30 Eylül 2009 Çarşamba

metal sabun

böyle bi ürün var. dün mermaid hanımla konuşurken aklıma düştü. 8 liraymış galiba genelde. elinizdeki her türlü kokuyu gideriyo. böyyyük şefler bunsuz mutfağa girmiyomuş mu ne. tabii sonra eliniz metal kokabilir, veznedar ruh haline bürünebilirsiniz, bilemiyorum.

29 Eylül 2009 Salı

meyme.net

yabancı blogları geziyorum. "small things excite me" diyen amelie hallerle dolu ortalık. demiyolar bağırıyolar. hep de aynı small things gözünüzü seveyim. küçük çiçek, küçük kek, küçük kolye ucu, küçük fiyonklar... biri de küçük karafatma sevsin, şaşıcam. biri de yavru akbaba çizsin. mesela yani. ayrıca "what about big things sweetheart, how about the very very big things?" dememek için zor duruyorum. kötü kedi şerafettin- garfield buluşması gibi.

lookbook.nu'dakilerin çoğunun kilometreler ötesinde aynı görüntünün on bin yankısı olabilmesine de şaşıyorum. bi tane küçük çiçekli eteği olan kızın da omuza asılmış koyu kahverengi postacı çantası, panama şapkası veya numarasız dev gözlükleri olmasın. ya da o eteği göğsüne dek çekmesin. şaşıcam gerçekten. tahmin edilebilir orijinallikler yoruyo. saç modelinden oxford ayakkabısına kadar harita metod defterin çizgileri gibi muntazam ve süreklilik içinde. ama en bi varoluşsal bunalımlar, "exciting small things" sonucunda örüldüğüne inanmalıyız mesela o hardal sarısı/lacivert/ekru renkli bol hırkanın.

tahmin edilebilirin ötesinde, adeta zincir reaksiyon. bi başladı mı devamının nasıl geldiğini bildiğimiz şeylerden; pembe dizi de olabilir. tayland'dan yunanistan'a aynı şeyi en bi orijinal zannetmek de toplu histerinin online versiyonu galiba. üstündeki iki parça kıyafeti söyle, doğumgününde hediye olarak ne alabileceğini söyliym, öyle haller. hep aynı hep aynı. insan fotokopiyi göre göre ıslak mürekkebin neye benzediğini mi unutuyo nedir, bilmiyorum.

yani ergen analizimi derinleştirmem gerekirse, emolar da aynı mesela, ama birbirlerini tutuyolar, bi grup psikolojisi var, aynılıklarının farkındalar. bu bahsettiğim kadroya ise amelieler desek, birleşseler, farklıymış gibi yapmasalar? ufak çiçekli penye kumaştan beli lastikli, diz üstü etek alımlarını toplu yapabilirler hem. mary jane ayakkabıları da öyle, en bi T bantlısından, indirimli.

hadi bilimsel katkım olsun, adı var bu small things excite me halinin: japonyada zakka diye biliniyo-imiş. ordan iskandinavya filan, yayılıyo. kısa bi araştırmam sonucu gördüm ki bu ekol zakka tarifine uyuyo. zakkacılar filan desek, ne bileyim. öneri öneridir. "zakka amelie" de olur, doğu batı sentezi. isimsiz bırakmaya kıyamıyorum. bo-bo da dendi zamanında ama bu başka.

yabancı blog konusunda başa dönersek, açıklıyorum ki susie bubble candır. en azından kendi kendince ve komik. "boynu bükük öldüler" pozu da vermiyo. verse de başka veriyo filan falan.


yaşlandım. batıyolar. evet ben de şahbazım. hıh.
başlıktaki domain name de benden size hedaye ossun.

in progress


odamın duvarlarıyla barışıyoruz.

28 Eylül 2009 Pazartesi

paranoya

ofiste blog lafı geçince iyice sessizleşmek, havalara bakmak, alnımdaki "bu kızın blogu var" yazısını gizlemek için saçlarımla oynamak falan filan.

hala oluyo yahu.

27 Eylül 2009 Pazar

sarı elbisesiyle ormandakilere bal dağıtan kadın

önce tütün deposu. hiç niyetim yokken bienali kazıkladım, adam "siz de öğrencisiniz heralde buyrun ücretsiz giriş için formunuz" dedi. eski kimliğim de duruyo hala. napiym, öğrenciyim evet. ay sonu öğrencisi. tütün deposu 1, tütün deposu 2. diğer 2 ağır top başka zamana bırakıldı.

bu arada bienaldeki rehberlerin gezdirdikleri mini ekibe kapitalizm nedir onu anlatması gerçekten çok ironikti. hatta bi dahaki bienale bence bu grupları çektikleri amatör bi video çalışmasını dahil etsinler. kapitalizm karşıtı brechtten ilham almış sergiyi gezmek için parasını verip gelen 5 kişi, yine parasını vererek kapitalizmin ne olduğunu dinledi. ah ah, böyle içimde kapılar gıcırdıyo yemin ederim, gülümseyerek seyrettim. başlı başına bi sahneydi. rehber de "kapitalizm bizim şöyle şöyle yapmamızı ister, onların işine gelir" diyerek "onlar"ı öyle güzel soyutladı ki, tadından yenmez. the kapitalizm yani- uzakta, ötede bi siyah, tüylü canavar. özellikle realkapital grafiğinin önündeki coşkusu, canavar kapitalizmin vücut bulmuş halini (sermaye-üretim grafiği! hem de grafik!) gösterebilme sevinci... neyse işte, ben öyle uzaktan takıldım o görüntüye. sadece rehberin mute tuşunu aradım. yoksa sergi, bienal güzel şeyler bunlar. canına yandığımın ankarasındaki kurak çorak hallerden sonra, bienal yazılı boş duvar bile seyredebilirim.

octet bi de. pera müzesi. octet gerçekten güzeldi, iyi ki iyi ki bitmeden yakaladık. eserlerin açıklamalarının olduğu minik beyaz kitapçık işe yaradı. o kitapçığı almayan, "hmm bu da çirkin diye buraya konmuş heralde, eveeaat" diyerek gezen ve her heykelin yanında öpercesine poz vererek fotoğraf çeken çift.. ya tamam ben de alemin sanat eleştirmeni değilim; ama neticede bi müze. bi edep adap, bi hal duruş, bi şiler gerek işte. ikisinin de alakası yok, birbirlerine sanat şovu için gelmişler ("timuçin octetim geldi koş"), şov yapamadıkları zaman da esere bok atış. "bu ne len böyle? ahıahıahıahıahıaha". onun ne olduğu yazıyo okusan coni. okumuyosun, bağırıyosun ve bi de çiftsiniz. tahammül ötesi.

bi de işte kat kat kat pera, o güzel. osmanlı donanmasına kısa bi uğrayış. filmekimi borşürümüz var. ayrıcaaaa etkinlik haritamız ve onun arkasında zaman çizelgeli süpersonik bi tablo var ki fetiş objesi gibi duruyo öylece. planlanabilir oldu her şey iyice, işime geliyo.

şimdi, 12 saatlik uykumdan sonra, kahvaltı ve yollar yollar yollar.

başlıktaki ben değilim (sarı bana yakışmaz), o bi resim, o bi octet.

24 Eylül 2009 Perşembe

gezgör

biçok istanbullu gibi, bienal planı yapıyorum bugün. ofiste. yan etkinliklerin sayısı bile baş döndürücü. top 10 yapiym dedim, top 20, 30 öyle gidiyo. bi de filmekimi gelir, tam oluruz. bitiş tarihleri sırasına dizeyim bari dedim. üniversite öğrencisi olsaydım, her şey ücretsiz olsaydı, hayat bana güzeldi. lakin öğrencilerin de dersi oluyo işte. hele çalışan öğrencilerin hem dersi hem işi oluyo. bkz. kavalyem. fena, o da fena. işlere ve okullara bienal izni gelsin bence. eskiden ne güzeldi, örtmenler elimizden tutup müzeye götürürdü, hiç böyle şeyler olmazdı.

ay tek bir mekandaki etkinliklere bakıyorum, ayakta durdukça düşen tansiyonum, vagotonim ve ben, heyecan içinde kaç saat süreceğini hesaplıyoruz. istanbul modernin yaz kış 18 derece olan salonlarından bir yaz günü donarak kaçmıştım mesela. böyle değişkenleri de hesaba katıp süpersonik bi plan yapıciim.

ammmaa fena başım dönüyo şu an. öyle ki yani.... titrek çizgi.

bienal deyince ben, hep baharla ve babasıyla bienal turuna çıktığımız günü hatırlarım. 2 yılda bir o günü anıyorum, evet. manyak bi fırtına sırasında, boğazın iptal edilmemiş son vapurunun en üst katında, açıkta, denize düşmemek için yapıştığımız demirlerde, en 14 yaşındaki halimizle gülüyoduk. bahar hatta, 12ydi. aya irini'ye gitmiştik ve o dev örümcek, en metal, en devasa ve en zarif haliyle orda duruyodu. gerisi bulanık biraz, 10 yıldan fazla olmuş işte. çok da havaya girememiş olabiliriz o yaşta. ha bi de, tahta kanatlar vardı, istersen takıyodun, aya irini'de ufak bi tur atıyodun filan. annemle de bi bienal anısı var bulanık. sonra üniversite zamanı lise arkadaşlarımla var. minik minik. ama en güçlüsü o vapur günü işte. yağur, soğuk, en bi gri-lacivert istanbul... fırtınanın kudretini hissediyosun, hele ufaksan. bu sebepten naşi, bienal deyince, fırtına, aya irini kubbesi ve ahşap kokusu karışımı bi şiler hissediyorum içimde.

büyüdüm. şimdi o ve ben, 11. bienale doğru, en bi programlı.
çok zevkli olucak çok... bi de seçebilsem.

böyle bi bienal sokaklara çok yakışırdı aslında. komik diil mi aslında, brecht'ten ilham almış bir etkinliğe para vererek girmek? çatılara, iskelelere, sokağa, meydanlara filan dolmalıydı sanki. gerçi sabancı köşküne kıyasla okul, antrepo filan daha halktan yerler tabii. müzelere bakınca içindekilerle aranıza çekilmiş para duvarı görmek pek mümkün. öte yandan, hizmet sektörü, temiz tuvalet, audio-guide falan filan. şehirden etkinlik şelalesi akması güzel şey.

---
mudanya özdilek dinlenme tesislerinde birisi kadınlar tuvaletinin sifonunun üstüne "tek hayalim kanada" yazmıştı. sonra kanada yazıp yanına kalp çizmiş. etkileyici bi yanı var aslında. en azından sifonu çekerken 2 sn kadar bi durup düşündüm- sonra kanadaya gitmiş midir acaba?



bienalde müzekart geçmez mi ya?

22 Eylül 2009 Salı

papalina

blogger'a bi şi olmuş, yine hiçbir yeri açmıyor. ktunnel denedim işe yaradı. abesle iştigal.
3 gün içinde büyülendim, yenilendim, bi şiler oldu.

araba ve yollar sonunda, biz cundaya aşık olduk. cunda başka. ayvalık da öyle. öncesinde benim için "güzel bir sahil beldesi" deyişinden öte gitmeyen ayvalıktan çok özür dilerim. etrafa mı bakalım, bi şiler mi yiyelim şaşkına döndük. ama cunda başka. cunda, kıymetlimis. bozcaada mı cunda mı dedik, cunda kazandı. araba olması da bi ayrı rahatlık imiş. ayışığı manastırı ve 2.köydeki ıssız deniz sebebiyle bile cunda. cuncuncun.

neyse işte, trafiksiz bi şekilde geldik. muhtelif tekrarlarla cunda özeti yazabilirim; ama sonra. sakin sakin, sindirerek yapıcam onu.

feribot kalabalık ve çocuk doluydu. bi kez daha anne-babalardan rica ediyorum (çünkü hepsi burayı okuyo): çocuklarınızı rahat bırakın. her saniyesinde bi bilgi edinmesi gereken makineler değil onlar. dibimizdeki baba, 6 yaşındaki kızına barbili bi dergideki bütün falları okudu. evet fal. hani kendisi ve kızı değil, kızının gösterdiği bütün burçları. sonra boyama yaptılar. kızdan çok babası eğlendi, kıza sürekli bi stimulus hali: "bak bu fırfır. fııır fııırr! siyah yapmayalım fırfırı, bu iyi olan kız, ama istersen saçını siyah yapalım. saaç! bu ne renk? bordooo! hadi bana fırfır göster" ay kız 6 yaşında be adam! kazık kadar! ne renk öğretmesi! portakal suyu içelim, portakal suyumuzun "partikül"leri olsun ki tazeliğini anlayalım, fırfırları taşırmadan boyayalım, dırdır dırdır oydu beynimi. çocuğu eğittin, süper oldu, o 1,5 saatlik seyahatte alim ruhu emdi; ama o çocuk maalesef kalabalık yerlerde adabıyla oturup gürültü yapmamayı öğrenemedi. senin yüzünden herkesin beynini ütülemeyi bi hak görüyo kendinde. yani zurnanız zortladı bayım. olmayan migrenim azdı yahu. uslu da bi kız, bıraksan öyle börtü böcek, barbi resmi filan, takılır kendi kendine. babası dürtüp durdu yol boyu. "etkileş benimle dehasu, nöronlar arası boşluğunu kısaltıcam, ilkokul 1'den 5'e atlatıcam". kızın annesinin bile içi geçti yemin ederim. rahat bırakın çocukları. çocuk o.

bilmiyorum, annem beni çok fena oyalardı yolda, belki ondan. çenem mi düştü, mızmızlanıyo muyum, "camdan bak, gördüğün yeşil tonlarını say; ama aynı rengi iki kez sayma sakın" derdi mesela. bolu'da! saatlerce sayardım kendi kendime. ciddi ciddi. defneye de mesela "parmaklarını birbirine 20 farklı şekilde dokundur" filan derdi. debelenirdi garibim. ondan heralde, böyle çocuğun tepesinde eğitmen zebani hallerini anlamıyorum. çocuğu "eğleme"yi de anlamıyorum. çocuk be o. bıraksan yeşil sayıyo işte. söyle bi şi, oyalanır. olmadı uyur. olmadı sus dersin, susar. aaaaagh yani. yoksa böyle oyna oyna oyna, sıkıldığında bırakmak iste, çocuk devam etmek istesin, yine bi çıngar, ağlaşma. gerek yok.

öyle işte.

feribot dırdırımı bi kenara koyarsak, ruhum dinlendi aslında.
şimdi izninizle fotoğraflara bakıp şu 3 günü döne döne yaşiycam.

18 Eylül 2009 Cuma

daire

tatil. kırıntıları toplayıp ekmek yapmak. ite kaka, zorla. oldurduk resmen. bayram sevincini, aile saadetini geçen hafta yaşadım bitti. şimdi nihai hedef: tatil ve kutlama. ofisin son gününde içim şiş vaziyette dakika sayıyorum, bitmek bilmiyo yemin ederim.

yol, araba, feribot, yol bizim yolumuz, feribot demiş miydim, kitap, 1-2-3-4, mis. yardımcı pilot ben ve haritalar. genelde iyi anlaşırız, bu sefer de öyle olsun rica edicem.

dün 8 saat (6+2) toplantı yaptım ben. toplan toplan bitmedi, iyice dağıldı diyebilirim. dünyayı kurtarıcaz aslında ama şimdilik söylemiyoruz, kurtarınca farkedersiniz zaten.

dünya bankasının websitesinin kolaylığına bayılıyorum. sırf kolay diye girebilirim. öyle bezdim canımdan bu ara. search deyince dediğini yapan bi site.

ay bazen bazı dengeler bana çok salakça geliyor. sevincinden uçanları yere indirmek, hıncından ağlayanları silkelemek filan istiyorum. "hakeme sözlük, gözüne de gözlük" cidden. hassas kantarların ayarı meselesi. topuzu kaçmış, herkes alkışlarda, ölümsüz anları çerçeveletiyo filan. almıyo kafam. bi de gönüllülük esası var bunlarda, bile bile lades yani, iyice komik. ayrıca kral da çıplak işte. gözünüzü kaçırmanız bariz gerçekleri gizlemiyor. işinize gelmiyosa o ayrı, bilemem. ay neyse.

babylon dergi no.1... elimizde elimizde.
roll yayın hayatına son vermiş diye duydum. içim acıdı. daha 150. sayı olucaktı, poster vericeklerdi, büyük ümitlerim vardı.

dün o kadar çok yürüdüm ki ve sonra o kadar mutlu uyudum ki haftasonuyla arama bir cuma gününün girmesi gerçekten büyük bi ayıp.


sevdiğim adamı daha çok sevmek için beklenmedik anlarda bi sebep çıkıveriyor, görseniz şaşarsınız.
iyi ki, iyi ki diye sayıklayıveriyor insan.

16 Eylül 2009 Çarşamba

alfabeye harf kabulü

devrim olacaksa da onu da biz yaparız.
q,w,x harfleri alfabeye dahil ediliyomuş. "harf kabulü"nün mantıksızlığına girmiyorum bile. yakasına rozet takacaklar heralde.
ben bi yasakta ısrar edip sonra onun etrafından dolanma derdini anlamıyorum.
yasak ne? türkçe alfabede olmayan harfler kullanılamaz.
yani? q,w,x. (diğerlerine henüz sıra gelmedi.)
çözüm ne?
aklınıza yasağı kaldırmak gelebilir, hayır.
biz bu harfleri alfabeye katıyoruz onun yerine! yasağa devam aslında.

şimdi şöyle bi sorun var tabii.. bu harflerin telaffuzu, temsil ettiği ses ne olacak? kürtçeden mi okuyalım ingilizceden mi? türkçede yok malum. nerden ses vericez bu harflere? w sesi yoksa belki de bu dilde olmadığı içindir? bu w düşmanlığı değil ki. w türkçede yok, başka dillerde var. başka dillerde var diye kullanılmasının yasaklanması bence abes. ama türkçede varmış gibi yapmak da aptalca. q,w ve x harflerinin "türkleştirilmesi" halini sevmedim ben. dilde olmayan sesleri dahil edelim, yeter ki devletim yasakçı görülmesin.

daha da komiği, canım şapka işaretini kaldırdılar. ne işgüzarlık.
kar ve kar ve yar ve yar ve hala ve hala karmaşasını yarattılar. sadece o da diil. dilde olan ama alfabede yer almayan başka sesler de mevcut. a da olduğu gibi, kapalı e- açık e ayrımı mesela olsa, bence güzel olurdu. benim adımı yanlış söyleyen onlarca insan var bu e farkı yüzünden. arapçadan, farsçadan naşi bu sesler var işte. ü ve û mesela. başka dillerde de, bizde de var. iş görürdü yani. şapkaya niye takılır ki insan?

şapkaya takılanın q,w ve x'inden nolur? harf kat, işaret at. ama sakın sakın yasağını değiştirme. türk alfabesine harf katıyolarmış. türk ama. en türk alfabesi.

açılım bu: bu harfler kullanılacaksa da bizim alfabemizde olduğu için kullanılabilecek.
çok açılmayın, ilerisi boy.

15 Eylül 2009 Salı

kunduz

işte bu oldu blog: üniversite ve master bitti, işe girdim ve düzenli aralıklarla işinden şikayet eden uyuz bi genç oldum. kadıköyde bi sokakta yazdığı gibi: laptoplı proleter. acılarımı sevsinler.

topuklu sandaletten parmakları öne doğru taşan kızlar var ya, hani hatta aynı ayakkabının tabanında etiketini itinayla saklarlar, her adımda beyaz beyaz içim kıyılır, işte onlardaki o gözlerinden saçlarından fışkıran özgüven benim havsalamın ötesinde. çıkılak çıkılak. işte soğuk havaların gelmesini istemek için bir sebep daha.
gerçi etiket sorununu çözmüyo. satış noktasında sökülse ya o etiketler cidden.

aklıma gelmişken: şu hayatta sevgili jelatinden daha güzel "avam" diyen birini görmedim. havası yeter.

ankaradaydım ya ben, burcunun saçı deli gibi uzamış. biz sonra burcuyla dans ettik. sonra saçımız sigara kokmadı. sakızlı shot teklifimi kabul etmiş nada; hatta bi jest yapıp ikram ettiler. ama gidip şuruptan yapmışlar, "falım gibi olmuş" dedi burcu, aynen. likör kullanınız.

insanın sinek ilaçlama araçlarının sesini ayırt etmesi ve fırlayıp camları kapaması ne kadar tuhaf di mi blog. yarın uyanacağı günün yeni bir gün olmaması da bi tuhaf. yeni günler lazım oysa insana; yenilenme fırsatı verilmiş günler.

o kadar işte.

14 Eylül 2009 Pazartesi

bazı şeyler zor, evet.

annem bi şiler anlatırken bi anda durup "aslında... tam fulyalık bir şey bu" dediğinde, öyle buruk gülümsediğinde, biz fulyayla geçirilen her anı bir salisede anıverdiğimizde ve o salisenin sonunda huzurla gülümsediğimizde, durumu "fulyalık"tan daha iyi anlatacak bir kelime bilmediğimizi fark ettiğimizde ve sırf bu sebeple fulyayı biliyor olmanın nasıl bir hazine olduğunu anladığımızda...

sanki bunların hepsi saatler sürmüş gibi yoğun geldi bana.

fantirifistan

bugün beynim sündü yemin ederim.

eve az önce geldim. bi sonraki ofis günüme 12 saatten az var ve bugün ofiste 12 saatten fazla kaldım. bi ara toplantı salonuna döşek sermek üzereydik.

"siz işinizi takip etmiyosunuz ben sizi nası takip edeyim, siz bana geliceksiniz"
"ben sormadan iş yapmayın, ben sormadan önüme iş getirmeyin".
15 dakika arayla filan. sünmede etken madde: tutarsızlık.
her geçen gün sisifos'u daha iyi anlıyorum.

ankaraya kuru gittim, kuru geldim. artık dişim de tamam. tüm şaşkınlığımıza rağmen, ağzımda çürüyebilecek tenha bir köşe kalmış ve tabii ki o da çürümüş. deli olucam. dişim kadar dolgum var nerdeyse. eşek olsam beni pazarda bırakırdınız. cariye olsam hamamda boğardınız. öyle yani.

ankara demişken, "belediye eliyle sanata giriş 101: suluboya defterinden fayans döşeme çalışmaları" adlı derya baykal çağrışımlı uygulamada, kuğudan sonra ankara kedisine gelmiş sıra. mesa'dan aştiye doğru giderken yolda bi köprü altında yolcu indirdik. geldik sanıp gözümü açtığımda, uykusuz'daki sinirli isimli kedi karşımda duruyo, farklı pozisyonlarda sekerek tüm asabiyetiyle "ankara bir başka güzel şimdi" sloganını destekliyodu. insan banyo fayansı üzerinde sinirli görünce bi an rüyada olduğunu sanıyo. tutamıyoruz sanat yapıyo resmen. 15 m bile olmayan o geçitte ankara kedileriyle arama belediye girdi.

tiftik keçilerini 3 boyutlu kullanmıştık ama bence fayans dizisinde önemli bi yeri olabilir. daha çevik bi hayvan bi kere. tos vuruyo filan. ankara animals on action. kuğudan sonra ziyadesiyle hareketli, ankaranın seğmenlerine yakışır bir coşkuda keçi. hem asena da aslında keçiymiş. bağlantılar dolusu.

ofisteki bilgisayarım çökmek üzere. o kadar yavaş ki, o kadar yorgun ki, bellekte geçici dosya açacak yeri bile yok. outlooktan mail gönderirken "yer yok" gibi bi uyarı almayı beklemiyo insan. gören de tasarım programlarıyla coşuyorum sanar. kullandığım bi word, bi excel, çok çılgın bi günümse powerpoing ve adobe reader. ne yani, anlamış değilim. genel olarak anlamıyorum zaten, o yüzden iyice basitleşip tersine evrimle hesap makinesi oldu alet.

Sabuş'un bileği hiç iyi değil. parmakları ve el kası için fizik tedaviye gidiyo ama 82 yaşında ve nazenin bir hanfendi olarak, kesinlikle kaslarını çalıştıracak hareketle yapmıyo. "anneanne elma topluyomuş gibi yap" diyorum, sabuş elmayı sevgiyle okşuyo. "şu elmayı sevgiyle okşama Sabuş, kopar" diyorum, gülüyo. sağ eli üstelik. içe dahi kıvıramıyo. iyileşse azıcık. eskisi gibi olmasa da, bari bi şiler tutabilsin.

kuskus yiyorum. kuskus yapmıştım. ben seviyorum galiba bu şeyi. en son yediğimde yaşım sekizdi.

bu havalar ve kısa saç tek bi şi ifade ediyo: şapka.
ankarada bıraktığım 2 şapkamı ekimde filan getiricem buraya. oh.

radikalin federer'in bacak arasından vuruşunu kortlarda ilk kez oluyomuş gibi yazması da tvde yanlışlıkla tenis maçına denk gelmişler de yorum yapıvermişler hissine sebep oluyo. "olm naptı gördün mü layn"ın ötesinde bi habercilik fena olmazdı. daha önce görülmemişmiş. ayıptır yahu. "ben görmedim ya siz?" filan de bari. ben bile mesela, bunu federerden 3. kez görüyorum en az. gülerim gülerim ama neremle. hıh.

yüz kere önünden geçtiğim bazı yerlerin içine girmeye karar verdim.

son enerjimle bunları yazdıktan sonra, duşun altında uyumak istiyorum.

11 Eylül 2009 Cuma

bi çılgınlık yapıyorum

yola çıkıcam.

bu sefer sanki "valla felaket olucak, bak nasıl da önlem aldık" şovu gibi geliyo. dostlar alışverişte görsün. inanmıyorum. kar yağdığında da yapmışlardı. inanmak istemiyorum. gerçi bugün bizim ofis bile erken kapandı. niyeyse manyetik bi güç beni ankaraya doğru çekiyo resmen. gidicem işte, hem de gece yarısı, hem de otobüsle. size boludan kart atamam ama kulaç atarım artık. gecikme olucakmış, kabulüm. dişçi için, dişçiye doğru, dişçiyle.

esen kalınız.

10 Eylül 2009 Perşembe

akraba ve komşuların hayatımızdaki yeri

bugün bi fazla yazdım biliyorum ama..
melih gökçek sayesinde ankarada sosyal ilişkilerin güçlendiğini siz de düşünmüyo musunuz?

susuzluk varsa, civar illerdeki akrabalara..
sel basıyosa üst kat komşunuza...
biz el ele gönül gönüle, hep beraberiz.

o bizi uyarıyor, görevini yapıyor. bugün bakınız, bir kadir topbaş kimseyi uyarmamıştır, "alın tırınızı üst kata çıkın" dememiştir. melih der. melih sorar, "bu yağmur aynı yağmur mu" diye uzmanlarına, bizi uyarır. sele uykuda yakalanmamayı önerir*. işte şehircilik, belediyecilik, vatandaşa nanik yapmacılık, 15 yıl itinayla gözüne sürmeyi çekmek budur.



*"Yani Allah korusun uykuda bir sel felaketi ile karşı karşıya kalırlarsa çok üzücü olur. O açıdan ikaz etmek istiyorum". canım.

laytyazı

altın rengini sevmiyorum ben. takıda filan. kokoşluk eşiğinde olabilirim; ama parlamam. böyle allı pullu, simli, lame dore şeyler filan, feci boğuyo beni. gündüz vakti altın rengi simli ayakkabı giymiş olan komşu kızına tuhaf bi ilgiyle baktım ben. keza başka bir lame, kocaman çantaya.. o nasıl seviyo, ben neden sevmiyorum, ne kadar başka zevkler falan filan... hani gece bile değil yahu, bakkala gidiyo. ışık ışık. kötülemiyorum da yani, bana fazla geliyo.

parlak, bağıran şeyler olunca takı kendi başına bi şeymiş, onun aksesuarı benmişim gibi geliyo bana. evet, öyle parlak şeylerin yanında sönük kalan biriyim, napalım. ordan pul burdan payet, burdan tül ordan tüy, pek benim harcım değil. çok kalabalık bi kere. renk seviyorum, minik kristalleri seviyorum, ama o kadar. ötesi yok. parıltı seviyorum, "parlak" değil. hele hele radyoaktivite sınırında ışımaya sebep olacak şeyler- asla. aksesuar olarak hiç sevmiyorum. odamda da nadiren, duruma göre. altın hariç.

bence, sade bi şekilde tasarlanmış, tercihen asimetrik, mat şeyler güzel işte. akıllıca. bağırmıyor, tamamlıyor. bi esprisi var genelde. malzeme daha çok öne çıkıyor, doku daha iyi anlaşılıyor. bir tat bir doku. kıyafette de öyle. pahalı tasarım ürünleri demek değil bu. bağırmamakla ilgili. ebat da değil konu tam, büyük olabilir bi takı; ama öyle olur ki bağırmaz.

altın bile bağırmayabilir aslında; ama türk kuyumcuları hafif arabesk takılıyor, altın görünümlü taklit ürünler de. yoksa mat altın diye bi şi var bi kere. amaan anlatamadım. arada bi istisnalarım olabiliyo evet; ama dore ve lame fobim hakiki. adım attığında kafalar dönsün istiyo olabilir insanlar, bu da doğal. ama ben, şıkır şıkırlıkla, gösterişle, ihtişamla göz yorma arasında kalın bi çizgi olduğunu düşünenlerdenim. bu çizgi biraz estetikle ilgili de olabilir. "aa o da olsun koy sepete bulunsun"culuğu sevmiyorum. Sabuştan sebeple böyleyim, napiym.

şimdi bunu niye yazdım, pek bi sebebi yok.
sadece altın renkli, büyük ve ışıldayan takıların bende bir tür korku yarattığını fark ettim galiba. üstüme üstüme geliyo yarabbim. etrafta görünce de öyle. belli bi yaş üstü tamam ama, benden küçük kızların darphaneden yeni çıkmış gibi altınlara boğulmuş, salkım saçak gülümser hallerini görünce, cık, sevemiyorum işte. hem hakikaten yaşlı gösteriyo yahu. muhafazakarım bu konuda. aynı kızların 50 yaşındayken de çizgi film karakterli tshirt giyerek zaman algısı şaşmış bi halde gezinmesini pek mümkün görüyorum ayrıca. gençken olgun, olgunken de dolgun görünmek istemek.

*
Sabuş demişken... alçısı çıkmış. sağ bileği için hafif malzemeden bilezik arıyoruz.
boş durması teklif dahi edilemez zira.

mimar sinana karşı

mahçup haller. utanç hatta. size de oluyo mu bilmem.
rüyama girip "bre deyyus... ne len bu?!" filan dese haklı. utancımdan yerin dibine..
ne len bu hakikaten? şehir diil o kesin de, ne yani?
hipokrat yemini gibi, sinan yemini filan mı geliştirseler acaba. mesela kadir beyin öyle bi yemini olsa fena olmazdı. misal dere yatağına deprem sebebiyle de ev yapılmamalı. dere neticede. zaten ev yaparken deniz kumu da kullanılmaz. hiç işte. yalovada yıkık binaların ana kolonunda deniz kabuğu gördüğümüz günleri çabuk unuttuk.

15 yıldır bu şehrin belediye başkanlığını kimler yürütüyo bi düşünelim. derenin intikamıymış.

dün bizim sokakta dalga gördüm. DALGA. yokuşun sonundaki virajda sörf yaparak köprü yoluna inebilirdim. 4 dakika içinde 25 cm yüksekliğinde bi dere oluştu. arabaya nasıl bindim bilmiyorum. annem 3 saatte bir arayıp hava durumunu ve benim nerde olduğumu soruyo.

cuma gecesi ankaraya gidicem ben. cuma-ctesi hava beter olucakmış. rafting deneyimim olmadığı için yola çıkma konusunda biraz endişeliyim. diş ağrım da yok aslında ama lazım işte. ertelenemez durumda. bekliyorum, görüciim.

neyse... sel sonrasını düşünüyorum. ortalık çamur içinde. elektrik ve su yok. maddi hasar feci ama daha fenası, içme suyu bile yok tahminen. bunun devamı genelde ishal-dizanteri filan diye gidiyo. afet koordinasyon sorunu olsa da heralde afet sonrasının ne olabileceğini biliyodur devletim milletim. ikitelliyi geçtim, misal, dün etiler boyunca bir tek mazgal, gider vs görmedim ben. bütün bu sular bi yerde birikiyo, bi yerden taşıyo. ikitellinin kanalizasyonu şu an sokaklara karışmış vaziyette. daha fenası da olabilir elbet o kadar detayı bilmiyorum.

bebek güzelleri için yeni moda balıkçı çizmesi bu arada. mini etek altına siyah plastik. çok güldüm çok.

-

bienal başlıyor. darbe yıldönümünde başlıyor, doğumgünümde bitiyor. brecht'i bienale yetiştirdim okudum ya, saçma bi mutluluk duyuyorum. "insan neyle yaşar", çok temel bi soru. bi yerden afişini bulup alıcam. arakliycaktık, içime sinmedi. oyununu da izliym tamam olcek.

üç kuruşluk roman ve bi de körlük, sürekli aklıma gelen kitaplar bu 2 gündür. suda yüzen LCD televizyondan medet ummak, çamurdan tuşları bile küflenmiş televizyona ganimet gibi sarılıp gülümsemek, kötülükten mi cidden? sel sularında porselen tabak avı, çok canınızı acıtmıyo mu? ne bileyim, sel sırasında silah yağmalanması fotoğrafını duvara assanız "modern san'at" diye, batı avrupadan alkıış kopmaz mı bu soyutlama için? kelimeler heceye dönüşüyo, anca böyle "sil..yok...fen...tah" filan diyebiliyorum. sahneler sahneler.

*

ayh neyse. bu haftamız da selle geçer. önümüzdeki haftalar için sağlık bakanlığı domuz gribi telaşı önermiş, bilemiyorum, diğer yetkililerin menüsüne de bi bakmam gerek.

9 Eylül 2009 Çarşamba

türkçesini sevdiğim...

istanbuldaki sefaletle ilgili açıklamalarda "altın odun" ödülünü valiye veriyorum.

belediye başkanı "insanoğlunun çevreyi doğayı maalesef çok hoyratça kullanmasının faturası" demiş. hangi insanlar? evinde oturan vatandaş mı, bu kararları alan yöneticiler mi, 50 bin meşenin kesilivermesinin hiç de mühim olmadığı iddia edenler mi, kimler bunlar kadir bey? adını koyalım.

yatağından uzak düşen derelerle ilgili konular bunlar. yüzyılın yağmurunun yağmasını pek de bahane göremiyorum. çünkü bu gezegende muson yağmurları oluyo. onu da geçtim, hollanda deniz seviyesinin altında bi ülke. isteyen yapıyo yani. suyu pompala, çalkala, uzaklaştır. mümkün. "bişcik olmaz" altyapısıyla şehircilik nanay. felaketi düşün. yağmurdan değil, dereden sebeple düşün ama. depremi düşün. depremde çökse o yollar, yine dere suyu basar.

neyse, ödül valiye demiştim.
çünkü sel sonrasında yağma yokmuş.
evet o insanlar eşyalara sevgiyle sarılan sevgi kelebekleri.
en çok da:

"Su baskını olan yerlerde araçlarının başında olan vatandaşlarımız yok değil ama hiçbirisinin şu anda mahsur kalıp sel tehlikesine maruz kalan bir durumu can güvenliği açısından yok."

türkçesini sevdiğim, hakikaten. geveleme demagojisi.

morcivert

Hava nasıl bulutlu. gri-lacivert bi dumanın içi gibi. bulutların bu kadar büyük ve koyu olması tuhaf bi ihtişam katıyo. nuri bilge ceylan olsak film çekerdik. işe geliş gidişlerde gözüm bulutta koşturmak güzel. henüz ıslanmadığım için de olabilir.

bozcaadada şarap aksesuarları satan bi mağaza vardı. içerisi detay cümbüşü. şarap şişesi şeklindeki mantar pano ve şişe, kadeh, üzüm ve tirbüşon şeklindeki pano iğneleri mesela. minik şişe mantarı küpele. alt kattaki dev üzümler. neyse, bunlardan biri de şarap şişesine uygun mumlardı. hani mumu şişeye oturtmak istersiniz de olmaz ya, tam uygun şekilde yapılmışı vardı.

işte dün o mumların hepsi yandı.
dışardaki yağmurun haşmetine kelimeler yetmez. yağmadı, aktı resmen. çamlıbağ kadehteydi, pizza vardı. ekranda bi ara gossip girl vardı evet, bak bunun sevgilisi ama bu da bunun nanesi ama hem de diğerinin düdüğü, sonra anten mi gitti yayın mı koptu bilmiyorum, iyi oldu, geriye müzik kaldı. böyle huşu içinde... çok güzeldi çok. kısa ve öz. ufak bi balkon, kuytuda sellerce yağmur. güzel işte. biliyorum, bi yerlerde felaket yaşanıyor, alt yapı çöktü filan; ama işte dün gece başka.

---

dişim ve ben haftasonu ankaraya gidiyoruz.
dişçim eşliğinde, mağara adamından modern insana doğru bi geçiş yaşiycam umarım.

ayh, daha çarşamba. >aykaramba<

bu arada, çatalhöyük hakikaten enteresan ve hatta tuhaf bi yermiş.

*
şu an burda olmak istemiyorum. yaşasın!

7 Eylül 2009 Pazartesi

sıradan

galiba romatizmam var benim. bu yaşta bacaklarım uzuyo olamaz çünkü. ya da "en geç ergenlik" gibi bi jest ayarladı bünyem bana, bilmiyorum. ağrıdan baldırımı dişliycem yakında.

istanbul ve tabii ki bozcaadanın eylüle teslim oluşuyla, feribot seferlerinin pıtır pıtır iptaliyle, adada mahsur kalmaktan son anda kurtulan bir beyfendi yaklaşık bi saat sonra yanımda olucak. hihoyt. yani tabii tatilin yarıda kesilmesi kötü filan ama işte. birlik beraberlik vesaire sebebiyle bu da böyle iyi bi haber benim için.

sabah 8de toplantı olmaz. çok can sıkıcı. bugün ofise de sonbahar geldi. bence iyi, yağmur ferah ferah, toprak kokusuyla doldursun etrafı. yağmurluk tabii, mühim bi detay.önce sıçan, sonra da parmağını prize sokmuş iran kedisi gibi oluyorum yoksa.

insanın kendi evinin olması, yatağının olması, gidip çarşaf alması, çarşaf alırken yatağının ölçüsünü unutması, sonra resmen flashback yaşıyarak hatırlaması filan, güzel bi şi.

neyse.


resim 1- jelatin'in önceki fotodaki haksızlığa isyan ettiği, aslında tahta olmayan kolyeme iade-i itibar.
resim 2- şarap içemiyolarsa aslan sütü. en güzel akşam yemeklerinden birinden.

6 Eylül 2009 Pazar

harap harabeler

zaten harapmış çıkanlar.

halbuki bakanlık, toprak altında taş cilalayan minik perilere o kadar da içten inanıyordu ki... yani "harabe" denen şeyin gerçekten harap olmasını hangi yürek kaldırır reca ederim, biz orda ışıl ışıl bi atlantis bulmadan rahat eder miyiz? aşağısı yakışır mı yüce makamlara? arkeologlar tozlu bi şi bulunca hapşırmıyo mu? toz toprak içinde görkem mi olur hocam, kim yutar bunu? tarih dediğin ışıldar, göz alır, dosta düşmana ibret olur. bakınız kaşıkçı elması. en bi tarih. ya da altın, o da kararmıyo mesela toprak altında. böyle şeylerle geliceksen gel, müzede yeri hazır.

çevre bakanlığı'nın "iş ve geçim kaynağı" derdinde olması, her seferinde, kimlik bunalımı yaşayan yedi cüceler/ şirinler filan getiriyo aklıma. dediklerine itiraz dahi edemiyorum, takatim kesiliyo. ne bileyim, huysuza uykucu demişiz gibi, baştan yanlış. misal enerji bakanlığından, bakınız, tık yok. kimse tek kelime etmiyo. yetki devri yapılmış çevre bakanlığına, onlar da car car car, gerektiğinde hem enerji, hem kültür ve turizm, hem bayındırlık ve iskan, hem de çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığı olarak 7 cücelerin 7si birden oluveriyolar. biri hariç tabii: çevreci cüce olamadılar henüz. o evde kalmış. hani bana hani bana demiş. çevre nedir, tüm bu düğüm olmuş kimliklenmelerinin neresine düşer, o üniteye gelmedik henüz.

neydi, 50 bin meşe ertesi gün dikilirdi.
eh, harap haldeki harabeleri de ertesi gün alçı kalıptan döküveririz gerekirse. nedir yani.
mihraklar sizi.

bağ bozumundan bağ bozamadan

aynen.

bozcaada'ya kadar git, farkında olmadan bağ bozumu festivali zamanını tutturmuş ol, 3 gün antibiyotik al, şaraplar bağlar uzaktan geçsin gitsin.

yaklaşık 10 gündür yok dişim yok ateşim, o kadar çok ilaç aldım ki toksik atık gibiyim. bi yerimden kuyruk çıkıcak yemin ederim. cuma gecesi içtiğim yarım kadeh beyaz şarapla midem dans etti, başım döndü, bir sonraki seneye erteledik bağları. üzüm yedim ama. yer gök üzümdü zaten. yaşasın üzüm. orda kediler bile üzüm yiyo.

denize girdim. 2 gün üstelik. yüzdüm. hızlı hızlı tabii, pek dal-çık olmadı. kilyos harici bi tuzlu suda yüzdüm ama. saçlarım hala tuzlu. bolca güneş, bolca kitap ve dergilenmeler. son gece, rakı- balık. o güzeldi bak.

bozcaada için binyıllardır herkes bir şeyler demiş ya, en doğrusunu heredot demiş. yemin ederim insanlar orda upuzun yaşasın diye yaratılmış bir yer. üzüm, zeytin, şarap, peynir. en güzellerinden. ver şunları bana, aylarca dokunma, tamam. pansiyonlar dolduğu için pansiyoncu teyzenin bi tanıdığının evini kiraladık. ev biraz kitsch müzesiydi. hafif saykedelik şeyler vardı duvarda. sıralarım bi ara. ama en güzeli, buzdolabının üstündeki imsakiyeyi tutan "life is too short to drink bad wine" magnetleriydi... ve en normali.

sonra müze. müzedeki büyük buluşma. buluşmalar gözünü yaşartıyo insanın bazen. tanımadığınız, resim altı yazıyı okurken heyecanla yunanistanı arayan o adam yüzünden, bi anda, nefesinizi tutmuş, bilmediğiniz bi dilde iyi haber bekliyosunuz. nolurmuş, bu tesadüf gerçek olsunmuş. oldu yemin ederim. adalı dimitri amca, 50 yıl önce birlikte süngercilik yaptığı, dalgıç kıyafetini giydirdiği adamın yakınlarını buldu. müzeyi kuran beyfendi, az ingilizce, az rumca, bolca vücut dili ve saf bi heyecanla herkesi bi araya topladı. ağlayan teyze, 3 damladan sonra sildi gözünü, gülümseyerek sarıldı dimitri amcaya. dimitri amcanın arkadaşının kızının kocasının bi şileri. çok da mühim değil zaten. arkadaşı kavalada ölmüş. olsun. birileri o fotoğraf karesini bi şekilde birleştirdi. bikaç insan müzenin orda olmasına, o binaya bi şiler borçlu işte.

sonra alt kata inip, köyün doktorunu varlık vergisi yüzünden taş kırmaya mahkum edenleri okudum. sürgüne gönderilirken bile gemiden geri atlayıp hasta bakan doktoru. taş kırmaya, 50sinden sonra. ayıplar tesbihi.

neyse daha sonra foto albüm belki. sabah 7den beri yoldayım, feribotmuş otobüsmüş. geride rüzgarlanmış bir bozcaada ve tatili benden daha uzun olan ama maalesef benden mikrobu kapmış sevgilimi bıraktım, geldim. antibiyotikle 2 güne geçiyo gerçi.

dinlendim ama pazartesiye hazır filan değilim. 2 hafta sıkıcam dişimi.

3 Eylül 2009 Perşembe

alefortanfoni

gidiyorum ben. nihayet: tatile.

ateşim var, burnum akıyo ve gözlerim sulanıyo. 2 gün tatilimde pastil çiğnemeyi, yüzen sevgilime sırtımı dönüp öksürmeyi ve kitabımı idareli kullanmayı planlıyorum. hala almam gereken antibiyotiği almadım. 2 gün şarap içiym bari derdindeyim.

etimden sütümden yararlanan ofisim sayesinde head phone nedir, sunuculuk nedir, onu bile öğrendim. hapşırmadan bitti ya, herkes kurtuldu. yüzüme, boynuma ve kollarıma fondöten sürüldü. bi diğer patronum (bende gani gani) "derya gözündeki beyaz farı daha çok sür" dediğinde bahsi geçen beyaz far aslında benim fondöten görmemiş göz kapaklarım, kendi tenimdi. öyle bi şi. ellerimde çiçekler, eve gelip sızdım ve sabaha iyice leş bir halde... üşüyorum, üşüyosun, yaz sonu nezlesi çok nefret bi şi.

ailece kullandığımız kelime: alefortanfoni. aziz nesinin bi hikayesinden. "alev örten huni" demek aslında. askerde bi adam aceleyle söyleyince bu hali alıyo falan filan. annem hep "alefortanfonik şeyler bunlar" der her türlü abes, saçma ve komik şeye. anlaşılmayan. ne bileyim, bu bi his. tam meali yok.

boğaz ve dolunay insana huzur veriyor. ne bileyim, yüzyıllardır o deniz ve o mehtap orda öylece... istanbula çok büyük borcumuz var bizim. önüme bi sahne çıkarıyo, topraklanmış kablo gibi elektriğimi alıyo. ne yani, daha ne. ankarayı sevemeyişlerimi dizsem kolye olur, iyi ki iyi ki döndüm buraya.

"hiç mi yok" demenin anayasal suç olduğu günler hayalindeyim. demet akbağ "bizde 'yok'lar 'az yok' ve 'hiç yok' diye ikiye ayrılmıyo beyfendi" demişti. hiç işte.

tatil evet. kardeşim deffoş der ki, yüzmesen de, gezmesen de, yer değişikliği iyidir.
17 yaşındaki birinin lafına güvenmem gerektiğini biliyorum. deliricem yoksa.
hala mesajlarındaki de ve ki bağlaçlarını düzeltiyorum. ay ne fena ve ne uyuz bi ablayım ben be.
ama 1 senesi var sınava. "ileride bana teşekkür edicek" demediğim kaldı. cıs.

şimdi mevsimler üstü bavulcuğumu yapıciim, kekler ötesi kabaran saçlarımı da artık... periler halledicek. yollar yollar.

gülü gülü.

1 Eylül 2009 Salı

dedi ki normal

3 gün sonra, 3 günlüğüne.

eylül yağmurla geldi. birisinin dediği gibi, bugün gerçekten de bi anda 1 eylül oldu.
pıtı pıtı güzel bi şi sonbahar. şapka kolleksiyonumu dağıtmasaydım, etrafta küçük Sâbuş olarak gezerdim. hollandada kaybettiğim bej, ponponlu bere de kalbimde yara.

dün reflümü azdıranlara asit püskürmek istedim. bugün, böyle bulutlar ve yağmur ve zeusun yeniden doldurmaktan bıkmadığı çay fincanımla saniyenin onda biri kadar bi huzur hakim. dondurup çerçeveletmek, çerçeveletip ofis masama koymak istiyorum.

dün patronum (ki kendisi erkek ve göbeklidir) bi anda bana catwalk taklidi yaptı.
tepki dahi veremedim. aynı anda fonda bülent ortaçgil'den normal çalmaya başlamış olabilir.

yavaş şehir, bu ara benim ihtiyacım olan bi şi sanırım.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker