31 Mayıs 2009 Pazar

ale

sürekli uyuma hali, uykululuk hali. mevsim geçişi midir, haftaiçi zombisi oluşumdan mıdır bilmiyorum. her cuma gecesi energizer tavşanına yenilen çelimsiz tavşan gibiyim. inanılmaz bir şekilde uyanık kalmak isterken göz kapaklarıma çöken fillere yeniliyorum. aa bi bakmışım uyumuşum resmen, öyle de yumuşak geçiş.

yabancı bloglarda dolaşma işini abarttığımı anladığım an: zapping misali sıçramalarda halkanın tamamlanması ve başladığım noktaya dönmem. en alakasız yerden üstelik. işte orda durucan arkadaş.

blog demişken, fransızların blogları hemen belli oluyor. gerçi aklına estikçe macaron yiyen bi milletin tabii ki renkli ve güzel işler çıkarması icap eder.

sanki bissürü ponpon ve tüy de alırsam her şey tamam olucak. halbuki iğneler yarım kaldı. projebiriktiriciyim ben.

bu haftasonu sevdiceğimle ben, üstlerine düşen en ufak sorumluluğu bile yerine getirmedikleri halde olanca üslupsuzluklarıyla cazgırlaşan insanlardan ve hatta daha da fenası çiftlerden hiç hazzetmediğimize karar verdik. test edildi onaylandı. ay korkunç yahu. evcimen kardeşlerden bu yana kullanmadığım o terimi dolaptan çıkarıyorum: double trouble. ki evcimen kardeşler, lütfen yani, türlü çeşitli deliliklerine rağmen gayet hanfendi ve bilgililerdi. buradaysa durum farklı: bir değil iki tane, davalarına ve birbirlerine aşkla bağlılar, o aşkla iyice coşuyolar; ama dünyadan bi haberleri yok, arsızlar ve çirkin işte. fersah fersah kaçılası. komşuluk zor iş.

hadi size online bi dergi: antler.
bir cumartesi gecesi, bira menüsü hakikaten kendinize yapacağınız en büyük iyilik olabilir.

29 Mayıs 2009 Cuma

cumayı iyi bilirdik.

yüzmek istiyorum. bisiklette yokuş aşağı gitmek de olur. yüzümde su veya rüzgar olsun. bi şiler ayıltsın beni, yüzüme işlesin. yüz ama en çok. sanki bütün gün ofiste bakmaktan, mimiklerden, konuşmaktan, duymaktan, görülmekten yorgun düşüyo yüzüm.

sıkıntıdan radikalin haberlerine yorum bırakıyorum. okuyorum, fotoğrafa bakıyorum, sinir basıyo. bi gazetecinin travesti- transseksüel farkını bilmeden başlık atabilmesini ve hatta bunu başlıkta belirtme ihtiyacını ben tuhaf buluyorum; ama benim işim detaylarda boğulmak.

haberleri okumak içimi sıkıyo. yaşlı başlı adamları sinirden kalpten götürecekler. yaşar kemal'den böyle bahsetmem doğru diil belki; ama onun adı artık sıfat olmuş, yanına bi şi eklenmiyor. ve evet, o adam acılarla yaşlandı. sanatıyla; ama hem de acıyla. bir çoğu öyle. şu yaşında hala aynı konularda isyan dolu olması, kimin ayıbıdır düşünmek lazım. türkçenin en basit cümlesine gizli öznelerden geçtim, gizli düşler, gizli gerçekler katan bi adam o. sihirbaz gibi, büyücü gibi. tuhaf bi güç zaten bi şi anlatabilmek, kelimeleri kullanabilmek. kelimeleri seçiyosun, diziyosun, ne eksik ne fazla; sanki aynı dil değil konuştuğumuz, ona kullanma kılavuzu da bahşedilmiş. sihirli ve yaşlı bi adam, yıl 2009, sinir içinde aynı şeyleri sabırla anlatıyo. çok acı. "ne barışı be 30 yıldır savaş var"ı yine onun söylemesi gerekiyo işte. nefes nefese, biriktirdiği tüm yıllarla, yaşıyla başıyla. daralıyorum.

istanbulun fethini kutlamak. bi okuyucu yorumu çok şıktı: "hala sahip olduğuna inanamamanın absürd sonucu". hem insan utanır yahu. e fethettin tamam, rezil bi halde şu an şehir, ayıptır. bi de yaptın bari tam yap, nedir o hikaye; hani fatih inmiş beyaz atından yerine patriği bindirmiş, yanında yürüyerek girmiş şehre falan. enstanstane arıyosak tepesindeki şapkayı tutarak koşan yeniçerinin yerine olabilir.

bıkkın sıkkın bi haldeyim. haftasonları güzeldir, elinizde tutabildiğiniz sürece. şimdi gidip "duş başlığını deniz varsaymaca" oyunumu oyniycam izninizle. belki dipten kabuk çıkarırım.

yazmak istediklerim var, yazmayı düşündüklerim. rölantide her şey.

28 Mayıs 2009 Perşembe

boyboy

küçüklüğümden aklımda kalan karelerden biri de babamın tuhaf nesnelerle resim yapışıdır. mimar olan annemin çöp adam bile çizemeyişi yanında iktisatçı olan babamın resim yeteneğinin bariz bi şekilde ortalığa saçılıyo olması hep komik gelirdi bana. babam lisedeki o ilk sergisinden beri, kendini bi odaya kapatıp bazen günlerde resim yapar; ama asla ve asla kimseye göstermezdi. içine sinerse hediye ederdi ancak. çoğu zaman tek bir resmin onyüzlerce müsveddesi olur, babam aniden odama dalıp mesela "kare şeklinde lego parçası versene" der, o legoyla gider ve bikaç gün daha odada boyalarla boğuşurdu. lego parçasıysa her bir renkteki yağlı boyaya bulanmış, arada tinerlenmiş, zavallı bi halde, çok yorgun, masada unutulurdu. sulu boya, yağlı boya, pastel... hepsiyle bi şiler. en çok da kalın enseli politikacı karikatürleri, peçetelere filan. "sohbet sırasında göstermek üzere" çizdiği karadeniz haritasındaki detaylara dehşetle baktığımı hatırlıyorum. ressam olamadı belki, ya da olamazdı da; ama hala ona en doğal gelen şey resim.

böyle bir evde büyümenin de faydası şu oldu bana: resmin kıymetini bilmek. evet, sanat eğitimi almadım. resim de yapamıyorum; ama resim denen sanatın, en amatöre bile neler yaşattığını gördüm ben. hem iyi hem kötü. hala evde babamın eski çizimlerini (14 yaşındayken yaptığı john lennon portresi, anneme hediye) filan bulduğumda o kağıtlar benim en gizli hazinem olur. bu hazineleri gösterdiğim bir tek kişi var sadece, o derece giz.

resmi merak edebilmeyi evde öğrendim ben. resmin öğrenilmesi gerektiğini, bi zahmet tarihinin okunmasının gerektiğini, ressamların bi derdi olduğunu, tablo alacakken tek kriterin mobilya ve badana renklerine uygunluk olmasının absürdlüğünü... falan filan. birçok şeyin yanında, aileme müteşekkir olduğum çok bazal iki şey var: resmi merak edebilmeyi ve kitapları evin doğal, olması gereken bir parçası olarak görmeyi öğrettiler bana. farkında olmadan. kafama kakmadan. sinema öyle değil mesela, filmci bir ev değildi bizimki; ama resim ve kitaplar, hep oldular. resim konusunda kitaplar ise bu karışıma yakışır şekilde bolca mevcuttur.

neyse işte, burdan bi kayınçoma selam göndermediğim kaldı, kesiyorum artık.

babam, ilkokul resim ödevlerimde orta yerimden çatladığımda (kaç hoca "buzpateni festivali" ister pardon?) hemen "sayfayı şık bi şekilde doldurucak kolay şeyler" gösterirdi. benim resimle ilgim, ya da en ufak bir çizebilme becerim maksimum 13 yaşıma kadar benimle kaldı. ergenlik dönemimde de resmen beni terk etti. neyse işte, yıllar içinde ben defter kenarlarına, elime, burcunun eline (evet, el) filan bi şiler karaladım. ama resim denmez asla; hakikaten karalama. ve yani: karalamadan dinleyememe gibi bir araz. hatta lisede "kağıdı karalama! gözümün içine bakarak dinle!" gibi saçma bi sebeple beni azarlayan bi hoca bile olmuştu. üniversitede benden ders notları isteyip defterde sadece abidik gubidik karalamalar görenler "iyi de bütün ders kalem oynattın, bu mudur yani" diye suratıma çemkirdiler. hayır ortada sanat adına hiç bi şi de yok ki yani. hala sürüyo bu. toplantılar, telefon konuşmaları boyunca. birçok insanda var biliyorum, gizli sıkılganlar örgütü.

neyse iki satır için hayat hikayesi anlattım; ama ben kendime resim defteri ve 12lik sulu boya aldım. bir de ispirtolu kalemler. oynuyorum yine. soldaki şey de bkz. "ilk yaratı". hahaha. ispirtolu kalem, sulu boya ve nefesle yapılmıştır. boya damlatıp sonra o damlayı üfleye üfleye kağıtta ilerletecek kadar sıkıldım evde. ayrıca evet, "düzgün bir insan figürü ya da yüzü çizemediği için soyut çalışan ressam"ım ben.

5 Haziran için

televizyonda sadece belgesel izlediğinizi bildiğim için en sakin halimle haber veriyorum: yuva.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

fıs fıs hırs

sabah bile olmayan bir saatte, yaklaşık 03.45 sularında o aptal "hav-hav-hav....hav-hav-hav...hav-hav-hav" temposunda, bir köpekten beklenmeyecek kadar monoton, çirkin ve şaşmaz bi tavırla havlayan, ezana kadar susmayan ve ezandan sonra da devam eden sarımtrak köpek.

o kör vakitte cama çıkmış, sokağın kuytularında seni ararken bi de alay eder gibi arabanın arkasına saklanmış beni seyrediyodun. başına geleceklerin korkusundan saklanmayı öğrenmişsin, aferin. hayır, diğer komşuların aksine her gün aynı yer ve saatte (camımın önü, 03.45) buluşmamız sebebiyle sana sert cisimler fırlatmiyciim. genelde uykum derindir çünkü ve henüz o kadar gaddarlaşmadım. bu manyak güne senin yüzünden sadece 3,5 saatlik uykuyla başlamış olmamın cezası belli. rüyamsı kıvranmalarımda kulak tıkacı görmüş biriyim ben artık. sistemi bozdun. duymuyodum, görmüyodum iyiydi. farkedildin artık. bi de utanmadan sabah 7 buçukta karşıma geçmiş kuyruk sallıyodun. yeniyetmeliğine bile veremedim.

istediğin kadar saklan, 4. kattayım. güçlü bir su tabancasıyla etrafına daireler çizicem, mesajı alırsan susarsın, yoksa ihtar çekebilirim. dansettiricem seni bak gör. pavlovdan neyim eksik? su tabancası alıcam işte, o lazım bi tek.

son çare, ev arkadaşım bana da kulak tıkacı alıcak, napalım.

26 Mayıs 2009 Salı

AAYYGH.

eveeet. geleneksel "yokuş aşağı yuvarlanırcasına koşarak AAAAAAAAAAA diye bağırma isteği" geldi, yine beni buldu, çöreklendi. bu sebeple, aaaaygghh efendim. aagh yani. bugün, üstümden ofis tırı geçti. nazar etme nolur, çalış senin de olur.

bugün ben aynı anda o kadar çok iş yaptım ki bi ara işler birbirini yapıyodu. o seviyeye ulaştım ben. laissez faire demişler, bıraktım yaptılar valla. niyeyse 20 kişilik toplantı salonu hazırlığı, niyeyse basın bülteni metni, veriler veriler, raporlama, bakanlıklarca tablolar... cidden daraldım. böyle saçma sapan bi joker eleman halim var, herkesin elinde de var joker kahretsin yani. beni seçiyolar pikaçu, sana sıra hayatta gelmez.

aslında bu saatte çoktan uykumda olmalıyım ben; zira sabah saat 7.30 itibariyle ofiste olucam, hatta ofisi ben açıcam. kargalarla toplantımız var. hoş, bi yandan da yani, ben bugün işe kotla gittim. e ama nedir: sonra çıkışta kendime aldığım şey etek-ceket döpiyes. ho ho ho. daraldım, ilk bulduğumu aldım. gayet de mis. hala annesinin kıyafetlerini giymiş ergen gibi duruyorum ve hala "ay pardon da yani sizin yaş kaç" sorusunu duyuyorum. 15 beyfendi. dahiyim, onun için karşınızdayım, üstüme gelmeyin beynimi püskürtürüm. aygh neyse. işinden, ofisinden şikayet etmeyen, iş çıkışı hiç söylenmeden "dışardaki" hayatına devam edebilen ermişlerden olucam ilerde. şimdilik dırdırgül. yerseniz.



insan arada gece vakti dışarı çıkmalı sessizce. bütün duyularınız yaseminleri hissedebilir, bence kaçırmayın. istanbulda çiçek takvimi: hanımeli ve yaseminler aramızdalar. meali: Sabuş'un en sevdiği kokudur yasemin. yer gök Sabuş kokuyo ve ben çok özledim onu.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

içiniz açılsın

şöyle bir icat yapılmış olması, bu kadar basit ve pratik olması (hisseli harikalar kumpanyası için de bunun türk bi öğrenci tarafından yapılmış olması) bence harika bir şey. tanesi 25-50 dolar. daha ne yani, di mi? şunu yapmış bir insan, beynini bu iş yormuş, gecelerini gündüzüne katmış bir insan, ne kadar huzurlu uyur geceleri... bana saf mutluluk verir gibi geliyor. bana iyi geldi okuması, yazıveriim dedim.

24 Mayıs 2009 Pazar

yaa yaa

çengelköy- istinye vapuru ya da bilinen adıyla dilenci vapuru muhteşem bi şi. bunu zaten biliyoduk ama bi anda önünüzde belirince binmeden edemiyosunuz, ya da biz edemedik. istanbul denen şehir size 1.30 liraya muhteşem bir mutluluk sunuyo. 1.30 liraya bugün sakız alamazsın şeker. bir kez daha, bıkmadan usanmadan şehirden şikayet eden kıymet bilmezlere karşı elimde koz var efendim. ve yine aynı koz: vapur. rica edicem yani, içindeyken yaşadığım anlık aydınlanmayla fark ettiğim üzere, bu şehir ne kadar koşarsa koşsun isterseniz resmen zamanı durdurup bir ömürlük soluklanma imkanı da sunuyor. yani siz koşmak zorunda diilsiniz. belirtilen duraklarda belirtilen saatte olursanız gerisini istanbul hallediyo.

çaprazlayan vapur diye bi şi bulmuşken bunamak olmaz.
bence cümleten susup itaat edelim yoksa istanbul çarpar. yes.
hem midye tava diye bi nimet daha var ama o ayrı hikaye.

22 Mayıs 2009 Cuma

lemmings



küçükken, hem ben hem de bilgisayarlar, en sevdiğim oyun lemmings'di sanırım. tabii ki eski şarkıların cover'ı çıkarken bu güzelim sade, bol pikselli yeşil kafaları da grafikerler yeniden yorumladı ve ben bu fikri hiç sevmedim. ama işte hatırlayıp duruyodum arada. neyse yani, bilenlerin aşkı depreşsin diye, özleyenler için: buyrun burdan.

21 Mayıs 2009 Perşembe

geri geliciim demiştim.

fikir çalıntısı için kaynak:

1. bi kutu büyük boy, iki kutu da küçük boy çengelli iğne: 8 TL



2. peros'tan dandik lacivert bluz, bkz model hanım kızımız, ama benimkinin omuz kısmı daha ince. aslında evet askının ince olması mühim şey: 5 TL (iğneler daha pahalı, tikkat)



3. hatice ve netice on progress (saçlar biraz cadı, boşverin bence):



daha bitmedi. bu gecelik sabrım bitti, o kadar. süper olcek süpeeer. laylaylom.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

dodo ve afro.






evet biliyorum beni hiç böyle görmediniz ama oluyo arada böyle şeyler.
bilinmeyen gerçekler: his dünyası yoğun biriyim. süplis.

kastet

hepimiz çok oricınıl, şiirsel birer kelime üstadıyız ama bazılarımız daha pratik.

tarihte bugün

bi deja vu oldu, ben yine Avrupa Birliği'nden atık yönetimi direktifleri vs okuma, anlama, özetleme hallerime döndüm bi süreliğine. güzel oldu, özlemişim. direktife direktif, ona buna amendment. böyle bi işler.

online alışveriş konusunda kendim için bir ilke imza attım. eğer amerikadaki dünya tatlısı bi kız çocuğu tarafından gönderilecek olan ürün elime ulaşırsa, orda burda gümrükçüler lanet kapanlar kurmazsa filan, bu ilkin devamı gelebilir... ki bu ürkütücü. olsun.

minik atölyem atıl halde beni bekliyo. fikirlerlerler dolusuyum oysa. bi de kendime printır almak istiyorum ben, olmayan birikimlerimle. olmayan birikimlerim, fikirlerler. suluboya mı alsam napsam. öyle bi hallerdeyim işte. pıtır kıpır.

mermaid hanfendinin bahsettiği nar çiçeği çayı üzerine yoğunlaşıcam. gittim aldım, azmettim. gereken işlemlerden geçirip içicem. fena da kokmuyo meret. resmen okuyup imrendim.

böyleyken böyle blog.
bi süredir eksik kalan felaket haberlerimi ihmal ettim sanmayın, buyrun:

şubat ayında gençler arasında işsizlik %29. başka yerde olsa toplumsal patlamadan korkabilirdik ama biz anca sıkıntıdan patlarız gibi görünüyo.


"Öldürüleceğini düşündüğü için yetkililere sığınan Y.A.'nın kocasına teslim edilmesiyle ilgili olarak NTV'ye açıklama yapan Ağrı Valisi Mehmet Çetin ise idari soruşturmaya gerek olmadığını söyledi." kadının orda olduğunu kocası nasıl ve hakla biliyor, belki bu konuyla ilgili sorular valinin ilgisini çeker. ya da kapatılan kadın sığınmaevleri şerefine bir kuple de kendisi söyler en nihavendinden.


bu kadar.
çok bulutlu şeyler gelmiyo içimden. daha ziyade meyve kokteyli kafasındayım, üzgünüm.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

salyangoz

yani sümüklüböcek. blog dediğin iz bırakan bir sümüklüböcektir. ben küçükken o izleri simli sanırdım. büyüdüm, hala öyle kalmış aklımda.

la hanım arada kelimelerin tanımlarını yazıyo postlarında. bildiklerini yeniden bilmek, hatırlamak vs amacıyla sanki. ya da benim o işime yarıyo ve o yüzden benimki o amaçla olucak. iki kişi aynı kelimede anlaşamıyoken sözlük diye bi şi olması bence çok komik.

nefret etmek:
1.birine veya bir şeye karşı nefret duygusuyla dolu olmak:
"Şu dakikada senden nefret ediyorum, senden böyle hareket beklemezdim."- P. Safa.
2.tiksinti duymak:
"Küstahlık edip kendisini aşağıladığı için ondan nefret edeceği yerde, onu seviyordu."- İ. O. Anar

nefret: isim, arapça
1.Bir kimsenin kötülüğünü, mutsuzluğunu istemeye yönelik duygu
2. Tiksinme, tiksinti:
"Şimdi bu satırlarımı hiddetle, nefretle, iç bulantısı ile yazıyorum."- A. Gündüz


yanlış anlaşılma olmasın yani: nefret sevmemek değildir.
nefret, tiksinmektir.

cümleten iyi sabahlar.

haftaiçi

benim sokağımda çocuklar top oynuyo (kızlar voleybol, erkekler futbol tabii ki), pencereler balkonlar sardunyalı. ben yürürken havaya bakıyorum, aklım saksılara gidiyo, yola bakıyorum şut ve gol. iş dönüşü hep aynı çocuklar aynı noktada "abla geçiyo" konulu muhabbete giriyolar: abla geçiyo vurma, olur mu lan abla geçiyodu sayılmaz o gol, ne biçim kalecisin lan abla geçince görcen sen vs vs. ablageçiyoyum ben yani. kızlar voleybol konusunda sakin, her türlü servis serbest. iki grubun da ortak noktası yokuşlar topu yutmasın, yeter. bir de pencerede bir kız var, zemin katta oturuyo. tam onun camının önünde oynuyolar zaten. cam açık, o da camın önünde, sürekli öne geriye sallanıyo, kimbilir aklından neler geçiyo. göz göze geliyoruz hep, o beni görmüyo galiba ama ben gülümsüyorum. bazen voleybol topu temposunda sallanıyo, bazen yokuşa top kaptıran şişko sümüklünün koşuşu temposunda. dışarı çıkmak istiyo mu yoksa orda güvende ve mutlu mu hiç bilmiyorum. nasıl düşündüğünü asla anlayamayacağım bir çocuk için onun yerine üzülmeyi ukalaca buluyorum bazen: belki de mutludur. ama gözü genelde topta. top gidip geliyo, o da öne arkaya. kırmızı iki tokası var, tokalarında çiçekler var, yanında da bi saksı sardunya zaten. çocuklar sanki o da oynuyomuş gibi hissetsin diye hep onun camının önündeler, o da oynuyo içinden. ya da öyle olsunmuş, ben öyle istiyorum. sonra artık yolun sonu, yokuşun dibi. derken merdivenler. alt kat komşumuz komün ve tonlarca ayakkabı çifti. sinirden illa ki bir iki tanesine tekme. akşam güneşiymiş, yemek yaparken morla kırmızının dibini sıyırıyorum.

mutluyum be blog. kendine ait bir eve sahip olmanın güzellemesini en iyi pbbc yaptı, hep hep katıldığım... komşuculuklarımı çok sevsem de "ablageçiyo" olmak yüzümü güldürüyo her seferinde. aplageçyo hatta.

ku



küçük kuşları seviyosam sebebi kendinden belli.

17 Mayıs 2009 Pazar

kaf-tasonu

cumartesi günü bu yılki "sandaletin ilk günü"ydü. her sene sandaletimin ilk gününde lüzumsuz derecede çok yürürüm ve kendisi muhteşem ortopedik tabanı sebebiyle ayağımı şişirir, ayak parmaklarımın altında misket misket bi his olur, sonraki günlerde alışırım. her sene. aldığım ilk günden beri bu böyle.

bu seneki sandaletin ilk günü güzergahım şöyleydi: hisarüstü-eminönü üstünden mahmutpaşa, ve hatta mercan hanın ilerisindeki tığcılar- hisarüstü- boyacıköy-hisarüstü. bi de akabinde sandaletsiz bi taksim. ne zorum vardı bilmiyorum. gün çok uzun ve güzeldi gerçi. gecesi de mis gibi geçti. eminönüne gitmeyi seviyorum ve bi önceki postta ciddiydim. böyle konularda ciddiysem güzergah mahmutpaşa'dır ve son ana kadar her şey belirsizdir, sadece bi inat uğruna taban teperim.

beşiktaş belediyesi sayesinde kilit olmuş trafiği aşıp eminönüne gitmem 1 saat sürdü. esnafa yol sormalarım genelde 1 kelime 1 işlem/ sessiz sinema/ tabu kıvamıydı. bir şeyler aradım, tuhaf bi şekilde anladılar ve anlattılar. kaf dağını buldum ben ararken yemin ederim. şu dağın ardı mercan. yok yok öbür dağın ardı tığcılar. biraz daha ardı kapalıçarşı filandı zaten, durdum. bu saçma sapan ürünü aradığım (ürün ne mi? bu gizemi sona saklıyorum ki okuyun hahaha) dükkanlar her şeyin en az yüzlük veya binlik paketlerde satıldığı toptancılardı. kurdela: ama en az 23 metre. perakende arayışlar. sıcaktan mayışıp okey oynamayı bile kesmiş esnaf kendini "saftirik şeerli kızın mahmutpaşa maceraları ve ona sihirli haritayı veren kurtarıcı esnaf" masalına kaptırmış vaziyette bana koordinatlarlarlarca yol tarif etti. sanki ferhat beni bekliyo, ben modern şirin olarak kaf dağında el sanatları yapıcam, maksat başlığa kelime oyunu olsun. aman neyse. birçoğu beni tuhaf bir tekstil fakültesinde manyak bi hocanın öğrencisi sandı, "senin gibi 2-3 tane daha geldi, ödev mi ne yapıcağmışsınız" dedi. hı dedim. işim yok, evet.

mahmutpaşa zaten bi tuhaf. düğün mevsimi açılmış. onlarca damat adayı ve onların kaynana adayı ve tabii ki gelin, "kına sepeti", "küstüm yastığı" gibi ürün avındaydı. sünnet düğünü de aynen. bir sürü olaydan habersiz genç dimağ, annelerinin eline sıkıştırılan "her şey dahil sünnetçi" kartvizitine manasızca bakıyodu. yemin ederim cadde şöyle: kına eşyaları satan dükkan- yanında sünnet kıyafetleri satan dükkan- yanında hızar, deri keskisi ve bıçak satan dükkan- yanında komando postalı, asker içliği ve ruhsatlı silah vs satan dükkan- yanında hacı ürünleri dükkanı- yanında tığcı- yanında lokumcu. resmen bir ömürlük bütün ihtiyaçlar kompakt vaziyette orda dizili. her şeyin ama her şeyin fotoğrafını çeken ve bu esnada yüzlerinde "ay ne kadar doğulu! ne kadar naif ve kirlenmemiş bir esnaf! ne kadar da egzotik bi ticaret! ah burnu sümüklü çocuk, ne kadar da doğalsın!" ifadesiyle mağrur; ama şefkatli bi şekilde gülümseyen turistleri saymıyorum. onlar mı tepeden bakıyo ben mi baştan gıcığım bilmiyorum.

bu karmaşanın içinde dünyanın en fantastik şeyini gördüm: sünnet olmuş pamuk prenses.
kalabalıkta fotoğrafını çekemedim ama, tekli viagra satan amcayla yaprak sarma aleti satan amcanın önündeki simitçiden simit aldı. başıma güneş geçmedi, hayır. pamuk prenses kıyafetiyle sünnet ürünleri mağazası reklamı yapsın diye tutulan hanım kızımız, başına sünnet tacı takmış, maaşallahı boynuna geçirmiş, eline de sünnet değneği mi ne denirse artık, ondan almış, ortalarda salınıyo ve kartvizit dağıtıyo. yaklaşık 5-6 kez karşılaştık, biri uyarmış heralde, en son gördüğümde o kadar süslü diildi.

neyse, pes edip aradığım ürünün sanayi tipi, dökme çelik versiyonunu almam için yapılan telkinlere yenilmek üzereyken "hobi amacıyla" olan versiyonunu buldum bi dükkanda. dükkan ışıdı yemin ederim. aletin nasıl çalıştığını benimle dalga geçer havada göstermeye çalışan beyfendi anca 3. alette becerebildi çalıştırmayı, diğerleri arızalıydı. neyse, çok kızamadım, en azından işimi hallettiler. toptancıydı tabii bana perakende jest yaptılar; çünkü çok acıdılar hep. ayaküstü taze portakal suyu içerken greyfurtun portakaldan daha hızlı soğuduğuna dair bi iddia duydum, bilemiyorum. sonra niyeyse bi ara yastık baktım, üstünde minicik pullardan 1 metrelik fil işlemesi olan kumaş bi pano gördüm ve kadına "dümdüz, küçük ve kahverengi yastık var mı" demeye utanıp çıktım.

sonra bu arayış ve alışveriş sonrasında raylı sistemi kullanmaya yeminli şekilde daireler çizerek eve gittim, evim serin, odam serin, o yol boyu sıcağı unuttum. otobüsler bu arada, buz gibi. neyse, sonra misafir ol gel bana, boyacıköy tarafı, deniz kenarı, biri bira biri çay. püfür, mis. sonra yemek, sonra koşa koşa garajistanbul, idans. fizik bilgileri tazelendi, zaman kim, mekan kim, uzay kim, fosforlu buz küpleri nasıl erir üzerine bi beslenme çantası. algılar, yanlış kurulan algılar, "bana zamanı yanlış anlattılar" uyanışı ve bira. asmalımescite kat çıkılıcak yakında. bira bira. yani: eurovision coşkusu sırasında biralanıyodum.

iki yorgun, bi metro, en güzel uyku. sonra sabah, mayış mayış, pazar sıcağı. burcukla teğetleşememeler, kendisi ağva yolları taştan. sonra sıcaklardan kaçış: moda. vapurlar artık hangar gibi olmuş, seç beğen kurul. moda hep püfür, hep serin. yelkenliler seçmece, yelkenlerce. bahariye ve kadıköy sözü, planlar hep: adalar modalar üstüne. ben ne zaman üstünde UND yazan şilep görsem çocukluk anılarım hatrına bir dakikalık saygı duruşuna geçerim. martılarla beraber konteynerlere bakarız. sonra: yemek-sızış-ev: gün bitti işte blog.


çarşaf sericem demiştim, pike serdim. olsun. aradığım da kırmızı olan aletti, adı yok. ta taa: atölye. velakin eksik parçalar yüzünden işlemiyo henüz. ankaradan gelemeyen kutuları bekliyorum. benden oyuncaklı yaratıcılıklar beklemeyin, ben tembellerin daha yaratıcı olduğuna veya yaratıcılığın tembellikle ilgili olduğuna inanan tayfadanım. eksik parçaları ankaradan getirtmeye üşenirsem belki bi şiler çıkar.
amma konuştum yahu. beynimde sürekli foux du fafa çalıyo; flight of the conchords. fransızca 101 alanlar marşı. burcu ve azer için çalsın o yüzden....baguette!

15 Mayıs 2009 Cuma

yastıkrastıktıkıtık

ben delice odamı temizledim dün. hafifliyo insan. eski çarşaflar, tozlar, her şey gitti veya yenilendi. mis mis. gece 12'ye kadar.
sonra işte bu çalışmanın hummalı tarafı bittikten sonra, masamı fark ettim.

o masa, bildiğiniz üzere çalışma masası diil. çalışılacak bi şi yok çünkü (lay lay lom). bari üretilsin bi şiler. ertelenmiş projeler için altyapı alışverişi gerçekleşsin. ben olmayan el becerilerimle yoruliym filan falan. oda büyük ve boş. yere çarşaf sersen serilir. madem öyle, serilsin. denemeler ve becerememeler filan olsun azıcık. ay başı gelsin kendime ufak bi dikiş makinesi alıcam, elde dikiş vs için. ay ben az önce "ay başı gelsin" dedim. resmen içimdeki maaşlı elemanı duydunuz ve hatta örenbayan'ı.

neyse işte, güneş var, vakit de var.

dışarda, havada, tam 30 derecelik bir buhar bulutu asılı.

ilk projem kendime yastık. geri geliciim blog, geliciim.

14 Mayıs 2009 Perşembe

havalar da ısınıyo.

“Eşcinsellik geliştikçe insanların kitlesel olarak öldürülmeleri hızlanıyor. Eşcinsellikle sivillerin savaşta katledilmesi arasında bir orantı var. Meşru yollardan savaşı göze alamadığı zaman kitlesel olarak öldürüyorlar. Şu anda Irak ve Afganistan’da kitleler halinde sivil halkı öldürenlerin çok önemli bir kısmının eşcinsel olduğunu söylüyorlar. Bundan da özel bir zevk alıyorlar. Bu derin ruhsal travmalarla da ilgili bir konudur”

diyor bir adam. hadi başlayalım nerden tutalım...

"eşcinsellik geliştikçe": yani eşcinsellik bir nevi teknolojidir. gelişir ve hatta paylaşılır ve yaygınlaşır. nasıl, onu bilmiyoruz. ben mesela bu konuda uzmanlaşıp sensei eşcinsel olabilir miyim, yoksa bu toplumsal bi şi midir?

"eşcinsellikle sivillerin savaşta katledilmesi arasında bir orantı var": nerden tutayım bilemedim. "brezilyada fındık fiyatları arttıkça seda sayanın saçları uzuyormuş" gibi bi şi. tamam ciddi oluyorum: bir önceki cümlede eşcinsellik gelişmişti. hani onu referans alırsak, siviller arasında da gelişti. demek ki ya kendi kendini imha eden bi grup aptaldan bahsediyoruz ya da aramızdan birinin başına güneş geçmiş.

"Meşru yollardan savaşı göze alamadığı zaman kitlesel olarak öldürüyorlar": bu arada, meşru yollardan savaşırsak kitlesel olarak öldürme diilmiş o. teke tek savaş. öyle toplu ölüm yok, adı sanı kontrol edilip "kahrol düşman al sana bomba" diyoruz. yani organizasyon yapısına bak: gelişiyolar, silahlanıyolar, ulus-devlet maskesi takıp kitlesel imhaya girişiyolar. baya bi adanmışlık. eskiden yahudilere söylenirdi böyle şeyler. belki onların hepsi eşcinseldir.

"Şu anda Irak ve Afganistan’da kitleler halinde sivil halkı öldürenlerin çok önemli bir kısmının eşcinsel olduğunu söylüyorlar": ah en sevdiğim cümle şekli, gizli özne. kim söylüyor? isviçreli bilimadamları heralde. kim nerde ne zaman söylemiş, hani kaynak? "hop hop katil, top katil" demediği kalmış, adama bak.


"Bundan da özel bir zevk alıyorlar.": bunu birinci ağızdan öğrenmişiz galiba. gerçi gelişip, silahlanıp, kendi gibileri de öldürmeyi göze alarak ulus-devleti bu katliam amacına alet edenler heralde zevk alıyodur. ya da: birimizin başına güneş geçmiş.


"Bu derin ruhsal travmalarla da ilgili bir konudur": hmmm... hayır yani bi de derin ruhsal travma nedir biliyor. bilmiyo olsa bilgilendiricektim ama... terzi-sökük-çamur-iz dörtgeni.

"Mazbut paradigmadan dünyaya bakan insan, cinsel tercihte bulunan insanı eleştirme hakkına sahip.": ha keza demek ki ben ve mazbut paradigmam, heteroseksüelleri de eleştirebilir ve hatta biseksüel olmayan herkesi adam kayırmakla filan suçlayabilirim. bayılıyorum "cinsel tercihte bulunmak= eşcinsel olmak" kafasına. kadın demeyip bayan demek gibi. eşcinsel demiyo, "cinsel tercihte bulunmuş" diyo. kendince kibar; çünkü kendince ayıp. inceltiyo. inceldiği yerden kopsun beyfendi, bırakın.

"Cinsel tercihte bulunan insan bu tercihini evrensel doğru olarak empoze edemez": bence de. hahaha. yani bazen insan ne dediğini duyar. ya da başına güneş geçmiş. heteroseksüeller empoze edebilir ama çünkü onlar cinsel tercihte bulunmuyo; onlar doğru. beyaz peynirle reçel yemek, kızıl saçlılara pembeyi yakıştırmamak, eşcinsellik filan: empoze etmeyin kardeşim tercihlerinizi.

evveeet yine ne olduğu kendinden belli bir metnin analizinin sonuna geldik.

bu arada, bu ülkede ensest giderek artıyor, taciz davaları yığılıyor. tacize uğrayanların %70'i de küçük erkek çocukları. yüzdeyetmiş. buyrun. pedofilinin erkek çocuklarına yönelmesi çok yeni bir şey değil. böyle bir şey mevcut ama bakınız. görmek isteyene, bilmek isteyene, canlı yayına çıkıp hindi gibi kabarmaktan başka bir şeyler yapmaya çalışanlara.

bir de bu orana bakıp bakıp "ya ya işte o pedofiller bizim oğlanı yumuşattı, eşcinseller katliamcı, pedofiller de yardım ve yataklık yapıyo" demeyenlere tabii.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

işte bunu seviyorum

bazen ne kadar ikiyüzlüyüz, bazen de iç dış bir, ne mal olduğumuz ortada.
bazen de bunlar aynı anda oluyor.



bu da isim takıntıları konulu güzelleme.

12 Mayıs 2009 Salı

giz

ben iletişim, basın-yayın filan okumadım. okumak ister miydim onu bile bilmiyorum. bi ara aklımdan geçmişti, sonrası karşınızda.

şu habere takıldım. yorum da yazdım, belki yayınlarlar. belki çok uzundur, bilemem. neyse.

haberi bi okuyun önce. okurken de ne yanlış bir düşünün. ben mi okuduğumu anlamıyorum, bi zahmet akıl verin.

yahu kadın sistemli, tehditle sindirmeli tecavüzden bahsediyor. ara başlıkta da var. buna ne zamandır gizli ilişki diyoruz? ben mi genç aşıklar resmini kaçırdım? mahkeme nasıl bir mahkeme ki önce tecavüz ifadesini kabul edip sonra bunu "toplumun hoş görmediği davranış" sayıyo? kadının hale bakın: tecavüze uğradığını söylüyo, el cevap: topluma ayıp oldu. vurulup ölmek bilmedin ya hadi yine iyisin. yok ya!

hadi mahkeme yaptı, gazeteciyi noluyo? ben mi anlamıyorum? en ufak taciz imasında bile isimler kısaltmayla yazılırken kadının mahkeme kayıtlarına girmiş ifadesine rağmen adı açık şekilde yazılmış. ölümlerden dönmüş, tecavüz çekmiş bir kadın. adı var, köyü var, sülalesinin adları var, fotoğraf var, her şey var, bi açık adresi eksik. haberde 6 kere yasak ilişki, gizli buluşma vs denmiş. sanki romeo juliet. özgür cebe niye tecavüz fantezisi olan gazeteci imajı çiziyo? editör ne iş yapar? bu gazetede son zamanlarda kadınlarla ilgili haberlerde niye bu dil hep var? kurbana hayat dar olsun diye bu çaba niye? radikalin hürriyetleşmemesini beklemek çok mu fazla?


ceza indirimi filan evet bi de. o kısma dikkatimi veremedim.

gizli ilişki! hahaha. sinirim bozuldu. gizlilik var, ilişki var, demek ki gizli ilişki. hot dog bile hot ve dog değil yahu. çağrışımım bile sinir bozukluğundan.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

grrr

toplamda 3-5 kelimelik bir cevap yerine "beni bi 2 saat bekle" lafıyla susturulan ve booş boooş beklemekte olan, ertesi sabah 07.00 itibariyle ortaköy-kavacık- beşiktaş hattında yol yapıp 4 saat toplantıya girecek olan çalışanlar...

kaç kişiyiz bilmiyorum ama bence toplu isyan için yol yakınken birleşelim.

10 Mayıs 2009 Pazar

odadadadada

anneler günü demek, annemin il sınırları içindeki en yakın akrabasını ziyaret demek. annenin yarısı teyze, teyzenin yarısı anne kuzeni. ikinci dereceden anne. ve hatta onun annesi. modada bi balkonda bir sürü çay, yalancı kazandibi eşliğinde turgutreis belediyesi ve hüsnüyusuflar konulu bikaç saat insana çok iyi geliyo be blog. o balkon zaten her daim begonyalı, içine çınar ağacı uzanan, güneşi ve rüzgarı ayarında, en güzel balkondur.

neyse, sevgili odacığımdan kesitler. görmemişin odası olmuş çünkü. hafif dağınık olduğu için ve ben biraz gereksiz bulduğum için odanın tamamı, 360 derece hali filan yok. kesitler ve seçmece karpuzlar var.



öncelikle 1) bakınız beklenen cam şişeler geldi. dünya karması gibi duruyolar burda. henüz hepsine uygun yer olmadığı için bari masanın üstünde, gözümün önünde olsunlar dedim, ondan. lamba ikea'dan, buzlu camlı, dallı budaklı. süs görevi görsün diye biraz, o da görevini ihmal etmiyo. uslu çocuk olursanız fotoyu çeken deryiki görebilirsiniz ama çok da gerek yok. mor-kırmızı ikilisi 2 yıldır benimle. cam göbeği olan ankara kalesindeki baykuşçu'dan.
sonra efendim 2) ıvır zıvır ve bilinçsizce başlayan baykuş koleksiyonu. galiba biriktiriyorum, evet. tam kadro: baykuşlar ve baykuş olmak isteyen kedi. hehe bu dörtlüyü böyle seviyorum ben. ölçü olsun diye şu tealight'ı da kadraja aldım zira o mavi olan baykuş serçe parmağımın bir boğumu kadar, minik ve güzel bi şi. arkadaki vazo da öyle. barbi evi sendromumdan bahsetmiştim. en büyükleri de sevgili baykuşu, tee sevilla'dan. işte sonra yine kahverengi seramik bi vazo, hepsi gibi içi boş. rengi güzel ama. kurabiye kokulu mum bi de. sol köşede de nihayet biten brecht- üçkuruşluk roman. okumayan üzülür.



3) şifoniyer üstü. kuru incir ve bilimum kuru egzotik meyve, defne kalıntısı atıştırmalıklar. sevgili aynası, yansıyan şey de perdem (sanat kaygımı takdir edin). o tavus kuşu da aslında sürmeymiş. boyun kısmından açılıyo. gerçi ucunda resmen metal çivi var ama işte sürme çekiliyomuş onunla... annemle ortaköy avı.

çok özel sanarak zevkle aldığım; ama sonradan defnenin zebille gördüğü orient express afişi. onun yanındaki kumaş yığını ise (aslında yerde duran) taşoda kalıntıları: içine bir büyük bir de orta boy bodrum peştemalı ile bir şişe şeftali şarabı atılmış muhteşem çanta. tatil çantası, zürafalı filan. plaj güzeli. şarap atta gittiği için fotoda yok, üzgünüm.
en güzelini en sona sakladım..


gülin hanım sayesinde küçük kuşlu rüyalar görüyorum artık. ışık yumuşak, kuş uçuyo, rüyalar da öyle. duvar isterse post-it sarısı kalabilir.
bunun dışında mini bi ayin yaptığım için etraf vanilyalı- kurabiyeli tealight dolu. şarj aletleri yığınım masada. su şişeleri, katlanmış poşetler, uykusuz, şal filan. kız odası dağınıklıklarımı belgeleyecek değilim, bu bile fazla.

8 Mayıs 2009 Cuma

elmalar armutlar

şimdi kültür bakanının beyanlamalarını okuyodum. 80leri anmış, şöyle demiş:

"Bu ülkede insanlar ne kadar akılsız olmalı ki bunca darbe yaşandıktan sonra ve biraz önce sevgili Rojin söyledi; bir darbeci generale dünyanın başka ülkesinde katil muamelesi yapılırken, ülkemizde ressam-sanatçı muamelesi yapıldığını yaşadık biz. Başka ülkelerde yargıdan kurtulmak için bunak rolünü yaptılar, bizim ülkemizde hala alkışlanabiliyorlar. Bununla Türkiye kendi içinde, yüreğinde mutlaka hesaplaşmalıdır."

yemin ederim bi an için "vay beah" dedim. biri söylemiş yahu, bi bakan. tamam evet onlar da kabul etti. ama söylemiş işte. bu da bi şi hüstın diycektim. bu da 1 şey.

derken alkışlayacak ellerim havada kaldı:

"Nice yalanlar gördük. Ben bir yıl hatırlıyorum, Zeki Müren Türkiye'nin en büyük erkek sanatçısı, Bülent Ersoy en büyük kadın sanatçısı seçilmişti, böyle bir absürt, dramatik, toplumun aklının karıştırılmaya çalışıldığı dönemlerden geçtik"


bu ne ya? yani illa mı aşılmaz bi duvar, atlanmaz bir hendek bu konu?
toplumun aklının karıştırılmaya çalışıldığı konuya bakar mısınız!
darbeciler ve tabii ki zeki müren, en tabii ki bülent ersoy!
toplum çünkü 4-5 yaşındaki çocuklardan oluşuyo, saçını kesince erkek olacağını sanan küçük kız çocukları filanız hepimiz. bilmiyoruz anlamıyoruz, birileri en bi şi sanatçı ödülü vermek suretiyleeee....


hayır bi de insanı heveslendiriyosunuz gören de bi şi oldu sanacak.
nakaratımıza son verirken, bildiklere selam ederim.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

bi dakka bi dakka

bi dakika yaa.

beni takibe almış 22 kişi var. kaçınız bi selam nabeer dediniz bre hayırsızlar! hadi selaam nabeer demediniz, insan "pis bok" der, o bile bi yorum. şu blogsuz haliyle burcu bile dedi (selam burcu, el salla). tamam bi kısmınızı biliyorum bi ses seda ettiniz. o arkadaşları tenzih ederim. geri kalan tayfa resmen bkz.başlıktaki teyze gibi yandan yandan dinliyo. cık cık. işin komiği ben bunu yeni fark ettim.

hemen sırayla rss takibinden uzaklaşıp meraba diyosunuz, yarışmacı arkadaşlara başarılar filan diliyosunuz, isteyen selam da gönderebilir. aa 22 yahu. sayınızı bile biliyorum artık. nıhaha. tek tek ifşa ederim ona göre. haha.

yok yok yapmayın sakın öyle şeyler. yan oda yan odadır.
ne gereksiz bir post yarabbim.

ben eskiden

salaktım.

hangimiz diildik ki diycem ama bazıları "7 yaşından beri çok bilmiş o yüzden takip eden yıllarda yeni bi şi bilememiş" halde, onlarla aynı kulvarda diiliz. hani "ben ve benim gibilerden hangisi eskiden salak diildi ki". yevet. oldu.

sonr akıllandım mı, eh yani. sayılır. akıl akıl peşime takıl, gördün deli dön geri. yani insan öğreniyo bi şiler. misal ben artık rüzgarda sigara yakabiliyorum. çok uzun zamandır ofsayt nedir onu da biliyorum. lanet olsun adamım, kriket maçı bile takip ediyodum.

öğrenerek salaklık geçseydi güzel olurdu tabii. ama öğrendiklerimizin akıllanmaya katkısı vardır elbet. misal, evrim de böyle bi şi hüstın. ağaçtan düşe düşe ağaca çıkmamayı öğreniyosun. hahaha. kendi kendime çok güldüm demin.. neyse yani işte aptala hayat kolaydır ama salağa nedir, bilmiyorum.

perdelerim var. annemin aklına uyup 4 kanat perde aldım. 2 de işimi görürmüş. şimdi 2 kanat gerçekten işimi görür mü, yoksa annem ilerleyen günlerde haklı çıkarsa outurp bi daha kornişe perde takmam gerekir mi, bu sebeple acaba taktıklarım yerinde mi kalsa hesabı yapıyorum bi yandan. hesap dediysem kafayı çevirip hmm diyorum, bu yani.

çok uzun zamandır, yani yaklaşık heralde bi 15 yıldır filan desenli perdem olmamış. odamda biri varmış gibi hissediyorum resmen.

ev arkadaşım sigara içmediğimi sanıyo. yani içmiyorum zaten zamanımın %99'unda nerdeyse. bi oturuşa çok içiyosam cildim düşünsün bunu. amaan takmıyo bence.

odama 25 tane sufle mi kek mi ne kokan mum aldım. bu hatayı daha önce de yapıp sabahları kurabiye düşleriyle uyandığımı anlatmıştım. ama feci insanı alıştıran bi şi. şimdi ortam tatlı tatlı kokuyo. bu sebeple birazdan votkadan kurabiye güzeline geçiş yapıcam. hoş odada durmak istemiyorum aslında pek. siz nası diyo outdoors bi havam var. hahaha.

lafa gel. "ben eskiden" analizi yapıyoduk, kurabiye güzeline geçtim.

hah ne diyodum, ağaç. düşe düşe evet. kafayı yara yara. nedir sonra, bi bakmışsın aslında iki ayağının üstünde durabilen evrilmiş süpersonik bi canlı olmuşsun. kafayı yardın, ayakların çalıştı. salakça ama evrimleşmiş hali bu. yani nedir, salaklık evrimleştirir. hahaha.

hoşçakal blog.
kendini idare edicek kadar büyüdün bence. senin yaşındakilerin çocuğu oluyo.

5 Mayıs 2009 Salı

mencilis

şimdi efendim, pek fotolu blog diil burası malum. arada renk versin diye katıyorum resmen bi şiler. ruul nambır van: sıkılıyorum. şu an uğraşıyorum çünkü çamaşır makinesinin bitmesini beklemek daha da sıkıcı. sürükle-bırak sistemiyle yüklensin bence fotolar.

bu seferki seçkimin ilk kısmı, önceden bahsettiğim, "dünyayı kurtaran adam" seti havasındaki mencilis mağarası:

bu da mağaranın bulunduğu yer.. pek belli etmiyo, tırmanıyosunuz girişi var filan. rehber olmaz benden:

baya yeşil evet.
çarşıdaki eskici amcada bulduğumuz 80 yıllık marlboro paketi.


hatta yani adı mabrook filan. bir de niyeyse, önemli gün ve haftalar sigaraları. o günlerde içilip bitiriliyo heralde. türkiye jeoloji kurultayı, enerji tasarrufu haftası, Anadolu medeniyetleri 18. Avrupa konseyi sanat sergisi filan. ayrıca açılmamış 50 yıllık pepsi de mevcuttu.

hayır sigaraları almadık.

daha bissürü foto var, havuzlu seçki de gülin hanım için ilerleyen günlerde derlenir sabrıma bağlı olarak. ama safranbolunun özeti benim için şu karedir:



evler, yeşil (evet o ağaç doğa demek) ve narin perdeler.
sabah ışığında müthiş bir huzur.

bloodporn

böyle bi şi var. resmen kan pornosu, vahşet pornosu (hadi gelin sm'ciler korkmuyorum).

evinde tv olmayanların kurtuluşu/ şansı bu: zaten tarihe geçecek vahşilikteki olayların ıcık cıcık her bir acı, gözyaşı, kan ve "inanılmaz dehşet anı", "şoka girmiş çocuk suratı" detaylarından, yağmurundan uzak kalıyosunuz. ve böylece: alışmıyosunuz. alıştıramıyolar işte. 10 ayrı kanalda kocaman kocaman bakan çocuk, ağlayanlar görmiycem ben. 1-2 gün sonra "seccade üstündelermiş", "kıpırdayanı dürtüp yine vurmuşlar" gibi ayrıntılar biriktirmemiş olucam.

ama gazetelerden kaçış cidden yok. hemen foto galerileri kurulmuş, daha daha hazin, daha daha hüzün fotolar için tıklıyoruz. milliyet resmen "olay gelin" vesikalığı koymuş. hayatta olsa 3 aya solist yapacaklar sanki.

bu "acı fetişi", bence üzülme eşiğimizi yükseltiyo. biz acıyı reha muhtarla sevmiş bi milletiz ya da o bu zevkimizi ilk keşfeden haber dahisidir. hani çocuklara street fighter oynatmazlar, alışmasın diye, aduketi normal bi şi sanmasın diye filan. sonra bi de hep "ay vah vah tvler çocukları ruh hastası yapıyo" derler, işte "aman veletleri içeri yollayın sayın seyirciler" uyarısı yaparlar filan ya... çocuklara gelene kadar, yetişkinler için de normalleşmese kan keşke. tamam, el değmemiş dimağları ak pak tutuyoruz da, bizim eller kirli. yani ne bileyim, "vahşet=çocuklar uzak dursun da 10 kanalda kan fetişiyle zevklenelim" olmamalı. deprem, "kim kadraja patik sokabilecek" yarışına dönmemeli mesela. onun gibi işte. hadi haberciler kendini savundu diyelim, akşam yemeğinde seke seke acı zapingi yapan aileler neyi savunuyo?

nedir yani, bakıp bakıp köyde ölen 44 kişiden biri değil de evde mercimek çorbası kaşıklayan çoğunluktan olduğumuza mı şükrediyoruz?

üzülme eşiğimiz sanatsal acı pornosu gerektirir hale geliyor bence. fotoğrafsız, "en oricınıl vahşet kurbanı görüntüsü" olmadan üzülemiyoruz mu nedir... "düğüne kanlı baskını izle" diye bi link, benim içimde düğümler attırıyor.

çaput

kendime dahi itiraf etmediğim sayıda yabancı blog takip ediyorum. çok düzenli değil gerçi. hmm düzensiz takip diye bi şi var heralde? neyse işte, öyle. bak bak tık tık. fikir araklamakla başladı, sonra hepsi aileden oldu ha ha ha. yok yahu.

link listemi yüzyıllardır yenilemiyorum. linkleşmenin demode kaldığını düşünüyorum, ondandır. gerçi ben hiç linkleşmedim galiba. yani linkimle mi okuyorum sizi, linkli mi seviyorum sizi, yoo. vice versa. zaten vice versa, veni vidi vici, varsa yoksa vinç. mesela yani.

sebzeli pilav yaptım ben. pilav kısmında hiç sorun yok. hatta yani, yapamadığım yemeklere rağmen pilavım fena olmaz benim. sebzelerle anlaşamadık. buharda sebzeyle uğraşacak sabrım yok, kızartmak da istemedim. kabak ve patlıcanla daha napiym diye tosardım. alman olsam haşlardım ama napalım, ikisinin de tadının güzel olma ihtimali bulunduğunu biliyorum maalesef. her daim çözüm olan "hafif yağ ve kısık ateşte çevirmek" seçeneğine atladım. bi kere fazla kabak ve patlıcan vardı, yarısını kaldırdım. öyle kesilmiş halde duruyolar. sonra niyeyse kalanlara domates de koydum; hesapta yoktu. hızımı alamayıp badem bile dövdüm. hatta dövmedim, poşetlediğim bademleri kapıda sıkıştırmak suretiyle dövmekten beter ettim. sonra baharatlara saldırıyodum ki frenledim kendimi biraz. safranboludan safran alsaydım sebzeli paella kıvamı bi şi elde ederdim.

neyse yani: piştiler özetle. sebzeler iyi bir muameleden geçmelerine rağmen azıcık tatsız şeyler oldu. kekik ekledim. eklemeli pişirmeler. sonra pilav-sebze-yoğurt üçlüsü güzel oldu ama, yakıştı. sonra birden aklıma marisol ve pilavla bile peynir yiyişi geldi. onun yoğurdu peynirdi, ya da ekmeği. sonra bizim böyle sebzeli bi pilav girişimimiz olduğunu hatırladım marisolle; yanında brie yemiştik. bundan hareketle evde brie yok ama acaba dil peyniri var mı diye bile düşündüm; ama yoktu. sonra işte tabağın sonuna gelmişiz. böyle hareketli bi mutfak bizimki.

pencere pervazımın çok geniş olmasını, hatta şu resimdeki gibi olmasını isterdim. pencere haznesi. ne çok geniş ne çok dar, minik bi raf da sığabilsin. iste iste suyunu çıkar. insanoğlu. çaputuma ben pencere haznesi çiziym gayri.

hakikaten, çaputa bi şiler çiziyoduk di mi. işte, ben düşündüm ne çiziym diye, bulamadım. resmen halime şükrediyorum, kendim için istediğim bi şi yok. ya da var ama aklıma gelmiyo, e demek ki yok işte. e daha ne istiym yani.. kendinden vazgeçip kızı için damat, damadı için araba çizen anneler gibi, kardeşim için bu sene çaputum.

yerleşik düzeni takiben kitaplanmam gerek. kitap aslında resmen taşınmaz mal. ben taşıyamıyorum. fiziken zaten yapamıyorum hem de taşınacakları seçmeye başlayınca duramıyorum. yerleşiyorum, kitaplar sonra geliyo. yine öyle olacak, raflar dolacak. hoho.

bir de: palmolive soğan-sarmısak kokusu çıkaran el sabunu yapmış. ev arkadaşım almış. her ikisini de tebrik ediyorum. mutfakların kurtuluşudur. bulabilirseniz alın.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

cuma tatilmiş bavul yapalım.

aziz nesin'in "atam izindeyiz" şiiri var ya, suçlu hissettiriyo insana. atam "izin"deyiz, ilk fırsatta tatildeyiz. yok valla, bizimki "sürmenajı önleme şenlikleri" kapsamında bir geziydi.

kural bir: safranbolu'nun safran+bolu'yla ilgisi yok. bolu kısmı borg'dan gelmiş, o da kale demek. yaa yaa. safran kısmı daha da karışık. safranı bol olabilir, keza anadolu da ana dolu; ama böyleyken böyle hüstın.

günlerden 4 mayıs. cuma günü ne oldu ne bitti, çok kulaktan dolma. annem aradı, özet geçti. ben o sırada safran çayı içiyodum. en yollardan yürüyodum. dolabı açıyodum, lavabo görüyodum. hep hep hep gözleme filan yiyodum. başoda vardı, bizimdi. gözümü açınca ahşap ve fistolar vardı. taş yollar ve yollar ve yürümek. yemeniciler arastası, içinde boncuk cafe. son gün, içinde kedi yavrusu. boncuk güzeldi, kahvaltısı da. ve karadut şarabı şarabı şarabı. hem yağmur o kadar güzel bir zamanlamayla o kadar efendi yağdı ki, kendisine teşekkürü bir borç bilirim.

safranboluya kadar gidip de mencilis mağarasına girmemek olmazmış, anladım. gayet güzeldi. mağara ışıklandırması düzgün olsun da mağaralar kararmasın, tuhaf yeşillenmeler olmasın diye çırpınan 70-80 yaşında bir adam mesela, bir restorasyon hocası, bir eski kaptan/tur rehberi/ dağcı.. mağaralar güzel şeyler. o ışıklar ama, kötü şeyler. mağaranın içinde eğreltiotu bitmemeli normalde, rica edicem yani. 6 km'lik bir mağaranın 600 metresini ışıklarla ısıtmak ve en fenası, bunu yaptığını bilmemek.

kendime not: insanın gözü yeşilden yorulmalıymış, griden değil.

su kemerinde yürüyebilenler, yürüyemeyenler ve yürüyenleri dehşet içinde seyredenler olarak üçe ayrıldık. attığım 10 adım benim için o kadar büyüktü ki, büyüklükten başım döndü; hemen geri döndüm. yükseklikten o derece korkuyorum ki bu korku, bi aşamada "şimdi ayağım kayacak" veya "yetti be bu korku diyp atliycam" korkusuna bırakıyo yerini. trabzan olsa neyse; ama yok. ve yürüdüler. bakıyorum, 60 metre diyolar. ben rahatlıkla 220 filan diye hissettim. metre hissetmek. gerçi 60 metre dediğin, yüksek tavanlı 20 katlı binadır ve ben asla çatıda yürüyecek bir tip değilim.

mağara çok güzeldi. mağara, içe doğru oluşmuş peribacalarıyla dolu gibiydi.

azmin zaferi: asmazlar konağı'na da gittik işte. son gün. hem de ikisine de: biri evet, turing işletmesi otel. ama diğeri, az ilerde ve ev. içinde hayat olan küçük versiyon. küçük olanı sevdik biz. otellenmediği için ve bizi içeri alan çocuğun pencereden bakıp "gezmek 2 lira bak!" uyarısı için.

belki fotoğraflarla geri dönerim, belli mi olur.

yörük köyünde evlere asılı geyik boynuzları vardı, şans getirsin diye. hemen altında artık pamuklu olamayan kumaşlara "hitit geyiği, güneşi" motifleri basılmış, dertsiz masa örtüsü satılıyou. aynı boynuz, aynı geyik, aynı toprak, o kadar aynı ki bazı şeyler. o kadar güzel ki o aynılığı görmek aniden. ben küçükken, ekrem akurgal'ın kitabını okurken hep böyle işaretler görmek istemiştim, işaret doğru bi kelime mi bilmem: sürekliliği takip etmek diyelim. al sana geyik, al sana boynuz. belki benim görmek istememden kaynaklanıyodur; ama var işte sanki.

brugge geldi aklıma -- koruma altındaki avrupa masal şehri hani. tamam sempatik filan; ama bu üç gün içinde sönükleşti kendisi. mimariyi geçtim, 3-4 bin yıllık tarihin kenardan köşeden gülümsemesi bile yeter brugge'e dönüp "mağrur olma padişahım" demek için.

hele ki mağara ve en koyu yeşiller.



iyi geldi, çok iyi geldi gerçekten.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker