. sonra onları cümle içinde kullanırız.

bakınız: polise mukavemet.
direnme yani. bi kez daha yazıyorum ki bu arapça kelimenin "gerilip gerilip copla dalmak, kafasını ezmek, adam toplayıp tenhada kıstırmak" filan gibi anlamları olmadığı hatırlansın.

mukavemet, "münferit"in kayıp abisi. mukavemet, münferite nasıl büyük adam olunacağını gösteriyo. misal, yasadışı bir şey yapmayan genci dergi dağıtıyo diye sırtından vurup felç eden polise 10 yıl, "polise mukavemet"ten yanı yanı başında davası süren aynı gence 15 yıl isteniyo. arkadaşları isyanda, sokaklarda, bi güzel dövülüp öldürülüyolar. "hani sınırlar BBG eviydi" diyenler, "hani karakollar camdandı" da diyebilmeli. gerçi camdan evet, cam gibi ortada olan biten. sadece birileri alay eder gibi, "kafalarını demire vurmak ve kendilerini tokatlamak suretiyle..." filan diyo.

işkenceci nasıl işkenceci olur, hepimiz potensiyel psikopatlar mıyız, yoksa o adamın hala çocuğunu okşayabilmesi mi anormal falan filan -- psikoloji ilmi bunları açıkladı, koydu kenara. "emir eri ramazan" oluşla vicdan rahatladıktan sonra "ben sizin babanızım ben ne dersem o olur" tanrıcılığı geliyo. bu işler, bu görevler için zaten bi "eğitim" süreci var. öyle mahallenin körpe delikanlısı ertesi gün binbir işkence yöntemiyle uyanmıyo yani. bak adama o kadar "kanun sensin, sen kanunsun" denmiş ki, papağan gibi tekrar ediyo; hafif bi anlam kaymasıyla. adam kanun, kanun zaten tanrı, tanrı olmuş o, günlük hayatta yetemediği her türlü iktidar iki dudağının arasında.

bu sene bi kitap yayınlandı. Türkiye insan hakları vakfının"işkencenin atlası" isimli kitabında ayrıntılı teknikler, bıraktığı izler ve daha da önemlisi "iz bırakmayan teknikler" anlatılıyo. Adalet bakanı "ay mukavemetten münferit filan olmuş çok pardon" derken, sıfır tolerans vesaire, tek derdi şu: "eşek sıpaları, öldürmeyin demedik mi, morartmayın demedik mi". oğlunun kırdığı camın parasını ödeyen baba gibi. ben bunu böyle anlıyorum. yıldırımcım türkercim de böyle anlıyo. çok değişik bi şi değil zaten. bariz. "okuduğumuzu anladık mı" köşesi.

bütün bunların içinde, insanı çıldırmanın eşiğine getiren şey, heralde karşınızda çelik bi iradeyle "yoo öyle bi şi olmadı, sen bize bok atmak için kafanı duvarlara vurdun" diyen bi zihniyetin olmasıdır. ruhunuz, bedeniniz acıdan kıvranırken, rüyalarınız da uykularınız da artık başkalarına aitken, sizden gerçekliğinizi çalmaya çalışmak işkencenin son aşaması bence. kocaman bir HAYIR. olmadı, yaşanmadı, yaşamadın-- YOK. o da yetmesin, bi de suçlan: mukavemet.

daha beterlerini gördü bu topraklar. gerçekliğinden bile vazgeçenler oldu acıdan. unutmayı geçtim, bilmemeyi seçtiğimiz acılardan bir kuple sunayım: diyarbakır cezaevinde kalan yaşlı bir adam, öldüğüne inanmış. ölüymüş o, etrafındaki herkes ölüymüş. orası da ahiret, cehennemmiş. aksi olamazmış. ikna etmeye çalışmışlar, olmamış, sonunda dokunmamışlar. yıllar sonra başka bi cezaevine nakli olunca müdüre göndermişler. "karımla konuşturun anca o zaman inanırım yaşadığıma" demiş. telefon etmişler, karısının sesini duymuş. ve adam, o an kalpten gitmiş. acılarına dayanmak için kendisini öldüğüne ikna eden adam, her şeyin gerçek olduğunu kabullenememiş, ağır gelmiş. acıdan ölmüş, saf, mutlak acıdan. dehşetten.

bunu yaşadık biz.
yaşadık da noldu? YOK YOK YOK dediler üç kez, bir ağızdan, "aa yokmuş" dedik.
yani birilerinin "YOK Kİ, OLMADI Kİİİ" demesi, hastalıklı bi şekilde işe yarayabiliyo.

hatırlamaya çabalıyoruz. 78liler mesela, diyarbakırda kalmış olanlara ulaşma derdinde. ya da hükümetimizin diliyle söylersek: birileri sırf "tayyip erdoğana çamur atmak için" (başbakanımız türk tarihinde II.abdülhamitten sonra en "benmerkezci/paranoyak iktidar güzeli" seçilebilir) işkencecilerle uğraşıyo. her yol romaya, her dava tayyip'e zira. adam kişiselleştirmeler şairi. hiç bi çözümü, cevabı yok çünkü. fikri dahi yok. aslında, umru bile değil. münferit uzvundan aşaa kasımpaşa kendisinin. "bana mı dedin laayn" çekip işine devam ediyo. kabaramazsın kel fatma, annen güzel sen çirkin. hiçbir iş görüldüğü yok. sonra elinde bi takım veriler, sayılar "gözünüze dizinize dursun nankörler, bakın tavukçuluk tam %2 büyümüş" filan diyo. hani çekil di mi, destek değilsin bari köstek olma. konu terörken tarımdan, tarımken belediyelerden, belediyelerken ormancılıktan, ormancılıkken baykaldan bahsetmek gibi bi ruh hali içinde. o ve ekibi. "zihniyet değişmeli" demiş çiçek. hadi ya? yıl 2008, ülkende 10 gün içinde bilmemkaç tane işkence haberi yığılıyo ve sen "hmm.. ee.. münferit.. mukavemet... zihniyet?" diyebiliyosun anca ve hala koltuğuna zamklı haldesin ve aferin bekliyosun.

devlet ilk kez işkence için özür diledi. birileri bunu alkışlıyo. o kısım daha da komik. konuşmayı öğrendi teyzesi, şiir okudu.

işkence denen şey, devlet- polis, polis-vatandaş ve vatandaş-devlet ilişkileri nasıl olmalıdır, bununla ilgili sadece. ayan beyan ve bok yoluna dayak, devlet kültürümüzde var. işkence, bu devletin kültüründe var. aksini iddia edenler rica edicem son 40 yılı bi karıştırsın. "atatürklü altın yıllar" ve "hezeyansız kısa günler"i dışarda tuttuk diyelim hadi...

işkence var. eskisi gibi sadece politik anarşik öğrencileri de vurmuyo üstelik. çay satan amca komada. kolluk değil korku kuvvetleri resmen, gözümün önüne sürü olarak dolaşan bir sürü vahşi hayvan geliyo. kurt olabilir bak. siz hiç bi gösteride 1:20 oranında yığılmış duran polislerin arasından geçmediniz mi? soruma bak, tabii ki geçtiniz. güven duydunuz mu? ben duymadım. hepimiz enseyi kapa, kıçı kolla, koşar adım uzaklaşıyoruz. bok yoluna niyazi olmamak için. kadınlar atılan lafları, dik dik bakışları görmemek için. erkekler sakal/bıyık/ yürüyüş testine girmemek için. polise her gün 1 mayıs zira.

hcg zamanında "polis ne de güzel memurumuzdur" konulu yazısında, "münferit bunlar, mukavemetten oluyo" filan demişti. "her mesleğin iyisi kötüsü var kardeş, zan altında bırakmayalım" şerbeti. valla zan altında kalmak istemeyen, gönlü zengin, "mahalle dizisindeki polisler gibi" bi polis varsa, arkadaşlarını toplayıp şu diğerlerini bi zahmet yola getirsin.

işkence bu ülkede en basitinden "doğal" görülüyo. azaltılmasından filan bahsedilir yani, sessiz ve derinden yürütülmesinden; yok edilmesinden değil. sıfır toleransçı olsaydık eğer sudan'a silah ve hatta PALA satmazdık. biz kendi acılarımız ve işkencelerimize yetiştik, yetmedi, bi de elalemin soykırımına silah sağlıyoruz. yok yok: Made in Turkey PALA! göz patlatan osmanlı tokadından sonra yeni bir türk icadı!

ben sümüklü biriyim. işkence haberlerinde sinirden kaskatı kesilip ağlamamayı öğrenmiştim. ama bu pala işi sinirlerimi oynattı, hem ağlarım hem gülerim.

14 Ekim 2008 Salı

GERD

hayatım boyunca en sevdiğim organım midem oldu. hiç sorun çıkarmaz, dersi en önden dinleyip not alır filan. müthiştir yani. heyecan/ stres/ saçma yemekler/ fazla alkol midem hariç her yere vurur mesela. genelde tansiyonum düşer; ama midem, 5 yıl anne yemeğinden uzak yurtta kalmış birinin tam istediği mide olmuş, sevmiş sevilmiştir. fazla da yüklenmedim canım; ama neticede işte, öğrenci mideleri arasında bence ilk 10'a girer. nadir yaşadığım mide krampları filan haliyle beni çok etkiler, düzenli mide sorunu yaşayanlara gerçekten çok üzülürüm, çok çekilmez gelir gözüme.

canım midem konulu kompozisyonum burda sonlanıyo. zira midem 3 gündür bi enteresan hallerdeydi. dedim ya, kendisi o kadar usludur ki yemek borum ya da ses tellerim bile daha fazla zan altında benim için. neyse, uzatmadan, şu an "strese bağlı reflü" gibi bi şiyim. gibi diyorum, zira teşhis sürmekte, tedavi sadece "acı azaltıcı" düzeyde. kan tahlili filan da var işte.

mideciğime bunca yıl bence iyi de baktım; asitli içecek, kahve veya sigara kullanmam ben. son ikisi belki nadiren, ilki asla. hatta son bi yıldır içkim bile yok nerdeyse. neyse işte, "iman tahtası boyunca yanma hissi", "yemeklerden sonra biri diyaframımı yumrukluyo hissi" filan, talcid ve adı enteresan şurup sayesinde azaldı. şurup böyle mide ağzını köpük gibi kaplıyomuş. farmakoloji müthiş bi şi. neyse, hayatımın ilk talcidiyle tanıştım. o da müthiş bi şi. midem bunca yıl kapı gibi olduğu için (doktor beni "şaşkın" bile buldu yani. utanmasa, "bu da mide, olabilir" diyecekti), şikayet sadece 3 gündür olduğu için falandır filandır, tek açıklama bunun hafif şiddette, geçici ve strese bağlı olabileceği. "geçen hafta biraz stres yaşanmışsa" dedi doktor, annemle güldük. ben daha fazlasını da yapmış olabilirim.

stres reflüsü yani. ne topraklarını gördüğüm ne şarabını içtiğim hırvat memleketinin olma ihtimalini bile düşük hesapladığımız afetleri yüzünden. o hökümet yetkilileri bana dubrovnik sonrası zagreb turu filan bahşetsin bence. kasa kasa şarap da isterdim ama içemiyorum ki şu an.

ama neticede, durum şudur ki, berbat besleniyoruz. yani bunu hepimiz biliyoruz ama valla öyle. stres bi yana, bu mide bence yorgun. ankarada anne yemeği besisine çekildim döndüğümden beri. evde tarım yapamadığımızdan ve bir mezbaamız da olmadığından haliyle "güvenilir" gıda kaynaklarına güvenmek tek çare. ondan öncesi, okul dönemi, sadece "yaratıcı açlık bastırma teknikleri"nden ibaretti. vicdan rahatlatmak için haftada bir salata yetmiyo ve hayır o sandeviçin içindeki yeşil şey sebze diil. kolada da bok var ayrıca, gizli formül o.

burdan yaşıtlarıma sesleniyorum efem, çok üzgünüm ama bizim vücutlar maça eksi hanelerde başlıyo. mide olur, karaciğer, böbrek olur, kalbiniz olur hatta; şu yaşınızda bile bakıma muhtaç biraz. bir doktorun özetlediği üzere: "annenin 1 elmadan aldığını sen 3 elmadan alıyosun, yanında almak istemediklerin de cabası". kaç kişinin migreni var? kaç kişi sırt/boyun ağrılarına alışmış vaziyette? anladın sen.

3 gün içinde eski ph dengemi bulacağım umarım. sebebi hala tam çözülmüş değil reflünün, ona tamam. çağımızın hastalığı listesinde filan. benimki hatta geçici, minik bi şiymiş, umarım. yine de bana "ben BİLE reflü olduysam hepimiz ölücez" hissi veriyo. dikkat edin yani. özellikle öğrenciler, bi kilo da elma alın eve. cidden, boğazınızdan meyve sebze geçsin. . tahıl, bakliyat, bunlar da mühim şeyler. ıspanak filan yiyin ne biliym, pırasa ya da. ayrıca, bence kilo almak, almaya eğilimli olmak, güzel bi uyarı sistemi. bi şiler ters, haber veriyo bünye. ben yıllar yılı kilo almayan kız olarak çikolataya, yağlı yiyeceklere fena abanmıştım mesela. görüyoruz ki iyi diil. hatta yani: lüks. imiş.

manav teyze yazımı sonlandırıyorum efendim: cidden vücudunuzu dinleyin arada. garibim, boğazınızdan yukarı asit fırlatmadan önce de anlatmaya çalışmış olabilir derdini aslında. derin nefes alın, bol su için, bi de germeyin gerilmeyin, hiç değmez. insanlar kebapçılara boşuna manzara resmi asıp yapay şelale filan yaptırmıyo. sakin sakin sindirmek lazım, anlaşılan.

12 Ekim 2008 Pazar

"biz hep zengindik" imajı yaratmanın altın kuralları

ankara semaları şehrin ilk house cafe'sine kavuştu.
bunun ne demek olduğunu burcuyla "bilkent hırkası" dediğimiz ürünü giyen (ve kendisinin de sonradan satın aldığı nıhahaha) kızlar anlatabilir. o hırkaları giyenler evet, sadece bilkentliler değil ve bilkentli olup giymeyenler de var ama maalesef yüzeysel tanımlarımızla varız. neyse, o hırkalar işte, yıllar yılı "belini bıkınını kapa evladım sizin nesil kısır kalıcak bak" diyen annelerin bi komplosu. "erkek arkadaşımın pantolonu, üstüne babamın memur hırkası" ekolü galiba. onun en üstüne de "annemin kuaförü". tabii ki. "dağınık topuz"u yanlış anlıyolar yalnız. "özel harekat timiyle dağıtılmış topuz" demek diil o.

neyseee devam. "yeni açılan cafe test ekibi", test sürüşü için görevlendirilmiş vaziyette hazır ve nazırdı. tıklım tıkış. uzun yün hırkasını "tefal kızı" gibi giymiş 55lik teyzenin poşusu, karşısında fallik fallik puro tüttüren kalın enseli adamlar filan da vardı. herkes aynı şeyi içiyodu: limonata. galiba cafe kalitesi belirleme araçlarından biri. bizim efendim, yolumuzun üstüydü ve yol üstü lezzet duraklarını seven bi anne-kız ikilisiyiz. limonata filan kesmez, içi beyaz çikolatalı brownie denen nimete kavuştum. güzel bi şi kendisi. "death by chocolate" listesine girebilir. zira nefes alamadım bitince. ama lezzeti yerinde.

neyse işte, bu ekibin yarattığı bi de "kapı önü valeleri" var. bu valeler basit birer değnekçi değil asla ve never, rafine bir hizmet sektörü erbabı olduklarını kibarlıklarıyla yansıtmak istiyolar. çıkışta size şöyle soruyolar: "aracımız var mıydı?". araç ne ya? evet traktörüm bi alt sokakta. araç! "MIZ" nedir onu hiç bilmiyorum, sevmem ben öyle biz biz konuşanları. "evet babamıııız karnemizi aldık, çok başarılıyız, hem okuyup yazabiliyoruz, bak bu da kurdelemiz" filan diye konuşan anneleri de mesela. deli misin divane misin, çocuk kırk yılın başı kırmızı kurdele filan takmış göğsüne, ona da ortak olma bari. "artık çişimizi kendimiz yapıyoruz fatma teyzemiz". sapık anne resmen. "ay daha yeni mi mualla hanım?!" derim ben olsam.

tunalı hilmi caddesi enginlere sığmıyor, üstlere doğru kayıyor, filistin caddesi boyunca. hoş o caddenin adının filistin olması, galatasaraydaki cezayir sokağı gibi hazin ve komik bence. biliyorum, sefaret orda olduğu için ama neyse yani.

bu "valeleri kapıya öyle bi dizdik ki gol atmak imkansız" etten duvarı filistin caddesinin her köşesinde var. big chefs'in olduğu köşede de. istihdam böyle yaratılır arkadaşlar. "o mini cooperı çevir getir, mazdanın farlarını kapa" filan, bi gün geçiveriyo. büyük hantal ve korkunç adamların arasından sıyrılıp "aracım yok aracım yok la la la"-- sıradan halkla tabanvay.

ay konu dağılıyo. hah topladım: kanımı titreten "amerikan usulü garsonluk" staratejileri.
çok suni çok. samimiyetsiz. ben bi yere ilk kez giriyosam, karşımdaki adam bana "oo merabalaar hoşgeldinizzz" diyosa korkarım. "kesin tanışıyoruz ben unutmuşum, ne ayıp" derim. ne bu piyanist şantör haller? yok, bu house cafe'de olmadı. neyse işte sonra menü verirken "hoşgeldiniz, nassınız, işte yemek listemiz lay lay trilaylaaay" kıvamlı, bol sırıtışlı, çok dişli, hep 32 32, "garsonluk ayrıca bir entertainment olmalı, müşteri memnuniyetinden bunu anlamalı" kafası. beni geriyo. benim hep gittiğim yer olur, bana hep bakan garson olur, "aa çay di mi" der, bu samimidir. ilk kez görüp can kardeşini bulmuş gibi "ay kimler gelmiş kimler gelmiş" yapar, arkama bakmadan kaçarım.

ayrıca, hem, daha mühimi: her zaman eğlendirilmek istemiyo olabilirim. modern zamanlarda şeerli kadın olarak, kalabalıklar içinde yalnız olup saklanmak istiyo olabilirim. yorgun, bıkkın ve üşümüş olarak bi bardak çay istiyo olabilirim. sürekli bi sirk fon müziğiyle "hey yo, demek kahve, iyi seçim, muhteşemsiniz, süper" filan-- bi git. bi dur. yüzüm gülmüyosa belki gülmesi gerekmediği içindir. ne sen ne ben her daim sırıtmalıyız. bi rahatla. eski ekiptekiler gibi samimi ol, "canım çıktı ya ne gün of" de, insan ol. aaaaa. bu ne: "siparişimiz hazır mı bakalııım?" lay lay liim. ah işte bi BİZci daha. hiç sevmem. sevmem, sevemem. makul garsonlardan canavar yaratan "ben amerikalarda bu işin diplomasını aldım" cengaverlerini de sevmem. "oooh afiyet olsun beğendiniz miii nasııll" durbidurbidurbisus. elalemin eğlendirgeç garson ekolüne yamanana kadar, kendi meyhane ve hatta kahvehane kültürüne bi dön bak, üslup öğren. mesafeli dur, ağır bak. aaaa. giderek kuaförleşen mekanlar. kuaförlerde çıraklar birbirine "sermet bey, ayla hanım" diye seslenir, döner size "ee saçını napcaz deryik" der. hani bana, hani ona. kavram kargaşası. "öpme beni" yazılı t-shirtler lazım resmen.

müşteri tarafına gelirseek..
ankarada, derin gözlem ve kontrollü deneylerim sonucu, iş çok vahim. böyle bi "olmak, yırtmak, oldurmak" isteyen bi ekip var. nerden gelirler ne iş yaparlar bilmiyorum. bu tür "tam istanbul işi" mekanlarda varlar hep. "house cafe evet, istanbulda her gidişimde uğrarım ben hı hı menüsünü ezberrree biliyoruum" havalarında. eskiden çok eskiden, yurtdışı markalı ama içi boş poşetlerle gezip kendince "evropa gördüm" havası atan tayfa gibi. yerli ekol. etrafı süzen, süzülmek isteyen, fazla parıltılı, lame, ışıldaklı ve makyajlı kız çocukları ve "avrupalılar preppy diye bi şi çıkarmış, hem pembe giyince top olmuyomuşun lan" kafasında pembe/yavruağzı gömlek/tshirt giyen ama yakıştıramayan genç irileri, hep hep hep aynı gözlük çanta ve göğüs kıllarıyla oturuyolar. bazen konuşuyolar. o kısım çok fena. yüzeysel bile diiller. zira yüzey dediğimiz şey, belli bi alandır. bunlar o alanda zigzag filan çiziyo anca. belli ki para var ve harcamak istiyolar, sanılanın aksine bazen buna bile eyvallah diyorum. var, harcıyo. kendi kazanmak zorunda kalacağı günler uzak olsun saadetine.

velakin benim sınıfsal etik kaygılar bi yana, meselem şu: HARCAYAMIYO. maalesef. X miktar para, listede işaretlenmiş dükkanlara akıtılmış evet; ama bi şiler hep ters. bi şiler hep "çok fena OLMAK istiyorum, olduruldum ben, oldum artık" diye bağırıyo. başka işim olmadığından oturup üstüne düşündüm ve istanbulun aksine ankarada eski, köklü, "sosyete" denebilecek zengin aileler olmadığına kanaat getirdim. sonradan zenginlik, önünde "önceden zengin" yoksa, örneksizlikten saçmalıyo. elitim elitsin elit: ankarada ithal elitlik tavırları çok "olmamış" şekillerde sergileniyo. olamıyo yani. bi üslupsuz. etiler'de 1 aylık kursa mı giderler naparlar bilmiyorum ama cidden olmuyo. "elitim elitsin elit"sen eğer, ne bileyim, böyle görünmüyo o yahu. şık duruyo en azından. tamamen estetik gözlemler bunlar. ne bileyim, siyah saçı daan diye oksijenlememeyi öğrenmiş oluyolar filan. öyle detaylar yani. uzun tırnaklarını bordolamıyosun. topuklu ayakkabın varsa my little pony olmadan yürüyebiliyosun.

hatta yine derin gözlemlerimle fark ettim ki, böyle mekanlara süslenmiyosun bile. "ay hmm orası mı, benim için sıradan bi fırın/pastane/bakkal orası, eşofmanlarımla gidiyorum, sen bi de oraya makyaj mı yapıyosun, ben fermuarımı kapamaya bile üşeniyorum" züppeliği. hatta. olacaksan tam ol bari diye, dip not bunlar bebeğim. hatta yeni moda şu: müze içindeki cafeler. istanbuldan sırf siz "olabilin" diye bildiriyorum. artık öyle machhiato filan yetmiyo, yeni moda olan şey "daliye gittik tabii ki ilk güüüünnn, eveeeaaatt" filan demek. yani: elimizdeki X mebladaki parayı çul çaputa yatırdık, bizim elit ruhumuzun derin istekleri doymadı, adeta bir eropa aristokrasisi gibi, annem müzayedelerden antika toplar, ben modern sanat eserleri. "param bok, ne markalar aldım" yetmiyo bebeğim, "param bok, ne tatiller yaptım, budist oldum" filan lazım. burjuvalık yetmiyo, makbulü bohem-burjuva haller. yani çan eğrisi işte: "param az harcayamıyorum"- "para bok, harcamayı bilmiyorum"- "param bok ötesi, havalı harcamalar yapmayı, namıma nam katmayı öğreniyorum". ilk kuşak değil, son kuşak zengin olucan- ya da mış gibi yapıcan. "dün voleyi vurdu babam" diye bağırmiycan. daha az "oryantal, simli/payetli kıyafetler", daha çok "modern ve az bilinen tasarımcı t-shirtleri". daha az "bak benim logom var", daha çok "sınırlı üretim ekolojik beyaz gömlek". yani herkes de anlamiycak elitzadelerden olduğunu, sokağa değil, yiyosa, kendi sınıfgülllerine anons edicen. sokağa "araç"ın bağırıyo zaten.

yani işte, düşününüz ki "poşum var, çokkültürlülüğe açık, entel bir elitim ben, diyarbakırlı çocuk besliyorum evde" halleri bile muhitimize yeni düşüyo. çok rötarda başkent yani. ve olamıyo. acım büyük. limonatalar yetmiyo telafi etmeye.

deryik, ankara elitinin göbeenden bildirdi.

10 Ekim 2008 Cuma

burgu

AAAYY!

bu ara böyle bi şi yapıyomuşum ben evde. derin bi nefes alıp onu ay çığlığıyla bırakıyomuşum. nefes alamıyo gibi olduğumda yapıyorum galiba. bazen böyle bi yumruk, tomruk da olur, nefes boruma abanıyo sanki. söküp atıyorum. neyse hırvatlar ve onların afetlerinin yönetimi meselesi bir sonraki emre kadar hayatımdan çıktı, haftasonu geldi ve gelirken eceyi getirdi.

şimdi yemek. açım ama hala burdayım. sonra duş. sonra ekim ankarası.

şu an dünyanın en tüy gibi hafif şeylerini düşünmek istiyorum. çok hafif, beyin hücresi bile gerektirmeyen şeylerden olsun. olmuyo ama. ağır bi gündemim var benim. güzide şarkımızda dediği gibi:
istanbulu sevmezse gönüüül
aşkı ne anlaaaarrrrrr?

daha ne yani. bunun ötesinde bi şarkı yok. gerek yok zira.

şimdi şu an benim olmam gereken yer orası. çok acıyo kalbim bazen blog ya. yorucu bi şi beklemek ve beklerken boş durmamak için avcumu yalamak. akabinde ve detayında, "ilginize mil mersi, size elimizin tersi, ancak kapı önünde kaldırım taşı pozisyonunda iş verebiliyoruz" maili geldi yine. peh.

neyse dedim ya iş güç bitti. şimdi kendimi feci halde kaleme ve kağıda bırakıp, eski yöntem bi şiler yazmak istiyorum. sokakta olmak da istiyorum. içmek istiyorum. onu da yapıcam. tam istediğim gibi olmasa da, napalım.. bi hafta izin kendime. bu izin esnasında ankara fonunda olmamın tek sebebi yukarda bahsi geçen şarkının bi attachment olarak CV'ye iliştirilemiyo oluşudur. oysa ne güzel olurdu. hemen verirdi mesajı. ya da mesela düşünün, hep istediğiniz bi iş var, defalarca hayır demişler, yılmıyosunuz, son başvurunuz ve "kovaladıkça kaçan/ateşböceğim misin" ezgisiyle okuyolar cv'nizi. vuhu. esprili ve yaratıcı, tam ekip çalışmasında ortam şebeği, moral destek olucak ofis elemanıyım.

şimdi yemek ve duş ve sokak. gülü gülü blüg.

9 Ekim 2008 Perşembe

aklıma geldi de

1929'dan beri en ciddi ekonomik kriz yaşanırken iş arayanlar kaleye mum diksin. kalede istihdam yaratıcaz artık başka çare yok. mumcubaşı filan olurduk osmanlıda ne güzel. ibrikçibaşı varmış mesela, vezir yüzünü yıkasın diye ibrikten su döken adam. işi bu. bi de çubukçubaşı var, uzuuun sigara çubuğunu ağza yerleştiren adam. sofraya oturanların tepesinden kucaklarına peçete atan bile varmış. istihdam yaratmak budur işte kardeşim. bi köşkte 500 kişi. ülkenin sırtı yere gelmez valla.

neyse işte. kaptanın başvuru günlüğü: hala arıyoruz, bir meteor bile bulamadık.

onekimcuma

dün efendim, (bari) sanatsal faaliyetlerle sosyalleşmek amacıyla biricik blogırımız jelatinin fazladan aldığı opera biletine kondum. davet edildim, gittim. trafiğin içinde, derinlerinde ve kuytularında, jelatin hanımın şiir gibi küfrettiğini burdan bildiririm. yok ciddiyim. yani hiç öyle "aaa kıza bak yuh ne dedi" filan diil. eğlenceli. o sövsün ben dinlerim, o derece.

benim de co-pilotluk maceram hazin bi şekilde sonlandı. "şu aracı takip edelim o nereye gittiğini biliyo" diyerek karşı şeride geçmemize sebep oldum. sonra "TABİİ Kİ opera yukarda kaldı" gibi bi inada başlıyodum ki amcalar beni susturdular. yön duygum sıfır, iddiam sonsuzdur. neyse, jelatin ayrıca topuklu, topuklu dediysem ince hem de, ayakkabılarla bir tazı gibi koşuyo. opera önündeki kazılı yollar filan, bana mısın demedi. pıtır pıtır seke seke resmen. 4. Murat'a gittik efendim. müzikler şahaneydi de, replikler.. bilemoorum. serdAAAAArdır diye bi kelime yok. prozodi hatası demiyeyim, o kadar çok vardı ki adeta bir stil olarak kullanılmıştı. ya da türkçe kelimeler çok uzun olduğu içindir, "padişahımıza" mesela. 6 hece. böl böl söyle. en çok dilfigarı sevdim ben.

bugün bugün bugün...o kocaman dünya bankası dataları filan, hiçbirinin okunmadığını basit bir dört işlemle anladık. birbirine eşit olması gereken sayıdan biri diğerinin yaklaşık 7 katı ve bu haliyle tam 5 ayrı birbirinden saygın kaynakta kullanılıyo! Sabuş'un dediği gibi: sen hala şaşıracak şey buluyo musun? şaşırmıyorum da bu saçmalığı düzeltmek bana kalıyo. az zamanda çook ve büyük işler başarmaaaak mesele. ne sıkıcı şeylerden bahsediyorum allahım.

uyku vakti teletabiler. yarın çok yorulucam sonra istanbuldan minik gamzeli bi hanfendi gelicek. özledim kendisini.

29 ekim'de can dündar'ın mustafa belgeseli geliyo. merak ediyorum. antonio banderas'ı atatürk yapıcaktık hani? neyse, filmin adının mustafa olması bile bence güzel ve samimi.

6 Ekim 2008 Pazartesi

A

bakınız şekil 1-A: doğanın sürprizleriyle baş başayız, bir A harfi. ben gördüm tepenin birinde, ben kaptım, tez zamanda kolye yapıcam kendisini.

itiraf ediyorum patronumu seviyorum. çok bi dikkatsiz ve hatta beceriksiz ve hatta "this aint rocket science" cümlesini duyacak kadar tangır tungur yaptığım işler sonrasında deriiiin bi nefes alıp "erase and rewiiinnndd" eşliğinde baştan başladık bugün. düşündüm de yolda, ben sinir olurdum kendime eğer patronum olsaydım. yani onun kişiliğinde olsaydım. yoksa sinir olacak bi durum yok, vakit bol düzeltiriz. ama neyse işte, olmadı. tatil öncesi ve sırasında benden iş istemek bir hata ve sebeplerim hiç profesyonel değildi: "uğraşamayacak kadar mutluyum". neyse, hırvatçam ilerliyo, bugün hava durumu terimleri öğrendim. yani belki bir gün beni balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının kaynağında görebilirsiniz, evet neden olmasın. elektrikli semaver gördüm bi de bugün. kötüymüş.

tatil güzeldi blog. bacağımın arkası kırmızı kırmızı yandı, yüzdüm, yürüdüm vs. o derin vadide, deniz kıyısında veya kurumuş nehir yatağında yürürken, yarı baygın şelaleye yürürken filan.. çok mutluydum. mut böceği. şehir bile planladım yani. a bi de ters dönmüş bi çiçek vardı, pembe. böyle eğilmiş de saklamış kendisini. güzeldi. odada ispinoz vardı, kaçak. daha başka bir sürü şey vardı ama maddelemiycem şimdi. söylersem, duyulursa, erir gibi. sadece, tuvalet/duşun önünde duvar yoktu, doğaya karşı, çam ormanı seyrederek ne isterseniz yapıyodunuz. öyle yani. üstelik kimse sizi görmüyo. küçük mumlar filan. miço vardı miço, küçük siyah kıvırcık köpek. bohemcan ve bohemgüller vardı tabii, ama onları da seviyoruz kimi zaman blog. "o da can" gibi bi şi.
sonra istanbul. istanbula geliş her şekliyle, nerden olursa olsun çok güzel. gidişi de bi o kadar zor. aşti'deki taksi kuyruğu denetiminden sorumlu adamların hepsi birer bodyguard, hepsi birer strateji dahisi, kuyruğa kaynamaya çalışanların avcısı. ve taksiciler bi o kadar dalgın, bi o kadar canı burnunda, bi o kadar 7 dakikayla gece tarifesi açma cini.
istanbul modern'deki şu sergiye gidin, suyun bir arada tuttuğu. orda bi fotoğraf var, "virajlı patika". onu seyredin. zira bir haftadır hep aklıma giriyo, virajlı patikaları düşünüyorum; açanı, fotoğraflayanı, yürüyeni. öyle işte. bence o sergideki en iyi işlerden biriydi. ya da ben etkilenecek fotoğraf arıyorum. hah bi de fotoğrafçının adını söyleyin nolur, zira kesinlikle hatırlamıyorum. virajlı patika güzellemeleri var aklımda.
yorgunum, açım, köşeme çekiliyorum.
gezdim, geldim, mutluyum.
bu hafta eşek gibi çalışırken de mutlu olucam. niyeyse, şevkliyim.
light bir dönüş yazısı olsun bu. daha sonra başbakanımızın çar çur ettiği (ve diplomasında yazan) ekonomi ilmiyle ilgili beyanlarım olucak. "6 sıfır attık, enflasyon bitti" gibi. mesela. ve tabii diğerleri.
ama şu virajlı patika işini bi düşünün derim.
düz yolda bi patika niye/nasıl S çizer?
yaa yaa.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker