30 Ağustos 2009 Pazar

kırpık

saçım kısaldı. 8 parmak filan gitti, hadi ölçün. her zamanki gibi hafif ve mutluyum. kuaför keserken "daha daha" diyecektim ki saçımın fönsüz halini hatırladım son anda. koyun gibi kırkıldım. 2,5 kedi kalktı omzumdan. dünya varmış. düz saçlı olsam ben bilirdim yapacağım alengiri.

2 kolye, bi bilezik bi de yelek. kolye 1 bu.





mermaid'den açık özür. bi dahaki sefere ucu açık bi randevu sözüm olsun.
bi parmak bal çalmak gibi olmasın diye şeetmiştim ben aslında.
iyi niyetten yahu.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

rap

evet, becerdim: eminöndüm. çok hızlı ve kısa sürede, becerdim. verimli.
yeni oyuncaklarım ve ben bakışıyoruz. kuru temizleyici bile uğradım ki nefret bi iş bu.

ayrıca çalıştım çalıştım çalıştım. beynim sünger oldu. dişim ufaktan yine ilaç ilaç diye miyavlamaya başlıyor. tüm arkadaşlarım ya evde ya da yorgunluktan eve dönüyor, öyle bir zamanlamam var. gidip bi dvd alsam... yokuş insanı tembelleştiriyor be blog. otoban üstü gün batımı manzaram çok güzel ama. kendimi dışarı atıcam ben galiba. sıkıntıdan yine çalışmaya başlamaktan korkuyorum.



--
mesele şu:

barınak gönüllüleri ve hayvanlara yaşam hakkı derneği.
sokak hayvanları için acil ambulansları var. ayrıca sitedeki ödüllü videoyu izlemenizi artık rica mı, tavsiye mi, bi şiler ediyorum ortaya. "çevrecileri sevmiyorum, aç insanlar varken kedi köpek derdindeler" gibi bazal itirazlamalara karşı. bu da nasıl bir mantık ben anlamıyorum, illa seçicen yani. sanki hayvanlara yaşam hakkı vermek için insanlardan çalmak lazım. sınırlı vicdanlamalar.

neyse ambulans diyoduk, e bu da bir masraf tabii. 20 tl'lik bağış karşılığında, seçtiğiniz bir hediye adresinize gönderiliyor. hediye seçenekleriniz:

poster, kupa ve tshirt.
websitesine girince, "bağışlarınızı karşılıksız bırakmıyoruz" yazısını tıklıyosunuz.
bağışın karşılığı olur mu derseniz, oluyor işte. özellikle posteri sevdim ben.

az zamandaaaa

saat 9.52, günlerden cumartesi. beklediğimden geç kalktım. olsun. çok ve büyük işler başarıcam. ben ve boynuzumsu 20 yaş dişim çılgınca çalışıcaz. ağrıdan duvar kemiriyodum dün, ilaç temin eden kavalyem sağolsun, iyiyim şimdi. o da yolcu zaten. bekle beni haftasonu.
yapmaya niyetlendiklerim yapacaklarımın teminatı olsun. millet 10 saniyenin altında dünya rekoru kırıyo coni. mümkün iş çok.

bu arada, bi kez daha anlaşıldı ki, abartılı parodimsi hallerini bi yana koyarsak, "namuslu" hakikaten süper bir film.

28 Ağustos 2009 Cuma

fülün

basının bu "münevver yollu muydu? teğmenle 8 kez mesajlaştı, cemin sabrı taştı" açlığına anlam veremiyorum. yani, öldürülen kadınlara dair klişe cümlelerle yazılmış haberlerin, hep de böyle alttan alta "sbamkk!! münevver kendi mi kaşındı?? sbamkk!! kuyruğunu sallayan dişi kedinin hazin sonu!!" spotlarıyla verilmesi kaşındırıyo beni. 178 gün sonra nihayet bi brezilya dizisi türettiler.

aylin aslım'ın bi şarkısı vardı, 4 gün 4 gece diye. ne çok severdim. kasedi vardı bende. yağmur gibi bi şarkıydı. aklıma geldi niyeyse.

gimme hope joanna ile göbek atmak ne tuhaf. apartheid rejimine karşı yazılmış bir şarkı oysa, ordaki joanna da silikonlu bi dansöz değil, johannesburg şehri aslında. neyse işte, ortaya karışık. acı sözlere tatlı müzik seven bi millet olduğumuz için çok da ters değil sanırım.

haftasonu gelsin gelsin. 20 yaş dişim hala ağrıyo, ağrıyabiliyo, o bi geçsin.
2 günlük vahama da iş taşiycam ama olsun.

gerisi fırfır.

gazze

hollandadan japon bir arkadaşım, insani yardım görevi için şu an gazzede çalışıyor, yeni başladı işe. benimle yaşıt. tokyodaki gökdelenlerden nasıl da bıktığını anlatıyordu, şimdi istediği gibi bir işte. "başkalarının kutsal toprakları" dediği yere, japon başına bir şeylere alışmaya çalışıyor, nadiren bununla ilgili toplu mail atıyor bize. bir de fotoğraf çekiyor. onun resim altı yazılarıyla, size de gösteriyorum. çünkü sanki yapmazsam bir şeyler eksik kalacak.


A girl with disabilities. She cannot move her arms, she cannot move her legs, she cannot say anything, but she can smile.








A normal living room in Northern Gaza.
It is hot. It is humid. I hope he is sleeping on a bed in his dream at least.








This is one of the least shocking scenes in Gaza
.









This beach looks the same as the ones in Japan, except for the existence of UNICEF tents.







A restaurant.
Gaza could be compared with Hawaii, if you used so many "if"s.









It is said that 6-month is the maximum duration you can live under a tent. Now it's 7th.








birkaç fotoğraf daha var, bina kalıntıları. onları gazeteciler de çekiyor diye koymadım.
böyle arkadaşlarım var, kamboçyada, nijeryada, kolombiyada, hindistanda. oralı değiller, zengin ülkelerden gelmiş "sefalet fetişistleri" de değiller. "vatana millete hayırlı olma"nın ötesinde, dünyanın bi diğer ucundakiler için de çalışabilecek kadar insanlar. kimi kafayı anne-çocuk sağlığına takmış, kimi çevreye, kimi mültecilere. o yüzden işte, hepsinin nerde ne yaptığını takip etmek insana huzur veriyor.

ve yine aynı sebepten, ben her gün ofise girerken aynadaki yansımama dik dik bakıyorum.

27 Ağustos 2009 Perşembe

bulutumsu

üslup öyle bir şey ki nerden, nasıl edinilir bilmiyorum. küçükken kitap okumakla mı olur, büyürken iyi bi azar işitmekle mi, onu da bilmiyorum. dedeniz anneannemiz mi kulağınıza üfler, öğretmen mi şiir okur, neyse nasılsa. üslupsuzluk kolay. yani aslında üslupsuzluk daha yaygın. bir şeyin eksik olması hali değil, bir şeyin fazla olması hali üslup. olmamasını yadırgamıyoruz artık, olunca alkış. ne bileyim işte, yoruyo insanı. kırıyo, buruyo, buruşturuyo. halı altı süprüntüleri.

yol yordam bilmekle, üslup ortada bi yerde buluşuyor.
en fazlasını görmüşken azına tamam demek zor geliyor bazen. tarifi zor.
aşırı bi düşüncelilik beklemiyorum, en temelden bahsediyorum.

yine bana gidelim burdan buhranları. aklımda fikirler var, kanat kırgın.
rüyalarımda bu ara hep aynı sahne, ileri geri ileri geri:
ben mavi çerçeveli kapılardan kapılardan. hızlı hızlı, yeni baştan.

dedemi düşündüm bu sabah. küçücüktüm, "bu kız bu çeneyle spiker olsun, rahatlar" demişti.
güldüm. öyle işte. susuyorum da bu ara ben. kısmet.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

erdem

en büyük erdem dilini ısırabilmekmiş.
gözünüzün önüne gelen ally mcbeal sahnelerinin hepsini bir dil ısırığıyla uzaklaştırmakmış.

bilmiyorum aslında salaklık da olabilir.

25 Ağustos 2009 Salı

oyuncak

yeni dekoratif oyuncak: led lambalar. yılbaşımsı, yıldızımsı. ışıklarla oynamayı seven sevgili ve küçük parlak şeyleri seven ben bir karaköy cumartesisi avdaydık. led lamba sektörü. böyle bazen bi kelime seçip onun peşinde gider gibi, bu da zevkli. devreler filan beni yoruyo ama o seviyo. bissürü bissürü gizli ve ışıklı şeyleri var, fosforlu tozları bile vardı hatta. adı gibi bi adam aslında. şimdi düşüne taşına, oyuncakları keşfederken ortak bir projemiz oldu, içimiz pır pır planlama halindeyiz. onun evine ama ikimize. projelenmelerimin en büyüğü. onun ama biraz da benim olsun nolur ki. renkler, kordonlar, devreler. ışıklara dolanıp yıldız kız olmak da zevkli bi şiymiş, karanlıkta dans da. led lambalar canmış, bu kadar işte.

sabah müziği

sabahları iki şarkı:

nina simone- (aint got no) i got life
mfö- ali desidero

ilkinde tuhaf bi şi var, tüylerimi diken diken yapıyo. bi insanın ellerinde alışveriş poşetleriyle bi tankın önünde durup öylece dikilmesini mümkün kılan bi ruh hali o şarkıya sinmiş. yani romantik, değişik, cesur filan değil, mümkün. "i got my smile" dediğinde, bir de " i got my freedooom" dediğinde, en sıcak yaz günü bile, her defasında bi ürperti ve yaşamak güzel şey be kardeşim. i've got the life. hayda bre. çin seddini bile yıkar sanki.

ikincisi ise kalbimde ilk türkçe rap şarkısı olarak yer etmiş, ne bileyim işte, türkçe konuşabilmediği için insanı mutlu eden, kendi kendine gülümseyerek yürümeye sebep bi şarkı. hem idiotloji lafı için bile yeter.

yol uzunsa radyo. başka şarkılar da var tabii ama işte bunlar başka. merdiven inerken de arjantin iyi gidiyo. çok merdiven iniyorum, ona göre.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

garabet

istanbul resmen bize rağmen varolan bir şehir.
bu bir.
bu da iki.

hani diyo ya şarkı, "istanbulu sevmezse gönül, aşkı ne anlar" diye.
işte bu adamlarınki mantık evliliği.

hatta bence, tecavüzcüyle evlendirme. aşk filan yok, mantık dahi yok. istanbulu intihara sürüklüyolar, sonra o ölmüş olacak ama onlar öldürmüş sayılmayacaklar.

hayatında 50 bin meşeyi bi arada görmeyi geçtim, tek bir çiçek sulamamışların bana ihtiyaçlarımı anlatmasına dayanamıyorum. damarlarım şişiyor. gerçekten tahammül edemediğim şeylerin başında "ama napalım, böyle olması gerek"ciler geliyor. hele hele bi de "çünkü daha ulvi amaçlar için kurban edildiler" havası yaratılınca çeneme vuruyor. çatlasalar beni ikna edemezler. öyle olması gerekmiyor ve ben bunu biliyorum. bilge kadın olduğum için değil, bilmeyi istediğim için. çevreci kaltaklık bunu gerektiriyor.

katı atık tesisi nedir, nasıl olmalıdır, yeraltı suyu nedir, neden korunmalıdır, 50 bin çınarı kesenin cehennemde cezası ne olur, hepsine vakıfım çok şükür. yutmayın, inanmayın, kanmayın. şu garabet politikalamaların hiçbiri 50 bin çınarın biri kadar bile değerli değil. 1,5 milyon dikmiş, 50 bin ağaç ertesi gün dikilirmiş. mum dikiyo sanki arsız.

içinde "çevre" kelimesi geçen bir yere yakışmayan bir sürü insan. meşeyi korunmaya değer görmüyor. çevre mühendisliği böyle bir şey değil. değil değil değil işte. ya insan evindeki menekşe solsa içleniyor, bu nasıl bir vicdan ben anlamıyorum. böyle olması gerekmiyor, böyle olmasını seçiyorlar. çünkü herkes tembel ve çünkü bu şehirde kolaycılığı seçenlerle çene yarıştıramazsınız. ama orda bi yerde, böyle olması gerekmediğini bilmeniz bile bir şeydir. hani göstersin bi rapor, bir araştırma, bir analiz, ikna etsin beni. gerçi bilimin tarafsız olduğunu sandığım ilkokul günleri geride kaldı; ama yine de yani, bunu dahi yapmadıklarından eminim.

böylelerini o ağacın kabuğuna muhtaç bırakasım var. açlıktan kemirsin. anlar o zaman.
istanbulun da öcü alınmış olur.

23 Ağustos 2009 Pazar

lazım

gidilmesi yapılması şart:

1. dişçi ziyareti. kanal tedavisi sonrasında yapılan kaplama dişin yarısı yerinde değil. bugün kahvaltıda yuttum sanırım.
2. cilt doktoru. ensemdeki ben artık ben değil, biz olmuş vaziyette. törenlerle aldırıcam yoksa düşebilir. her yere her şeye takılıyo ve kuaförlerin rüyasına giriyo. ayrıca benek kontrolü zamanı.
3. kan tahlili. "önemli olan boyu değil işlevi" kapsamına giren tiroid bezim biraz büyükçe; ama en son işlevi düzgündü. en son dediğim bi 5-6 yıl oldu heralde. ayıp. ihmale gelmemeli.
4. göz doktoru. sanki numarası değişti gözlerimin ya da hepimiz bi akvaryum içindeyiz.


bunların hepsi tabii ki ankarada. burada en son doktora gittiğimde yaş 10'du. haliyle biraz sinir bi durum. özellikle ilk ikisinin aciliyetini düşününce.

ne hoş liste bu arada, di mi. yaş 25 bile değil henüz.

annemin halaları 90 yaşında dahi elmayı tutup bi seferde aksi yönlere çevirerek ikiye bölerdi.
ben denesem bileğime atel filan takarım, bi parmak da alçıya alınır.

onlara çekseydim keşke. ya da işte şu denizyıldızı/kertenkele işini bi an önce tamamlar belki tıp alemi, onu da bekleyebilirim. daha doğrusu ben böyle erteler ve beklerken tamamlanır zaten, çok mümkün.

qwx

ve ayrıca: qwx.
:P

9'a 5

ben lise 1'deki genetik projesinde insanlara denizyıldızı geni aktarılmasını ve böylece çabucak iyileşmelerini önerirken çok ciddiydim. hocam bunu sevimli bi jetgiller fantezisi olarak gördü ve "hmm ilginç tabii eveat" diyerek geçiştirdi; ama gerçekten, bu konuda hala çok ciddiyim. isviçreli bilimadamlarının bi kısmı da kesin benimle aynı fikirdedir, üzerinde çalışıyolardır. orda bi yerde. halının altına süpürdüğünüz kırıklar bir gecede tamir olsa sizin de işinize gelirdi bence.

vagotoni:Vagusun vücut fonksiyonlarına hakim olduğu hal

vagotonia: Overactivity or irritability of the vagus nerve, adversely affecting function of the blood vessels, stomach, and muscles. Also called sympathetic imbalance.


cümle içinde geçen vagus siniri ne derseniz, kurbağayı kesmek için bahaneniz olan şey derim.

ben lisede hiç kurbağa kesmedim bu arada. okuduklarımdan ve grafiklerden anlayabiliyodum, bi de bunun labına ihtiyacım yoktu. öyle lab zihniyeti olmaz olsun zaten. ondan sonra "hayvanlar üstünde test edilmemiş bik bik bik".

duşta doğru açıyı tutturursam sıçrayan sular ve günışığı buluşuyo, gökkuşağı doluyo etrafa.

hala çarpıntım var, hay bin kunduz. uyandığımda üstümde bir fil oturuyodu zaten. böyle uyanmak da ne fena. el yordamıyla armut, yaban mersini, kuru dut, kuru incir, kuru ve şifalı her şey, müsli, yoğurt ve mucize beklentisi. yeşil çay bi de. o işe yarıyo bak.


*
sempatik parasempatik. adeta: otomatik saybırsonik elektronik.



deniz yıldızı gücü adına.

21 Ağustos 2009 Cuma

bir iki üç, ebelik güç

2006 yılında AB'deki en yüksek atık geri kazanım oranı: %70 ile norveç'te; yakma hariç oran.
bütün iskandinavlar elf zaten, doğal sayabiliriz.

aklınızda bulunsun bu sayı, lazım olacak birazdan

Türkiye için konan hedef %33 idi.

TÜRKİYE- 2006:
piyasaya sürülen ambalaj miktarı (ton): 1.174.452
geri kazanılan ambalaj atığı miktarı (ton): 1.341.435
atık geri kazanım oranı: %114

dikkatinizi çekerim yani, piyasaya sürülme miktarının üzerinde bi geridönüşüm kudretine sahibiz. haberiniz olmayabilir, iyi niyetli minik cüceler yapıyo bunu. bu sayıları da minik cüceler hesaplıyo zaten. aynı minik cüceler tarafından yönetiliyo bile olabiliriz.

böyle bizim dışımızda geri dönüşüm manyağı olmuş bi Türkiye var, farkında değilseniz sizin ayıbınız. ben de durmuş, "sokağımda çöp kutusu yok" filan diyorum. gerek yok ki. %114 yani. peh bana. elflik ne kelime, hepimiz birer süper mario olmuşuz, geri dönüşümün kitabını yazmışız. bink bink her atıktan puan toplamışız filan.

onda sonra, deryik niye rüyanda TÜİK görüyosun, niye sürekli sövüyosun, genç kız dediğin beyfendilere ambalaj atığı yedirmek ister mi hiç, falan filan.

ben delireyim diye böyle bunlar. istatistik dediğin şeyin okulu var 4 yıllık. ayıptır.
114müş... 114 kere öpsün sizi o cüceler.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

bum bap şaralop

çok yaziym hadi nolur, sıkılıyorum. nefesler dar geliyor.
başım dönüyo bi kere fıldır fıldır. işe de geç gittim. çarpıntım var. her zamanki terane olduğu için üstünde durmuyorum. üniversite 1'in sonundaki halimi düşününce, buna da şükür hatta. fahri hemşire olmuş insanlar baktı bana resmen 1-2 yıl. ama sevimsiz tabii yine de, şimdi daha iyiyim, teğet geçti. hahah içimdeki başbakan konuştu. öyle işte, çarpıntı kötü. kafamı toplayamıyorum, odaklanamıyorum, yoruyo.

"bozkır rüzgarı siyah kalem" dün afiyetle okundu, bitti. ne zamandır istiyodum, doymuş gibi hissediyorum, o yüzden güzel. şimdi sıra çatalhöyükte.

feci şekilde "gidelim burdan" günleri yaşıyorum. tatil filan değil. başka türlü bir şey benim istediğim. tatil, neticede bitebilen bir şeydir. daraldım ben biraz. burdan gitmesek de olur, ofise gitmeyelim bari. ne bileyim. bilmiyorum hakikaten.

hollanda tayfasında bi bereket var bu ara, 3 ayrı kişi "istanbula geliyorum oleeey" maili attı. ikisinde derin sessizlik var, üçüncüden ümitliyim. kendisi taş bebek bi şidir, minik ve kıvırcık saçlıdır ve hep dans eder. haliyle gelişi eğlenceli olacak, gelebilirse.

kolajlar da dondu kaldı. ayrıca malzeme almam lazım, eminönüne gitmeye üşendiğim için ikincil kaynaklara başvuruciim. ayrıca ben hala bi gıdım bi şi dikemediğim için bana gülmeden istediklerimi hayata geçirecek mahalle terzisi arayışım başladı. 1 tane var; ama o kesin güler. bana "niye yapıyoruz bunu şimdi" diye sormasa bile yeter aslında. yap amca, zanaat konuştur o kadar.

anlatmayı erteleyip duruyorum ama aslında hayatımda güzel şeyler de oluyor. "haberlere küfrederken bayılma eşiğine gelen bi işkolik" değilim henüz. yani ya da her zaman değilim.

geçen cuma akşamı görev bilinciyle: evde oturulamaz. taksime gidilebilir. taksim dediğin asmalımescit, geceyarısı. dolana dolana parantez. kapa parantez hatta. nihayet tatile gitmiş istanbullular, biraz sakinceydi. içki iksirleri. çok erken dışarı çıkmanın bi anlamı yok. 11-12'den öncesi "vakit geçsin hadi" birası sanki.

cumartesi, ben nihayet fenerbahçe parkı. romantika'daki kuş kafeslerini kaldırmışlar. muhabbet kuşları, papağanlar yok! oysa o sağ tarafta kalan odamsı yer, boydan boya kuş kafesiydi ben küçükken. girişe temsili 3-5 kuş atmışlar o kadar. neyse. şarap, beyaz. gün batımı, parkın kendisi, ben yine alice oldum, her şey hatırladığımdan daha ufak. çocukluk anılarımı kavalyeme anlattım ve hoşuna gittiği için fenerbahçe parkına yıldızlı pekiyi verdim. az ve öz ziyaretler bunlar. sonra kadife sokak, bira, köşe kapmaca, dolmuş, ev.

pazar: ev ofisi. evde çalışmaca. eve iş getirmece.
ama en müthişi: zeycan istanbulda. yıllar oldu ki nihayet, zeycan burda. geç buluşmaların erken geleni gözde hanım, gelemeyeni özden hanım. yimek ve üstüne: şarap. roze roze. biz askerlik anısı anlatan amcalar gibi saatlerce güldük galiba. daha ne ister insan gerçi. güzeldi işte, özleşmişiz fazla fazla. yurt güzel şey yahu. şişlinin dar binalarını en çok biz sevdik gibi hep. bu kızlar kızların yanında bi de dorm kızlarım var benim. 2 ayrı yurt kadrom. mis.
--
......perşembe, cumaaa. olsun artık.

her pazartesi derin bi nefes alıp bütün hafta azar azar veriyorum ve cumaya bi şi kalmıyo. söylemiş miydim bunu? müze kartımın kullanımı eyül ayında bitecek ve ben henüz 1 kez dahi kullanmadım. başta ankara yüzündendi, sadece 4 müzesi olan ve biri kapalı duran bir şehirden bahsediyoruz, diğerlerini zaten gezmiştim. istanbula gelince... bahanem yok, hayır. tü bana haliyle. püü püü tüü.

My Life According to The Beatles

facebook mimi gibi bi şi.
bu aralar yaptığım yegane yaratıcı iş olduğu için manasız bi gururla sunuyorum.


--

Pick Your Artist:
The Beatles

Are you a male or female?
Girl

Describe yourself:
I am the Walrus

How do you feel:
Lucy in the Sky with Diamonds

Describe where you currently live:
Octopus’ Garden

If you could go anywhere, where would you go?
Strawberry Fields Forever

Your favourite form of transportation:
Yellow Submarine

Your best friend is:
She’s a Woman

Your favourite colour is:
Norwegian Wood

What's the weather like:
Here Comes the Sun

Favourite time of day:
Hard Day’s Night

If your life was a TV show, what would it be called:
Eight Times a Week

What is life to you:
Ticket to Ride

Your current relationship:
Real Love

Breaking up:
Hello, Goodbye

Looking for:
Twist and Shout

Wouldn’t mind:
Revolution

Your fear:
A World Without Love

What is the best advice you have to give:
Give Peace a Chance

If you could change your name, you would change it to:
Julia

Thought for the Day:
Ob-la-di Ob-la-da

How I would like to die:
when i’m 64 / While My Guitar Gently Weeps

My motto:
We Can Work It Out

ince eledim sık dokudum. her duruma uygun bi beatles şarkısı vardır derken de ciddiydim.

18 Ağustos 2009 Salı

yeşilimtrakımsı

Yok olmuyor. ben her sabah iyi bi haber arıyorum şu gazeteler dolusu, elimde değil.
bulamıyorum.

ofisin ortasında sinirimden ağlasam yeri.
Macahel'e 8 tane hidroelektrik santrali kuruluyormuş. siz macahel'i bilir misiniz? macahel/ camili bu ülkenin doğasının ne derece değerli olduğunun kanıtıdır. göz bebeğimiz olması gereken yer orası işte. burda yazmıştım. Dünya'da UNESCO biyosfer rezervi listesindeki 23 yerden biri. ben bunu okuduğumda hollandada sevinçten pırpırlanırken, içimde hep bi "burayı turizm cenneti yapmasınlar, ortalığı asfaltlamasınlar" kaygısı vardı. asfalt ne, adamlar santral yapıyor!

ve bu adamlar ülkesini seven, en bi vatanperver kalın enseliler olarak alkışlanıyor da ben işte, o adamın dediği gibi, çevreci kaltak oluyorum. öyle çünkü. çevreyle ilgili en ufak endişenizde bütün hükümet ve bakanlar kurulu sizi çiçek tozu yutmuş manyaklar olarak lanse ediyor. diğerleri içinse "anne ben tiyatrocu olucam, parasız yaşiycam" diyen çocuk kadar saf ve sevimlisiniz. bakınca "yazık" diyor: yazık, ne de iyi niyetli, ne şirin! alıp evinde besleyebilir. oysa ikisi de sıradışı bile değil.

hem iktisat dediğin şey kıt kaynaklarla ilgiliyse, kaynaklar da doğalsa, e yani? denklem tutuyor. ben yanlış bilmiyorum üzgünüm, birileri ısrarla yanlış yönlendiriyor; çünkü çevre politik bir şeydir.

EPDK'nın izniyleymiş. zaten her şey izinli, kanunen doğru, tasdikli ve belgeli. en sevdiğimizden yani. yarın da ÇED alırlar. çünkü baraj değil mübarek, çiçek püskürtme makinesi.

mühendis taraf haklı olarak projeyi savunuyor. normal şartlarda, rezervli sulama barajı yapmaya kalkmadıkları için teşekkürü hakediyolar tabii, neticede yukardan su iniyor, aşağıda fırfır pervanelerden geçip enerji oluyor filan. HES bu. bir hasankeyf'ten, ılısu barajından farkı da bu. neyse. izinliymiş, UNESCO da destekliyormuş. UNESCO'nun HESleri biyosfer rezervinde desteklediğinden emin değilim. genel olarak bir tercih olabilir, baraj gölü yerine HES istemek tabii ki mantıklı. ayrıca bir baraj değil, SEKİZ barajdan bahsediyoruz. yemediniz içmediniz, burayı mı seçtiniz yani?

ve tabii ki en komiği "600 ağaç gidicek, parasını vericez" mantığı. bakanlık da ağaçlandırma yapacak o parayla- teoride. işe yaracağından eminler, aynı işi göreceğinden. çünkü "orman, rezerv ve ekosistem 1+1+1...... sayıda ağaç demektir" hala.. öyle bi ağaçlar topluluğu, o kadar. hayatları boyunca 200 yıllık çınar görmemişlerden çıkıyor bu görüşler bence. aynı kafa, "bugün 10 kişiyi katlettik ama parasını verdik, yarın 20 çocuk doğurucaklar" da diyebilir gibi geliyor bana.

yok hayır otkafalı değilim, yeşil bürümedi gözümü. insanla ağaç bir mi aa tabii ki diil. biz toprakta yetişmiyoruz, gerçi bunu da herkesin bildiğinden emin değilim.

sadece saçmalığını söylüyorum: olay sayılar, eşitlikler ve 4 işlem değil maalesef. olay siyaset. olay HES belgesi de değil. olay bu ülkenin çevre bakanından utanmakla ilgili. sürdürülebilir politikalardan sadece tekerlememsi laflar anlaşılmasıyla ilgili. parasallaşmış çevre kalıplarıyla iktisat yapılmıyor, yanlış işte. kalkınmanızı sevsinler, insanı eğitiminden soğutuyor. "yok o kalınma değil benim okuduğum, harbi kalkınma yani, cici olan" açıklaması. ben "parayı verdim, 600 ağaç kestim, bunu da dünyadaki 23 yerden birinde yaptım" lüksünü anlamıyorum.


biri bile yapılsın, kahrolurum acımdan.

---
organik pazar teyzeleri ile "yeni zelandadan gelen böcek kanadı tozu o kadar organik ki tek tercihim" ablaları da gık derler umarım. hani ekolojik, organik, doğal... yenmiyor ya da yüze sürülmüyor gerçi, sayılmaz mı?

organik ürün aşkına okyanuslar aşılarak kozmetiklenilmesine de ayrıca gıcığım. sonra uzun uzun yazabilirim ama başlamışken püsküreyim: ne yani, sen kırışmiycan diye karbon sala sala geldi o doğal mucize. neresi ekolojik bunun? yerel olmadan ekolojik olunur mu? aktara git, eczaneye git, en doğalından bul. bakınız kokusuz sarımsak şampuanı bile var yani, neyi aradın da bulamadın. bilmemne firması etiketiyle piyasaya sürülmese yetmiyor organikliği sanki. ekolojik ama hem de havalı, bir statü sembolü olmalı. çok çok sinir oluyorum bu "çevreciyim, dibine kadar faydalanıyorum nimetlerinden" kafasından. organik ya, ona organik. onun cildini beslesin diye var o kadar ot çiçek. okyanuslar aşsa da önemli değil, maksat bebek poposu yumuşaklığını cilde zarar vermeden sağlamak. gwyneth paltrow hepsi yarabbim.

aynı ekol faydalı diye mango, avokado, lychee filan yiyerek ölümsüz olmaya çalışırken şeftaliye burun kıvırıyor: yeterince egzotik değil, organik de olamaz. organik her zaman faydalı demek değil hanfendi. bildiğiniz üzere, böcekler de organik şeyler. elmanızdan çıkınca tiksiniyosunuz oysa. ayrıca madem organik, hindistanda inek boku sürüyolar yüze, sivilceleri önlemek için. hani bi yaşam şekli ya organiklik, ondan diyorum.

hııırr kere gırrr. ne olduğunu bilmeden işine geldiği kadarıyla çevreciliğe tilt oluyorum, tilt!
bi yandan adamlar çevreciyim diye içine tükürür, barajlarla kucaklar doğacığını, diğer taraftan yeşil tercihler statü belirler, nemlendirir, gözenekleri temizler. ne güzelmiş.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

bir şeyler olması ve dikkat çekmek

ayasofyada bir şeyler oluyormuş. ona aslında restorasyon deniyor, korkacak bir şey değil. kaldı ki ayasofya şu an cami-müze de değil, müze. cami-müze derseniz, aslında o "kilise-cami-müze"dir. tarih öyle diyo, yapıcak bi şi yok. aynı şekilde, kilise-müze de olamaz, arada cami olmuşluğu var. kronoloji zor bi şi diil aslında. ne var yani, o da böyle olduğu gibi güzel kalsın. şablonunuzdan taşsın. ne var ki bunda?

ayrıca 6 kanatlı melek figürüne gelene kadar beyfendi.. allah başka dert vermesin, sahiden. hep bi yerler bi şiler elden gidiyor. ata demirerin otlayan ceylan taklidi biziz aslında. mütemadiyen enseyi kollamaca. fethettiklerimizi kaybedip bulmaca oynuyoruz, maksat hareket olsun. 1453'te nasıl bir travma yaşamışız bilmiyorum; ama bence artık kabullenmek lazım. 550 yıldan fazla oldu, istanbul bizim. yeri geldi ingiliz donanması filan işgal etti; ama netice: bizde kaldı. yani böyle her fırsatta palabıyıklar ve davullarla yeniden fethedilmesi gerekmiyor. fetih işareti de ayasofya mıdır yoksa topkapı, sultanahmet midir, o konu da ayrı. neyse yani kabullenelim artık, bu şehir bizim. sakin olabiliriz. gollum gollum hallere gerek yok. kıymetlimis, bizim, bizimle. ha biz kimiz, o konuda beyfendiyle bayaa farklı düşünüyo olmam da "biz"liğimize gölge etmiyodur diye umucam; ama ediyor, biliyorum. "atlılar şehri aldı, şehirdekiler hemen kaçtı, biz bomboş şehre yerleştik" sanıyolar, onu da biliyorum. halbuki civilization'da bile öyle değil. bi de hikayenin bi yerinde "yüce insafımızla onları öldürmedik, besledik" var, o kısım arada bi hikayeye eklenip çıkıyor, muhabbetin gidişatına göre.

bildiğim bir diğer detay, bunlar konuşulurken divan başkanı olan kişi: şevket kazan. şevket bey 1993 yılı 2 temmuz'undaki olaylar sırasında adalet bakanı olarak, sonrasında madımak'ı yakanlara avukatlık yapmıştı. hapiste ziyaretlerine gitti, temiz atlet götürmüş olabilir. adama sorarlar tabii, "o da mı dış mihrak işiydi kardeşim" diye. bir adalet ve vicdan meselesi bu. sen çıkacaksın, bilmemkaç yüzyıllık melek figürüne laf edeceksin, divan başkanın da şeytanın önde gideni. ben mi romantiğim kafam basmıyor, bi şileri çok yanlış anlamışım belli ki. ben de buna dikkat çekiyorum madem: madımakta bi şiler olmuştu.

yüzü kızarmayanlar yerine utanmak ne fena.

ben bunlrı yazarken hep defneyi düşünüyorum aslında. anlatmaya çalışıp da anlatamayacağım çok şey var, hep de artıyor. göndericem defneyi, açsın gözlerini kocaman, "nası yani" desin şu adamlara. onlar versinler kendi cevaplarını.



*
dün akşam yurt kızlarıyla büyük buluşma gerçekleşti; ama o daha sonra, ballandıra ballandıra.

16 Ağustos 2009 Pazar

hatırlatma notu

1999 Depremi'yle ilgili ufak bir bilgi:

Yapım hatalarından çöken binaların müteahhitlerine yaklaşık 2100 dava açıldı. Bu davalardan 1800'ü kamuoyunda Rahşan Affı olarak bilinen Şartlı Salıverme Yasası ve başka hukuki boşluklardan dolayı cezasız sonuçlanmıştır. Geriye kalan 300 davanın 110 kadarında ceza verilse de çoğu ertelenmiştir. Bunun dışında kalan davalar ise 16 Şubat 2007 Cuma günü 7.5 yıllık zaman aşımı sürelerini doldurarak zaman aşımına uğradılar ve düştüler.

Örnek davalar ve sonuçları

  • Düzce Ersoy Apartmanı: 36 kişi öldü, dava zaman aşımına uğradı.
  • Düzce Ömür Hastanesi: 11 kişi öldü, dava zaman aşımına uğradı.
  • Yalova Ceylankent Sitesi: 98 kişi öldü, 2 sanığa verilen hapis cezaları ertelendi.
  • Kocaeli Ubay Apartmanı: 58 kişi öldü, müteahhit hakkında verilen ceza ertelendi.
  • Yüksel Sitesi: 316 kişi öldü, 5 sanığa verilen çeşitli cezalar ertelendi.
  • Can Göçer ve Zafer Çoşkun: Veli Göçer'in oğluyla ortağı yakalanamadığı için haklarındaki dava zaman aşımına girdi.
  • Sakarya: 695 davadan sadece 5 kişiye ceza çıktı.
  • Kocaeli: 600 dava açıldı, 12 kişi 10'ar ay hapis cezası aldı. 6'sının cezası infaz edildi, 6'sı için süre istendi.
  • Yalova: 173 dava açıldı, hemen hemen tamamı sonuçlandı. Ceza aldığı bilinen tek isim Veli Göçer 18 yıl 9 ay hapse mahkum edildi.
  • Düzce: Yaklaşık 220 dava açıldığı sanılıyor. Yargılamalar sonucu hiçkimse cezaevine girmedi.

aklınızda bulunsun.

hani bi gün içinde tarif edilemeyen bir hınçla "sesimi duyan var mı" diye bağırmak isterseniz, bütün bunlardan olabilir.

kurtarma hikayelerine içlenmeye, fotoğraflara gözyaşı dökmeye hakkımız yok bizim.

çok utanç verici, çok. hani biliyordum ama şöyle bi arada okuyunca...

AKUT'u düşünüyorum. adamların onca çabasıyla alay eder gibi. günlerce ekranda bir sayaç, ince ince emekle, sesini duyan biri olsun nolur diye dualarla, biz beklemedik sanki. aylarca acıdan kasılan biz değildik.yardım etmek için akın akın deprem bölgesine giden insanlarla, yardım gönderenlerle, kan verenlerle alay etmek hepsi. deprem yardımlarını cebine atanları da unuttuk.

bir tanıdığımız caterpillar kepçe kiralayıp gitmişti yalova'ya, kendi çocuğunu kurtarmak için. kurtaramadı. işte o müteahhidin de cezası ertelenmiş; çünkü firma sahibi zaten milletvekiliydi ya da akrabası mı neydi. neyse. biliyoruz bunları.

hadi zaman, bunları da aşındırsa ya. zaman bunları da aşsa ya.
o adam nasıl delirmedi, biri bize anlatsa ya.

veli göçer de salak gibi hissediyodur heralde.
onun dışında vermeye kıyabildikleri ceza şu: 10 ay.

insanlar delirip birilerini parçalamıyor ya şu dava sonuçları açıklanınca, ben en çok ona şaşıyorum.

-----------------------

edit:
el insaf.
ne diyeyim ki ben? utançtan ölmemiz için bi sebep daha.
sinirden böyle taş gibi, kaskatı, gözlerim acıyo. niye niye niye.


bazı ülkeler lanet etmeyi, bela okumayı bilmiyor. oysa bizde şiir gibi lanet edilebilir. çünkü gerekiyor. bize lazım. ben mesela, uykusunda ölmüşlerin acısının üstüne o evlerde rahat rahat uyuyanlarla ilgili çok kötü şeyler -- neyse, söylemiyorum. kelimeler bana kalsın.

14 Ağustos 2009 Cuma

okuma köşesi

küçüklükten beri en kıymetli kitabım: dedeme ait olan aziz nesin- namus gazı.
parçalanmış kapağı, kapağındaki yeşil şişeler, içindekiler sayfası, sayfalarının içindekiler. hepsi hepsi, istanbul'a da geldiler geçen seferimde. ganimetim. kitaplığımın tacı. hikayelerin ötesinde, bizzat o kitapla aramdaki bağ bambaşka. küçükken aşırdığım kitap, ilk okuduğumda takip dahi edemeden zevk aldığım kitap, kızınca kaçıp saklandığım kitap.

kıymetlim, öyle de denebilir.

işte ben bu kıymetlimi ilk kez birine gösterdim, paylaşıyorum, okuyacak. içim pır pır. yeşil renkli namus gazının önemiyle ilgili de olabilir, benim için özel bi şi bu. nesnelerden dilek tutanlar anlar. içip içip ağlama romansı, aleksandra, atlıkarıncadaki 6 bekçi ve en önemlisi de tabalahura ile ilgili bi konu bu. bir gece ansızın.

bazı uykular insana koza hissi veriyo. tanıdık, sıcak, güvenli. sabahlar esas o zaman olmasın.

13 Ağustos 2009 Perşembe

uzun.

çiçekli abla kağıtta artık. ama daha eklenicekler var.

sevdiğiniz birinin sevdiği birine kötü şeyler olursa söyleyecek kelimeleriniz varsa, ne güzel. benim yok. ben ne diyeceğini bilemeyenlerdenim, hele konu sağlıksa. anca susup durabiliyorum. söyleyemediklerim anlaşılıyosa, işe yarıyosa ne mutlu. şimdi oturup çalışmam lazım - elimden gelen bu. bunu yapıcam, dolaylı yollardan ona iyi gelicek. gibi bi şi.

---

talep üzerine kürt açılımına dikkat verdim, fikrim ne kendimi anlamak için. yaz diyolar yazıyorum, öyle eğitimli bi blogırım. neyse, biraz koptum bu ara, söylemiştim. manşetlerce yazı var, evet. ama dizi film hissi veriyor arada. "açılımı"ndan başlayıp devam edebilirim aslında. bilmiyorum, tonla soru işaretim var. açılım ne demek bi kere pardon?

misal, saldım çayıra düşünüyorum, uzundur uyarıyorum:

öncelikle: "türkü, lazı, kürdü, çerkezi" hepimiz kardeşiz ama hepimiz müslüman mıyız ne? 4lü kardeşlik ne menem keskin bir sınırdır? hcg haller bunlar. antakyadaki kiliseler aldığın nefesten eski. gürcü köylerinin de "potamya" olma hakkı var mı mesela? sen hiç protestan arap gördün mü? sahi şeker, kim dedi sana istanbul adının 1453'te konduğunu?! yani etnik kökenin din bazlı çağrışımlarını geçtim, bi arada alevi açılıyodunuz, ona noldu sahi? o olmuyor, bu olmuyor ama neden olamıyor? açılımmış. açılımından şüphe ediyosam, açılamayışındandır.

bak mesela elimdeki dergi diyor ki balık ayhan'a ilk darbukasını mahir çayan almış- fotoğrafı yasaklı çocuk hani. onlar niye yasak hala, çocuk? bi söylesene bana, niye hala ve inatla sen, o çocuklarla barışamadın? ya da mesela, köy adlarının yanında, o köylere gömmeyi reddetiğin adların sayısını da hatırlayalım mı? aram tigran nerden cezalıydı, kütüğünden mi, dilinden mi, kökeninden mi? niye yani, niye çok geliyor bi ağacın gölgesi? bi diğeri de komünist diye ağaç gölgesinden edildi. ben en çok ölenlere, ölse de hasreti geçmeyenlere ve isimlere üzülüyorum. açılımmış. açılın ama dikkat edin, az ötesi boy.

ölenler demişken, bu topraklarda kan dursun diye en çok çabalayan adamlardan biri, sait şanlı, geçenlerde öldü. cenazesinde politikacılar varmış da hükümetten niye kimse yoktu ki? heykeli dikilecek adamlar, açılımınızın gölgesinde niye kalsın? kan davalarına yol açan bunca politikaya karşı tek başına bi şiler yapan bir adama reva mıdır? bi teşekkür etselerdi keşke.

neyse, açılım diyoduk. ortada daha fol yok yumurta yok, muhalefet zaten yok. öyle ikircikli ki bu hal. türk siyasetine baktıkça fenerbahçe- galatasaray fanatizmini görüyorum. ki futbolda malum, bi beşiktaş, bi trabzonspor filan da var. ben birilerinin neyle nasıl ne yapacağını çok da düşünmeden "açılıyoruz açıldııık" demesinden, diğerlerinin "vay vatan haini deyyus"lamasından, sonra öncekinin berikine "haddini bil, sen haddini haddini biiil" çekmesinden filan - sıkılıyorum. "kimsin leeynnn" seviyesine doğru gidiyoruz; elde var sıfır.

öpücekler geçicek sanki. ne bileyim. oldu da bitti maşallah yapıcaklar gibi geliyor. yani neye itiraz, onu da anlamış değilim. ortada bir şey yok ki. yani somut bi şi olsa, itiraz da edilsin, konuşalım. "olabilme ihtimalleri" var. bence biraz trajikomik ama aslında durum şu: elde sadece fikir var. bi yandan bana bu az geliyor, niyet meselesi yine de. bazılarına da çok geliyor; çünkü mesele niyet.

kürt açılımı sırasında cezaevindeki çocuklara ülker gofret götürsünler bari.

oysa bakın, 2009 başında açıklanması gereken "planlanan devlet bütçesi" hala ortada yok, 8. ayın ortasındayız. orta vadeli plan deniyor buna, vadeniz dolunca beeellki açıklıyorsunuz. daha bütçe yok yani. işsizlik verisi var, sanayi üretiminde daralma verisi filan var, biz sıfır plan, teğet neremizden geçsin diye dilek tuttuk sene başında. ekonomi koordinasyon kurulu gap bölgesini gaptırmamak için açılım hesaplamış. sulama, kalkınma ajanslarına para... iyi hoş da bütçe yok ortada. neyle ve daha önemlisi, nasıl? yöntem nedir? yok işte. niye bir planları varmış gibi yapıyorlar ki? açılımı geçtim, genel olarak hiçbir plan yok. bu yıl bi hoşluk yapıp bi tek gerçekleşmiş bütçeyi açıkliycaklar aralıkta tahminen. adı da şu olucak: "yıl sonunda tahmin ettiğimiz için bütün tahminlerimiz tuttu. haddinizi bilin. edep adap bitte schon".

yani demem odur ki, ayinesi iştir kişinin, lafına bakılmaz. kronik muhalefet şu an kendi aklından geçenlere itiraz etmekle meşgul. daralıyorum hepsinden. renk yok renk. gri gri takılıyoruz. açılım olabilecek bi şi ben baktım baktım, göremedim. ne gördün derseniz, iç işleri bakanı yapması gerekeni yapıp tüm partileri ve sivil toplum kuruluşlarını ziyaret etmiş. pek alışık olmadığımız için bu bi açılım sayılabilir. "kürt" açılımının, fikir saçılımına dönmesi bence yakın. ne yazık, ama öyle. bi şi çıkardı belki. çözümden bahsediyorlar. çözüm için önce sorun olduğunu kabul etmek lazım. "öptük geçti"ye dönmesinden çekiniyorum. yani tamam, bi taraf "yoo ne öpücez, düşmedi ki" diyor ama diğeri de "öptük geçti" diye kırık kolu geçiştirmesin be kuzum. ben benzetme bulucam diye anlatamaz oldum.

başbakan "derdi olmayan deva aramaz, biz dertliyiz" romantizmi yapmış haddini bildirirken bahçeli'ye. oysa deva çıkmazı diye sokak var beyoğlunda. öyle yani.

" biz büyük işleer başardııık. bakın dün sahil yolu neydi, bugün nolduu" diyen başbakanın, bi an için, salisenin onda biri kadar bi süre durup "yani.. tabii... sahil yolunu geri alıyorum" diyebilmiş olmasını umdum.

çok büyük işler başarmış, ortadaymış. katılıyorum.
fındık işçileri de bu (boyundan) büyük iş konusunda kendisiyle hemfikir olacaktır.

---

yine de, aslında zor da değil yonca, söylemem lazım. sen de biliyosun, enseyi karartmama sözü vermiştim ben eskilerde. olabilecek şeyleri olduramayışları beni kıran; ben hala politikacı laflarıyla kırılıyorum. duygusal tepkiler belki; napalım. sait şanlı'nınki de duygusal tepkiydi- 500 aile barıştırmış adam. o yüzden yani, sait bey hatrına. kimi de böyle işte: kronik umutlu. çünkü umut hala kutuda. ama bu asabiyet yapmıyorum anlamına gelmiyor.

açılımmış. pazartesi günü 17 ağustos. deprem açılımı da bekliyorum ben aslında ama kimden bekleyeceğimi bilemiyorum. 10 yıl öncesi yüzünden bugün ali bebek 10 yaşında olamadı mesela. istanbul depremle yaşayabilen şehir oldu mu peki ? o da hayır. doğa ne, şehir ne... reddediyoruz. 30 bin baloncuk patlatıverdiler bi kalemde kimden sorduk? karadeniz sahil yolunu gördükçe "depreme karşı güçlendirilmiş" binalara güvenmiyorum. planlanmış bütçeyi göremdikçe "deprem acil durum planı"na güvenmiyorum. anlatabildim mi? bakıp bi şiler görmek istiyorum, göremediklerim, olamayışlar manzaramı kapıyor. ayinesi iştir diycem ama haddimi bileyim en iyisi.

olamayışlarla ilgili hatalarını telafi etme niyetinin adı "açılım" olmamalı.
hele niyet açmaktan çok üstünü kapamakken. güvensizliklerimle varım, kolaysa ikna etsinler.
bok yoluna ölmüşlerden özür dilemek için bok yoluna ölebilecekleri seyirci yapmak - işte bunu seviyorum. çok sinirlenebiliyorum ben ama tamamen üslupsuzluklar yüzünden böyle.

bir de bana lütfen: eskilerin hayaletlerinden korktuklarını itiraf etsinler.
türkü-kürdü-çerkezi-lazı dörtlüsünün dışında bıraktıkları bütün hayaletlerden.
hani gençlik kolları başkanı ne demişti, "içimizde gaylerin hakları savunan arkadaşımız da var" - onun gibi yani. o DA var. bile. dahi. o "dahi"lenen tüm hayaletlerden korkuyorsunuz aslında. diyarbakır cezaevindekilerden. gazetecilerden, çocuklardan ve zehirlenen kadınlardan.
mayınla ölen fakir çocuklardan, travestilerden ve tersane işçilerinden. açılım listesi uzun monşer, van bay van artık.

**


böyle işte. kasedin b yüzünde de şu çalıyor: eniştem beni neden öptü.
ya da "neden ŞİMDİ öpüyor" da denebilir tabii.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

klj

an itibariyle masam:



soldakinin amacı renk, çiçek, kelebek ve diğer kızsal şeyler.
sağdaki henüz fikirsiz bir yığın, daha işi var. ah bi kaç foto var ankarada kalan, onlar tam oturucaktı ama napalım. dergi mergi gerenk. 2 dergiden bu kadar. büyüyüp kocaman olucaklar.



bi de bunu kazasız belasız kağıda aktarabilsem, tam olcek. orda foslamam mümkün. masayı kaplamayı da düşündüm şeffaf, tek tarafı yapışkan kap kağıdımsı şeyle; ama sıkılabilirim, çıkarması zor.

gözlerim acıyo blog.

fos

aynı anda o kadar alakasız işler yapıyorum ki bu aralar, gerçek işim hep ofisten çıktığım zamanlara kalıyor. kalmalı veya kalacak yani - henüz başlayamadım. ayın 12si. 20sine kadar saçımın sol tarafını, 20-31'i arasında da sağ tarafını dökücem. sessizliğe, konsantre olmaya ihtiyacım var. başlayamıyorum. başlanamayan her rapor gibi rüyama giriyor.

5 kez teslim almadığım ve telefonda da 2 kez istemediğimi, iptal etmelerini söylediğim kredi kartını açtıkları ve hatta elimde olmayan bir kartın hesap kesim tarihi bile belli olduğu için telefon ediyoruuz, faks çekiyoruuz ve bekliyoruuuz. ben sizi anlıyorum da şeker, siz de beni anlayın. 7 kere cık demişim. cüce başına bi cık eder.

kumaş makası bulmam gerek. fikri olan var mı?

ofiste tonla dergi birikiyor. basın sektöründe olsak bu kadar olurdu heralde. neyse işte, bu dergi dağlarından kolaj çıkar mı anlamak için bi kısmını eve götürücem. bazen deliğine ne bulsa sürükleyen fare ya da yuvasına çivi bile taşıyan kuş gibi hissediyorum. biriktir, depola. oluklu mukavvam bile var. parça pinçik bir masa, gece elişi cinleri tarafından birleşsin o parçalar, bi şi olsunlar. fikrim var, üşeniyorum. hem bazen evde bile kalmıyorum. yoksa odacığımla ilgili fikrim de çok. nane yeşili mesela. koltuk olur, sepha olur. nane yeşiline beyaz duvar gerekir gerçi ve duvarlar post-it sarısı malum. badana ve bandana. bi de koltuk, güzel, pofuduk, alçak ve ucuz olmasını istiyorum. gider böyle.

aslında bunlara gelene kadar, dış cepheye izolasyon gerekiyo ama yetişkin meselelerini ev arkadaşıma devrettim. istemeden oldu. misal: geçenlerde, odamdaki lambanın açma-kapama anahtarı dokunmamla resmen patlayarak düştü. ben az buçuk çarpıldım. patlayan kilide dokunmuyorum, odada zaten iki lamba var ve loş ışıkla idare ediyorum. haliyle, elektrikçi çağırma fikrimin hayata geçmesi tahminen iki-dört hafta sürer. benim bu hallerimi kısa sürede anlamış olan ev arkadaşım duruma el koymayı ve yapıvermeyi teklif etti, hatta erkek arkadaşıyla bana o anahtardan da almışlar. daha önce de kulak tıkacı almışlardı, sokak köpeği için (ki hala aynı araba altında havlıyor ve aç olmadığını fark ettim). evlat edinilmek üzereyim sanırım.

sokağımızda çöp konteynırı olmayışının açıklaması şu:
Konteynırlar; Genellikle ana arterler ve ana caddelerde kaldırım kenarlarına belirlenmiş noktalara bırakılarak halkın hizmetine sunulan metal veya plastikten oluşan kaplardır. Konteynırlar Yerleşik düzeyde olmayan insanların veya yerleşik düzeyde olup fazla miktarda atık çıkan işyeri ve kuruluşların atıklarını her gün veya günde birkaç defa toplamak maksadıyla sınırlı sayıda konulmaktadır. Konteynır konacak yer seçilirken o bölgeye çöp aracının her gün giriyor olması gerekmektedir. Bilindiği gibi yerleşim yerlerinin atıkları haftada üç gün toplanmaktadır.

orrayt dasti. evet haftada üç gün toplanıyor ama 7 gün ortalık çöp içinde; çünkü masum değiliz hiçbirimiz. bari konteynırda dursun di mi? hayır. yerleşim yerleri sanırım buna layık değil- hem maliyet filan. konteynır değerli bi şi. oysa ufacık çocukların çöp suyu içinde top oynamasının bedeli - paha biçilemez. mahalleliyi hizaya getiren 3 komşumuz var, horoza döndüler her çöp atana bağırmaktan. böyle şeyler işte. yine bana muhtar, yine bana cevap vermeyen çevre koruma müdürlüğü ve temizlik işleri müdürlüğü. ayrıca: bana yine ayda 7 toplantı ile evsel atıkların toplanması, ayrılması ve geri dönüşümü. işimin gündelik hayatıma teğetliğinden ölüyorum.

kumaş makası konusunda ciddiyim.
evimin yakınında ptt var imiş. belki kartpostal, mektup zamanıdır artık.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

derg

arşivimi okudum demin, tuhaf bi şi insanın arşivinin olması. insan kendi kendisini seyrediyor, eh 3 yıl da az süre değil, büyüdüğünü görüyor azıcık. ben yayınla dedikten sonra yazı kayboluyomuş gibi geliyo oysa. kaybolmak demiyim de, atıyorum gidiyo gibi bi şi.

haftasonu dergi partisi yaptık biz. evde, minderlerde, tonla dergi. öyle güzel ki, çok.

yıldırım türker yazmış. ah böyle link vermek o kadar büyük bi lüks ki... kelimelerine aynen, den den. çünkü özkök'ün o yazısını ben de okudum ve hakikaten, Ertuğrul Özkök, devlet ideolojisinin kör pusulası olarak mutlaka izlenmesi gereken bir yazardır. daha güzel söylenemez. bol üç noktalı, bi şi söylemeyen adam. ben defalarca unutmamaktan bahsettim, hatırlamaktan, hatırlamak zorunda oluşumuzdan, hatırladıkça iyileşeceğimizden. hala da aynı fikirdeyim. unutmak kime iyi gelmiş ki? niye topluca bunayalım di mi yani? unutmak küllendirmiyor, acıları rüyalara saklıyor o kadar. hatırlamamayı geçtim, neyi hatırlamamız gerektiği bile bilmeyen bir nesil olarak yorgunuz biz. ertuğrul beyin unutma lüksü var. neyse işte.


onun dışında gazeteler beni yoruyor. yine kopma mevsimindeyim. bizim yerimize bi şiler yapan kalın enseli adamlar var, isterseniz tepinin, kelimeler ulaşmıyor. ben geçen gün uzun uzun "etki analizi nedir"i anlattım bi bürokrata. niye lazım. niye karar almadan önce, en standart yollardan da olsa, şöyle bi etkisine bakmak lazım. anlattım. kısa ve uzun. en basitinden. en örneklisinden. cevap şuydu: ihaleye çıkmakla uğraşaman. yaa işte üniversitelim, sen araştırmacı filan olucan, doktora yapıcan. ama bakanlık araştırma ihalesine çıkamaz. çünkü ilim irfan, insan hayatı, kararların etkisi filan, münferit şeyler bunlar. hepsi neticede ihale sürecinde boğulur. sıkılırız, kullanmıyoruz. sonra benim gibi saf salak gözlerinizi kocaman açıp "ama bütün bi sistemden bahsediyoruz, böyle masa etrafında konuşarak mı karar vericez" dersiniz, bi de azar işitirsiniz. yorucu be blog. gençliğim, cengaverliğim yağmur yemiş kelebekler gibi.

yazacak bir şeyim yok, varmış gibi yapıyorum.
yatakta kitap ve makinada çamaşır ikilisi gibisi yok.

köprü trafiği bazen akvaryum gibi. insanı dinlendren tuhaf bi gürültüsü ve monotonluğu var. hem küçük kırmızı balık bi yere kaçamıyor, uslu uslu kuyrukta bekliyor filan.

7 Ağustos 2009 Cuma

uykum bile var

projelerim devam devam blog. iğneler bitti; ama bluzun canı çıktı bu arada. yıkiycam ve iğneler paslanmasın blog. aklımdaki işler için devasa t-shirtler almam ve kumaş makasımın olması ve sürekli kesmem gerekiyo blog. böyle kalın, kaba, kocaman kumaşlarla bi şiler yapsam? pon pon yapsam bari, bak onu yapabilirim bence. boncuklarım bitti. zaten artıkları birleştirerek yaptım sonuncuyu. yani bitmedi tabii aslında ama o artıklar adam olmaz.

ayrıca daha uzun vadeli projem olan plastik şişelerden boncuk yapma işini hayata geçirirsem odam renklenicek. benim fikrim diil, burda yapılmışı var. uğraşır mıyım? sanmam. keşke. hayata geçmeyen kız projeleri sunumumun sonuna geldik.

izumi hanım radyosunda moonshadow çaldı benim için bugün, ne güzel oldu yahu. ve hatta demin, last fm hop biseferde jaded çalıverdi, eksik parça tamamlandı. bak işte: nina simone- feeling good. bu kadının sesinde başka bi şi var. lastfm de arada yapabiliyo böyle hoşluklar. denem süremin sona ermesi de eğlenceli diil paragöz zındıklar sizi.

kardeşim 10 liraya ipek erkek gömleği almış (daha da önemlisi: BULMUŞ), bol bulamaç giymek için. annem de makineye atmış, ipekliğini fark etmeden. sonuç: misler gibi, bozulmamış bi ipek gömlek. bence bu "aman yıkamayın" filan tamamen kuru temizlemeci komplosu. öyle olsun nolur.

eskiden böyle saçmalamazdım blogda, bi konuyu yazardım. evet ben de özledim o hallerimi.

şimdi gidiyorum. geri gelicem elbet.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

iç güzellik meselesi

yoğun ısrar üzerine ertelenmiş ötelenmiş yazı sizlerle. ah bi an çok mühim hissettim.

-

"çok param olunca" ayakkabıymış, çantaymış benim kalemim değil. bir, beğendiğim ayakkabıların %90'ı ayağıma olmuyo. ara numara üretsinler, söz, elime bile ayakkabı geçiricem. iki, çantayı da zor beğeniyorum, hıh. gecelik ve iç çamaşırı reyonunda mutlu olucak biriyim ben.

o da ayrı bi komik alışveriş. "kimin için alıyosun" ilk akla gelen soru niyeyse. hele kadınlar... bi kere bi tezgahtar "beyler bu renkleri seviyo, hep bu renk hediye alıyolar" diye dır dır dır bitirdi beni, ben de "beylere almıyorum hanfendi, kafama takıcam" demiştim, küsmüştük. pazarlamanı sevsinler, beyler bu renk beğeniyomuş. alıp giysinler o zaman! bi de sanki kendisi normalde donsuz sütyensiz geziyo, bi tek hayatına bi erkek girince giymeye başlıyo. böyle fetiş bi şi alıyorum sanılmasın, gayet normal bi üründü. babaanne modeli olmadıkça pazar sevişgeni muamelesi görüyosunuz zaten. fetiş olsa nolucak benim fetişim onu mu gerdi, o ayrı. erkek satıcıların da bir kısmı sakız satıyomuş rahatlığında, bir kısmı prezervatif satıyomuş gibi gergin. ben daha boxer satarken gerilen tezgahtar görmedim, erkekler onu neresine giyiyo? biz mi yanlış biliyoruz?

keza alıcılar. korseye bakan çekingen liseli kız, jartiyere bakamayan evli teyze filan. sanki kendine işkence hattı. sex shopta basılmış gibiler. göz temasını sıfıra indirmek için bi kovalamaca. beyaz, pamuklu ve desensiz sütyene ulaşana kadar nereye bakacaklarını şaşırıyolar. koşarcasına, kaçarcasına.. sanki "bakire- anne- müdür karısı- yollu gacı" diye reyon etiketleri var, anlatılmaz bi gerginlik. yanlış yerde bi an için boş bulunup soluklanan hemen saf değiştiriyo. ne oluyo bilmiyorum, bulutların ardından annesi, kocası, abisi filan beliriyo galiba. hoş, aynada vücudunun tamamını çıplak görmemiş bireylerden "şey pardon bu kaçaa" diye don sallamasını beklemiyorum. hatta sanki playboy alıyomuş gibi "şey bana diil kızıme/ arkadaşıma" diyenler bile gördüm. erkekler küçüklüklerinden beri her bir noktasını seyrederek ve seyrettirerek büyüyosa kadınlar da vücutları yokmuş gibi büyüyor. sonra o reyonlar arasında bi anda: aman tanrım! hadi benim vücudum var, diğerlerinin de var! ama onlar kesin bu gece sevişicek oysa ben ihtiyaçtan alıyorum. hay allah, karışmasam bari arada. şu dantellerden uzak duriym, evet ihtiyaç. ihtiyaç temel şeyler, ham kenevirden olsun benimki.

bi ikiyüzlülük var gerçi. pazarda ikizlere takke diye yırtınan adamla dantel tül muhabbeti yap, sonra alışveriş merkezinde florasan lamba utangacı ol. niyeyse pazarda eşelenerek kaptığın, kikirdeyerek tüyünü zilini gösterdiğin ürünler, spot ışığı yiyince sevişme işaretine dönüşüyo.
yine bir: "ben anlamoor" tespitinde buluştuk. pazar sanki bizim ev, mağazalar ise komşunun terası. bu durum bi yılbaşında değişiyo heralde, ulusal kıyafetimiz olan kırmızı don alışverişine sarıyoruz. bence birçok kadın kendine alıyo, hediye filan diil.

yeri gelmişken bahsedicem: çocuk bedeninde ürünü olmadığı halde onlarca sezondur bütün iç çamaşırlarına çizgi film karakterleri konduran ve bunları dantellerle buluşturan oysho firmasıyla sorunum var. tek bu marka diil tabii. koskoca kadınların "lolita sendromu"nu beslemek bi yana, ortalığa bebek gibi konuşan kadın salıyosunuz. donunda mini fare, sütyeninde bambi olan bi kadın artık bütün günü 7 yaşında geçirir. çizgi filmler de kaç tanedir bilmiyorum, sonu gelmedi. snoopyden tut şirinlere, her şeyi gördük. unutulan karakterler oysho ile hatırlanıyor. müşterilere bakıyorum, "ay sefkiliiaamm ne şirin di miiiğğ bak my little ponyyy" diye mıyırdayan bissürü kadın. yaşları da yaş yani. olmasa nolur, 7 yaş üstünde bence tuhaf.

bana hastalıklı gelen bi pedofili çağrışımı var, hem ürünün hem de o bebek taklidinin. misal, bir ünlümüz "ben çocuksu seksiyim" gibi bi laf ettiğinde de hoplamıştı midem. neyse tamam, hadi heves ettin aldın, anladım, güle güle giy. o da olsun, peki. ama mağazada başka seçenek yok. ya baby tv ya da dümdüz, spor için üretilmiş ürünler. kadınlara tanınan alan bu. ya koşuyorum ya da emekliyorum. arada bi farklı bi ürün çıkarsa, o da inatla, nefret ettiğim siyah-pembe kombinasyonundan. siyah-pembe ne menem bir uyumsuzluktur?! siyahın yanına renk yakıştıramam pek zaten, bi de gidip şeker pembesi?! renklerin çağrışımları, hisleri alakasız bi kere. siyahın tüm asaleti, gizemi pembenin barbiliği ile, şekerleme haliyle söndü gitti. böyle sisler altındaki monica belluci'nin yanına "melebaaa" diye çıkıveren, iki yandan at kuyruklu bi britney spears adeta. anlatamadıysam sen anla.

neyse, oysho ve ben. çubuklu pijamamsı tiril tiril pantolonumun hatrına hep bi şans veriyorum, ama hep elim boş hep elim boş. etraf sevgilisine barbie desenli babydoll gösterenlerle kaynıyo. kaçarak uzaklaşmak. erkekleri de anlamıyorum. donunda gargamel deseni olan bi kadınlayken tonlarca soru işareti gelir insanın aklına. niye yani? niçün?

özet: o reyonlarda dolaşırken raf üstünden diğer müşterileri dikizlemeyi ve manasız gerginliklerini seyretmeyi seviyorum. eşine, çocuğuna, sevgilisine beşer beşer boxer alan kadınların aynı rahatlıkla kendine sütyen de alabileceği günlere.

mesela bi renk tutmuşum içimden.




hasretimden kolyede bile deniz deniz deniz.

4 Ağustos 2009 Salı

hellloooo black clouds!

kara kara bulutlar. öyleymiş böyleymiş. süpermiş geçermiş. biz bir aile, siz bir düdük. işler aslında dört dörtlük. kedi yavrusu gibi miğ miğ miğ miğ bütün gün. miğ ama miyav değil. olaman yapaman. hepsi kocaman. kapkara bulutlar, yağın üstüme öldürünceye kadar. bu iş çok zor yonca, yoncalar bile sadece 3 yapraklı icabında.

bi şi olsun, patlasın ne varsa. beklemeye tahammülüm yok, ben bekleyemeyenlerdenim. bilinmiyosa bildirirler, bekleme, yap gör. belirsizler doğuruyorum, sonra burnumu kapayıp boka atlıyorum. bi şi olsun şimdi, hemen. yağmur yağsın hadi. aksın düşsün. tüm musluklar açılsın ve sifonlar çekilsin ve nolur artık yaz böceklerinin tamamı büyük çatırtılarla toprağın altından çıksınlar. balıklar en büyük baloncuklarını üflesin ve kuşlar var gücüyle pislesin ve tüm memeliler doğursun.

kronometre, gülüm, soyun. sıfırlan. öl ve yeniden doğ. başlıyoruz.
akciğer denen balon, çatlayana kadar şişeceksin nefesimle.

bilinmezliklerden yılsaydım bugün burda olmazdım. nerdeyim bilmiyorum ama olmazdım işte. bu şehirde olmazdım mesela. ben bilemedikçe heyecanlandım ve eye of the tiger. yani bu öyle tuhaf bi şi ki iki gün önce yazıyorum, iki gün sonra felek yüzüme tükürüyor ve ben aslında tam da bunu bekliyorum. hayatla anlaşmamız icabı bu böyle: o bana heyecan, ben ona galeyan. kapı önündeki kediler büyürken ben şişen akciğerimi yelkenlere boşaltıyor olacağım. eye of the tiger demiş miydim? demiştim.

bi halt anlamadıysanız da mühim değil. anlayın diye değil. anladığınızı sandığınız şey de değil. böyle zamanlarda hep yan odaya patlıyorum niyeyse; çünkü bilinmezliklerden zevk almayı bilmek gerekir aslında.
yan odadasınız ve ben, kendi odamda, sadidas'ın şekil 1-a'daki çizimi gibi döne döne. 1 ay sonra ne olacağını bilmediğim dönemleri ipe dizsem tesbih olurdu ve sabredebilsem çekerdim. onun yerine kolye yapıyorum, çıngıl şıkır oynuyorum.

bırakırım olur, olana kadar ben dön dön dön, kulaklıklar dolusu müzik. illa ki olur. dönen müzikli şeyler lunaparkta çoktur ve kuyruğa girip beklersiniz binmek için. ben hiç binmem öyle şeylere. ama bak işte ileriyi görememe yetim var benim. yeteneğim bu: ileriyi belirsizleştirme becerim. mutatis mutandis icabında: lisede mi ne bize kişilik testi yapmışlardı, değişiklik isteğim %92 çıkmıştı. yanlış anlamışlar, ben istemiyorum, istemeden oluyo. anlaşmamız icabı durum bu: muta muta mutasyon. heyecan karşılığı galeyan. onun için artık toprak çatlasın bence ve balıklar zaten çok geç kaldı. bak kediler doğurdu bile.


kelimeler daha ziyade selçuk demirel karikatürlerindeki gibi, deniz, balık ve kule şu an.
akışkan, ele gelmez ve yıkılmaz. topunun köküne kibrit suyu.

2 Ağustos 2009 Pazar

with those things having been changed which need to be changed

yani: mutatis mutandis. "değişmesi gerekenler değiştiğinde" gibi bi şi türkçesi. merak ettiğim ve öğrendiğimde mutlu olduğum ilk ve tek latince kalıp. merhaba.
4 yılın sonunda tekerlememsi bi şi. mutatis mutandis, bazen bir bakış açısı bile olabilir. insana umut verir. niyeyse. bana verir yani, genellemiym. sanki o değişim sonrası süper şeyler olucak gibi.

neyse, mutatis mutandis diyoduk.

şarkısı olsa iyi olurdu bence. derken bi baktım, varmış:

şimdi bu şarkıları bulsam, indirsem, dinlesem. şiirleri de varmış, okusam... bence güzel olur.

ceteris paribus'u da günahım kadar sevmem bu arada. dönüşümlü kullanılabilirler; ama bu kalıbın ceteris paribus'tan farkı şudur: değişimi fısıldar. sabit filan değildir. sabit lafı etmez. sabit yok, sabit pis.


pazar günü evde çalışmak---

bi de

Sâbuş el bileğini kırdı, ama iyi şimdi. yarım alçıya geçecek haftaya. canı acıyo, daha da fenası bodrum sıcağında hiçbi şi yapamıyo. ama olsun, en azından eli, en azından bileği. canı acımaktan çok sıkılıyo, eminim. bu sıcakta ve hele ki 81 yaşında alçı çekilmez bi şi olsa gerek. bilezik bile takamıyo üstelik. hele bi geçsin, geçmiş olsun, "hafif ama kocaman boncuklu" bilezik sözüm var.

--

annemin bi arkadaşı daha hasta. beyinde tümör dediler, sonra ah tümör değilmiş, iyi huylu bi şiymiş dediler. göze yakın. ameliyata girdi, çıktı, yoğun bakımdan çıkamıyor. gözünü açıyor, merhaba diyor; ama bir duygu emaresi yok. kötü huyluymuş meğer, neymiş o bile bilinmiyor. beyin ne hassas bi organ, ne kırılgan, ne bilinmez di mi blog. annemin arkadaşı annemle yaşıt. iki oğlu var ve basketbol takımı koçu. o uzun ve komik kadın, şimdi doktorların "hiç beklenmedik bir şey oldu, anlamaya çalışıyoruz"larını bekliyor.

yani ne bileyim, bundan daha bikaç ay önce, annemle birlikte ortak arkadaşlarının cenazesindeydi ve birbirlerine sarılıp ağlıyorlardı blog. şimdi hastanede yatıyor. kötü huylu şeylerden yine. annemin bir arkadaşı telefonda hep "iyi olacak, iyi olması lazım, bak hoşgeldin dedi bana" diyor. diğer arkadaşı telefonda hep "bilmiyorlar, bekliyorlar, tahmin edemediler, beyin bu, belirsiz" diyor. gözünü açtı; ama yetmiyormuş; ön frontal lob muydu neydi, bi tepki verseymiş bari, şaşırsın, gülsün, ağlasın- tek bi duygucuk.

annem tatilde ama her akşam aklından geçiriyor arkadaşını, huzursuzluğunu biliyorum. ankaraya döndüğünde ilk gün hastaneye gidecek, kendi doğumgününde gittiği gibi. herkes, her şey beklemede. askıda. arkadaşı gözünü açıyor ve sonra yine kapıyor. 1 hafta demişlerdi, nerdeyse 1 ay oluyor.

o arkadaş grubu öylesine yorgun ki bence biraz iyi haberi hakediyorlar. ben 5 kişinin başına bu kadar kötü olayın gelebilmesine artık şaşırmıyorum. hep birileri kanser. böyle bir şey mümkün mü? grup küçülüyor, küçüldükçe büyüyor, çok tuhaf be blog. hepsi 50 yaşında alt tarafı. sabırdan, metanetten yaşlandılar. birbirlerine göstermeden ağlama ustası oldular. ben her defasında ne yapacağımı, anneme ne diyeceğimi şaşırıyorum. artık insanlar sadece kanser oluyor ve kanserden ölüyor. en azından benim 10 yıldır aldığım hastalık ve ölüm haberleri böyle. ve biliyo musun blog, çok korkutucu bu. annem benim ısrarla "arkadaşın nasıl" diye soruşlarımı anlamıyor; oysa "düzeldi, çok iyi" demesine sanırım benim de ihtiyacım var.

deney tüpü

deryik gururla sunar: hibisküs (bunun türkçesi hatmi bence) + tarçın çıbığı+ karanfil.
farklı oran- orantı problemleriyle giriştiğim deneylerimin sonucunda müthiş bi iksir elde ediciim. ilk deneme "azıcık baharat lazım"lık bi sonuç verdi, ben de tarçın ve karanfil aldım. bakalım. ah, limon yok. kısmet.

ayrıca: yaban mersini kurusuyla bi ömür geçer, bi de pahalı olmasa.. neyse, rafine zevklerim ve ben bugün bütün gün işbaşı yapıcaz, o yüzden önemi yok. bu ay ben iş çıkışında, haftasonunda ve hatta uykumda bile ek mesai yapıcam galiba. ücretsiz. çaylar şirketten, emek çalışandan. hohoho. olsun, ben işimin bu kısmından zevk alan bi gerzek olduğum için ses çıkarmiycam. sonra.. sonrası güzel. sonuç güzel. basılı rapor fetişi.

şimdi oda çalışılabilir bir hal alsın da başliym bari. oççakal pazar günü.

ayrıca, dün, hisarda: yıl 67'ydi. afişini çok sevdim ben.
hisarın cilvesi: boğaz turları. josephus ft. mezdeke.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker