31 Ekim 2009 Cumartesi

ankaradan bildiriyorum.

ben ankaradan bildirirken illa ki doktora gidiyorum. ya da terziye. ya bana tamirat ya giysilere. 2 gündür orta kulak iltihabı kabusları görüyodum, östaki borum tıkanmış. iltihap yokmuş; ama tıkalıymış. nezle filan da değilim; böyle dipten kum çıkarmışım gibi bi his. boğazım şişmişmiş aslında (hiç farkında değilim), östakimi tıkamış. fizyolojimi çözsem alim olucam. sızım sızım. bi keyifsiz hal, ev iyi geliyo. neyse işte, kötüye bi şi olmaz, 3-4 güne geçermiş.

dün 45 tl'ye 20 adet blues CD'si alıp efes pilsen blues'un 20. yılını kutladım. konser de misler gibiydi. şimdi defnaanıma kopyalıyorum hepsini. istanbula dönünce de caanım beye kopyalıycam. konser iyi güzel, bi de sıçana dönmeseydim... öyle üşüdüm ki mumya gibi uyudum otobüste, bi bakmışım aşti. sel yarına bitsin ki geri dönebileyim. ankaraya nasıl olur da tek bir damla düşmez yahu?

dergilendim. ay başı dergi zamanıdır. dergi alırken kendimi zor tutuyorum. ntv tarih & bilim istanbula saklanıyo. özel ikili onlar.

kardeşcaazım dersaneye gidiyo. iki ayrı sistemden suyu çıkmaması için debeleniyo. insanlar bizi ikiz sandıkça "8 yaş büyüğüm!"lüyorum. bazen o benim ablammış, olabilirmiş gibi. özellikle elimden tutup bi yerlere götürdüğünde, ankara gezdirdiğinde. ben ankaradan uzak kaldıkça. şimdi de gece dışarı çıkacak abla o mesela, biz annemle ev kuşluğu yapıcaz; çünkü çok özledim. ben lisede dışarı çıkarken o bakardı böyle, hazırlanışımı seyrederdi. hop, gitti bile. kulak ağrısı yaşlandırdı beni.

el sallayan atatürk maketi 10 kasımda ölecekmiş. aaghh diyerek. hay yarabbim ya.

sonbaharın en güzel yanı bordo yapraklar. sarı-bordo yaprakları en çok istanbulda sevsem de bana hep ankarayı hatırlatıyo. yokuş boyu en bi bordo, evden tunalıya.

dali'm eve geliyo. nihayet. acaba ev ve izolasyon nasıllar.. ayh neyse.

böyle bi şi işte. mandalina yiyin, güzel.

30 Ekim 2009 Cuma

özür dileyememek

serdar bey özür dilemiş. tahminleri yanıltmayacak şekilde, özür dilerken "ben seni espriden anlayan zeki biri sanardım, ama anlamayıp üzülmüşsün, eh ben de işte efendi biri olduğum için, mil pardon" demeyi ihmal etmemiş. zeki olduğuna inanıyorum. ah monşer, zeka inanılacak bir şey değildir halbuki. ölçülen bi şi bi kere. "aptal olmadığını umuyorum" demek isteyip diyememek. laf sokmak isteyip imalanmalar. babası öğrettiği için özür dilemek. bu bile suni.

rojin de yememiş. yemez. eşkıya öyküsüymüş, kendi karısıymış. hahahah. ne güldük di mi sabah sabah? köpek-bebek örneği gibi olmadığını, hele hele irlandayla hiçbir ilgisi olmadığını biliyoruz. konunun açılımla filan ilgisi yok. konu yazamamakla ilgili ama naparsın.

hele hele lafı çevirmek için "bak bak karımla da bir örnek vereyim ihohohihoh" halleri sadece çok acıklı. alternatif olarak daha bi türk ama "şarkılarda kürt kadını" hülya avşarı seçmek, hülya avşarın "espriden anlayan zeki ve açılıma teğetliğiyle politik kadın" oltasına illa ki geleceğini bilerek seçmek... ah. aslında can havliyle ama zekice. serdar bey zaten aptal değil, biliyoruz.

bakınız ben burdan bakınca görüyorum zekayı. inançla ilgisi yok.
rojin-rana kıyasına gelince... rojin sizinle değil evlenmek, tokalaşmazdı bile sanırım.
haliyle fark var. ikisi de kadın, evet; ama insan olarak farklılar.
birinin karınız olması durumu eşitlemiyor. sadece sizin "karım benim namusum, bak rojinin namusuna laf ediyo olsam karımı cümle içinde kullanmazdım" çırpınışınızı seriveriyo ortalığa. yetmedi mi, kendi de seks kölesi olabiliyor serdar bey: zekası yetene bu bi espri.

100 kombinasyon yaratabiliriz tabii. rana serdarı kaçırmış, rana rojini kaçırmış, rojin beni kaçırmış filan. ama bunların hiçbiri ilk yazıyı nötrlemiyor. maalesef. özür dilerken kuyruğu dik tutmaya çalışmak hele.. yakışıksız işte. üslup uzantısı. "sen olduğun için değil, isimsiz bi kadındı bahsettiğim" lafı ise aslında özrü kabahatinden beter bi laf ama...
onu da sonra anlatırım.

bugünlük magazinimsi saçmalamalar kotası doldu.

29 Ekim 2009 Perşembe

ah işte bu!

odama koltuk hayalleri kurarken bi anda:



bundan sonra başka bi şi beğenebilecek miyim doktor?

27 Ekim 2009 Salı

battaniye, sıcak çikolata, film

şark oyunları, filmekimindeki ikinci güzide filmimiz idi. o da buruk bi güzeldi. tokyo'dan ödülünü almış, pıtır pıtır bi sevinç. güzeldi işte. kristal olmakla ilgili bir şey.

peki ya pink elephantların vanilyasız olması ama hala pembe olması, vanilyasız pembelikle ne yapacağını bilememek?! yanarım yanarım. bunca ay bekle bekle bekle... yine de en tatlı hazinem onlar. bi de tütsümsü olabilseydim, vanilya koksaydım, oh mis olurdu. kutusu değişmiş, güzel olmuş. koku hafızası başka bi şi ama. pembe vanilya ise benim için her zaman hollanda olacak.

insan çetin altan'ı anıyo arada. elindeki kalemle bi taşla on bin kuş telef eden dörtköşelerden sıkıldım. dağa kaldırıp seks kölesi yapacakmış. karşı atak olarak "çünkü bir kadının hür iradesiyle kendisiyle birlikte olmayacağını pekala biliyor demek ki" denebilir, ama niye diyelim ki, di mi yani? kıçımız iki kanat olsa kime ne? merak etmesin rojin, bu cesaretinin sebebi kürt oluşu değil, tamamen kadın oluşu. çünkü biz birine küfretmek istediğimizde ya anasına ya bacısına ya da karısına söveriz. ne yapacaksak "kadınları"na yaparız, adama değil, ondan. ama bu adamın karısı olmak nasıl bi his, hayatınızın bi evresinde bu adamı öpmüş olmak mesela, nasıl bir anı? ister miydiniz hayatınızın bi evresinde birine bunu diyebilmiş bi adamın herhangi bir şeyi olmayı?

acı olan şu ki nükte denen bi güzide lafazanlık sanatı, bi nevi laf ebeliği, buna alet ediliyo. yani siz serdar beye gülmeyince nükteyi anlamayan gerzek oluyosunuz. ah o aslında öyle ince bir üslup ki! halbuki ben eşcinsel, sarışın, şişman, sakat veya zenci fıkralarına da gülmem. gülemem. çetin altana ama mesela, gülerim. nüktedan diye ona denir, ben öyle bilirim. inceden inceden. ne düşündüğünü geçtim, onu nasıl söylediğinden bahsediyorum. ben zaten beatles filan dinlerim. beatles'ın her konuda bi şarkısı vardır. öyle kısa ve öz bence biçok şey.

çetin altan mesela, kalkınma cılbırındaki hödüklükler kepazeliği dediğinde, bence çok şey der. sakin sakin der. mecliste linç edilmek istenmiş bir adamla "lord serdar"ı kıyaslamam yanlış, biliyorum. ne bileyim, bi kadını dağa kaldırmayı espri zannedenlerdense, bedri rahmiden bahseden bi adamı okumayı tercih ederim. bunu da normal sayıyorum. ben içimi buran sayılarca gerçeğin üstüne enseyi karartmamam gerektiğini bu adamdan duydum. niye çetin altan, misal çetin altan, ondan. her fikrinden değil; ama üsluptan canım yavrum, üsluptan. neyse.

ayrıca ben bu havaları severim; ama ofiste 5 kişiden 2si burnunu çekiyor. sağlık bakanlığına göre normal grip kalmamış, bitmiş. gripseniz illa ki domuz gribiymiş. buna göre geri kalan 3 kişi nedir, boşveriniz.

başlıktaki 3lüyü çok istiyorum şu an.

izolasyon maceralarımız ev arkadaşımla beni daha bi yakınlaştırdı, hep beraber aracıdan nefret etme yumağı olduk. son ödemeyi de yapıcaz sonra evimiz resmen bi ev olucak. ısınıcaz, sevicez. ben post-it rengi duvar krizimi aşmış olucam. mis. duvarların odamla ilişkime etkisi çok büyüktü, anlatsam kapris sanacaksınız... ki anlatmıştım. neyse.

onun dışında: bazen içimden kocaman bi enerji topu yükseliyor. bi gün, yere inmeden tutuvericem. bi şiler olacak da bekliyormuşum gibi. eğitimden yeni gelmiş güler yüzlü eczacı kızın sattığı vitamin çok güzel, işe yarıyo en azından. enerji topuyla ilgisi yok ama ben bağladım.

ankaraya gidicem müsait bir vakitte; ama istanbul bırakmıyor. hayat, masaüstü takvimimin kırmızı renkli günlerinden ibaret gibi bazen. ayda 8 gün eder. çok az be blog. arttırıcam. meli malı.

kendimi yine malzeme alışverişine vurucam yakınlarda.
aklımdan geçenle elimden çıkan da bir olabilirse ne ala.

çatalhöyük kazılarımın son 20 sayfası uzadıkça uzuyo, niyeyse bitemiyo.
evde kaldığı için de olabilir. bilemiyorum.
ayrıca çarşamba günü mutfak töreni var.

26 Ekim 2009 Pazartesi

kanıt ne, yenir mi?

bir kez daha mahkemelerin delillemelerine güzelleme. o kadar seviyorum ki bu listeleri.
suçunuzu kanıtlayan güzellikler. hangi suça ne kanıt, o başka soru.

hepsi birbirinden güzel; ama ben sanırım hala 8 mart kutlamalarının suç sayılmasını en bi çok seviyorum. aynı kadınlar anne olup anneler gününü kutlayınca alkışlamayın bari, ayıp oluyo.

bi diğer favorim de filistine destek meselesi. daha önce de gördük ki vanminitlerseniz bunda sorun yok, ama "dayanışma"nızı ümmetçi havadan çıkarıp "ezilen" jargonuyla sunarsanız cıs.

gerçi daha önce teflere zillere suç aleti diye el konmuştu, bu ekip daha renksiz galiba.

bu ülkenin ikiyüzlülüklerini seveyim. seviyorum da zaten.
insan bi daha bi daha uyanıyo, dinç kalıyo.

25 Ekim 2009 Pazar

patı

bugün pazar. izolasyon işi bitmedi. çünkü tamirat hastalık gibi bi şi. uzadıkça uzuyo, ilaçsız 7 gün, ilaçlı bi hafta. ayrıca nasıl lafazan bi izolasyoncumuz var, aklınızı alır. ortaçağda iksir satıyo olsa hepimiz o kellik ilacını alırdık ve kuyruğumuz filan çıkardı. "beyfendi dün niye başlamadınız işe" diyorum, "sıva yarına kurur sonra badana zaten" diyo. "onu sormadım, dün niye başlamadınız" diyorum, "ondan sonra da iki kat boya, bi güne kurudu mu oooh mis" diyo yine. resmen telefon sanatı. neyse, ustalar candır. ustalar işi bilir, halden anlar ve bu tip aracılara kibarca höt demenize yardımcı olurlar. ustalarla iyi geçinmezseniz sıvanızın içine tükürebilir, uyarırım.

ikisi de çalışan ev sahibeleri olarak resmen evi açıp içeri ustaları alamadığımız için 4 gün ara vericez, perşembe boya, falan feşmekan, uzadı işte diyorum ya. anca önümüzdeki haftasonu. ben de seferigül.

filmekimi görevimizi dün thirst ile büyük oranda yerine getirdik. bi filmden aptala dönerek çıkmak güzel bi hismiş, hatırladık. film sonrası susamış olmamsa artık gecenin ironisi olsun, ho ho ho gülelim. güzel film, çok güzel sahneler, kamera aslında çok esnek bi aletmiş. arada kahkahalarla gülmemiz, film abes olduğu için değildi, bu da güzel. kara mizahı da tadı tuzu. falan filan. filmin adını "kan arzusu" diye çevirenleri tebrik ederim, zaten mümkün olsa senaryoyu da baştan yazacaklar ve bir tam cümlelik başlıkta hepsini özetleyecekler, maksat gizem filan kalmasın, böyle afaki göndermelere yer yok. sonra hop santral. hop konser. sabah 7de kalkmalar bitse de geceler uzasa iyice.

salı gününden beri kudurmuş vaziyette telefonla ofis işi halletmeye çalıştım ve telefondan nefret ettim. allah borsacılara filan gani gani sabır versin. hem de al sat koş saniyesinde filan, bana gelmez. ayrıca okuduğunu anlamayanlar yazı yazmasın. yazdığını da anlamıyo sonra, 20 dakika boyunca türkçe ve dilbilgisi tartışıyosunuz, gerzek bi gerginlik. "beyfendi o cümle o anlama imkanı yok gelemez, değiştirsek?" diyorum: "bence gelir". "beyfendi sorun bende mi diye 10 kişiye okuttum, kimse öyle anlamıyo, ne var değiştirseniz?" diyorum sabıııırla, yine "ben anlıyorum ama?" diyo.

napiym yani, ne diym?! konu basit bi ekonomi yorumu. ki basit bi konu olduğu için de yazması atla deve değil aslında, türkçe bilse yetecek; onu bilmiyo. kelime bilgisi yeter: küçülmek nedir, yavaşlamak nedir bilseniz, tamam. eksi artı bilseniz, yine tamam. inadım inat kıçım iki kanat, sinir harbi yaşattı yemin ederim. bu ve benzeri. ayyh ne sıkıcıyım yine. sürekli "ama ama ama" diyerek vızıldayan 5 yaşında kız çocuğu.

bana gelmez demişken, bana gelmeyecek şeylerin listesini yaptım gibi.

ondan sonrası, iyilik güzellik.
kasıma az kaldı ki hepimizin bildiği gibi kendi çiçeği olan güzel bir ayımızdır kasım.
filmcem şimdi. pek şen.

20 Ekim 2009 Salı

somurt. kal öyle.

yarın ve takip eden 5 günün sonunda, odamdaki rüzgarlar duracak ve bu duvardaki post-it sarısını umarım, sanırım "beyaz ötesi sarımsı ıhlamurumsu" tuhaf bi renkle değiştirmiş olucam. bu posttaki tek sevindirici gelişme bu.

izolasyon hiç bu kadar ahret sualli olmamıştı. karşılıklı kan aldık yemin ederim. ben ne malzeme bilirim ne bi şi .elimdeki boya kataloğuna bakıp "tüm duvardaki halini 2 ton açık olarak" hayal etmem de baya güç. neyse işte, 5 gün. sonra misler gibi.

tüm oda artık perde parçaları ve kumaşlarla kaplı. her yerden bi şi sarkıyo. önümüzdeki 2 gün zaten manyak bi tempoda çalışıp kendimi tekerdeki hamster gibi hissedicem. yine bana etek ceket, yine bana topuk haller. izolasyoncular bi de üstüne delice toz vaad ettiler. hiç istemiyorum. yapıversin ediversinler. bu fiil ekini de türkçede bulursunuz bi tek, sevin. ferahlık ve temizlik istiyorum. hem de hiç durulamadan, kurulamadan.

sonra işte dürtülmeden iş yapmayanları dürtmeyi iş sanarak bir gün daha geçirdim. ne asap bozucu. diplomanıza dip not olarak "sabır notu, dürtük ihtiyacı" gibi şeyler de konmalı. ben işveren olsam ondan elerim elemanı. hani madem diploma böyle bi görev görme iddiasında, net olsun. dürtülmeden iş yapanlar, yapmayanlar ve en fenası, yapıyomuş gibi yapanlar.

bi de yani tembele iş buyur, akıl öğretsin. aslan cinotri. tamam yeri geldiğinde çok yaratıcı bi şi olabilir, tembellikle gönül bağım baki; ama canım ciğerim, öğrettiğin aklı seveyim. "acebağğğ.. bızırtları mırtlatsak olur mu?" gibi şen ola düğün şen ola sorularla sadece daha da.... agggh. akıl değil kaçış.

ekrana bakamıyorum, ense köküme kramp giriyo. acaba fıtık başlangıcına geri mi döndüm ki? omzum da fena. 25'imdeyim, beden 85. dökülüyorum. strings'teki gibi olsaydı, değiştiriverseydik.

tek yaptığım haftasonunu beklemek. bu ctesi pazar güzel geçecek. aradaki üç gün bızırtlar mırtar artık, napiym. sinirim bozuk be blog.

istanbulda 235 domuz gribi vakası varmış. ülkede hala AIDSli sayısı bilinmediğinden bu sayılar bana tırıs valla valim. karbon işaretlesen saymıştın şimdiye.

öyle işte. ev kızı olarak tüm tedbirlerimi aldım, geri sayım başlasın.
toz neyse de, boya görürsem bozuşuruz.

kırkal

kırsal kalkınmanın ben sözlüğümdeki karşılığı ders. derslerceders. önce üniversite, sonra yüksek lisans, sonra en fenası: tez. sonra bi de iş - ki o iş de ders gibiydi, çıraklık gibiydi. okumaktan gözlerim sökülmüştü ki sadece masterdı işte. kırsal- çevresel, bol otlu yeşillikli. hani bana kırsal hani bana kalkınma hani bana çevre. öyle günlerlerlerim geçti. iyi ki de geçti. az bile.

neyse işte çevreci kaltak veya kırsal kaltak olmadım neticede, yarım kaldı, bıraktım. "dönersen olursun" demişlerdi. tü kaka leydi olursun buralarda. ne var yani, döndüm. her an olabilirim, o ayrı. cepte hep o doktora tezi fikrim var, biriciğim, işte hani belki acil durumlarda camı kırmam gerekir diye. ne bileyim.

neyse işte, AB fonlarının bazılarına resmen şerh kondu malum. bi kalem de kırsal kalkınma. bakınız:

Avrupa Komisyonu, kırsal kalkınma kaleminden Türkiye'ye ödenmesi gereken 86,5 milyon Euro’luk mali yardım ile buna bağlı olarak 61.9 milyon Euro’luk bütçe arttırım kalemini askıya almayı kararlaştırdı (...) Komisyon kırsal kalkınma fonlarını yönetmek amacıyla Ankara'nın kurması gereken fon yönetim biriminin henüz kurulmadığına dikkat çekiyor.

gibi bi özetleme yaptım size.

nedir, fon yönetmek lazım. kırsal kalkınma için. fon da var yani, yönetmediğimiz için bu durdurma.

bilin diye söylüyorum. o parayla neler yapılabileceği bir yana, neler yapılamayacağını da bilmek lazım bazen. fon yönetimi, şeffaflık, planlama, idare ve hatta kimi zaman tekdüze hesap planı, çok zor çok sancılı şeyler. halbuki yok mu bir bilen, illa ki vardır. onunla bu buluşamıyor. buluşması gündemde dahi değil. bu erteleme, bu tembellik, bu atalet yüzünden bi şiler olmuyor. olmayacağından değil. olmayan şeylerden mahrum kalanlar bu kararı verenler (veya vermeyenler) değil. bilin.

sevgili iktisat ilminin öğrettiği yegane hıçkırık: fırsat maliyeti. öyle bi şi ki bu, kafanıza kazınır. çok acı bi dönüşüm olsa da bence faydası da olur genelde. mesela şimdi:
buyrun fırsatlar, buyrun maliyetler, döne döne hesaplayın. hala üniversitedeyseniz dönem ödeviniz filan olsun. hocanıza güzelleyin, ne bileyim.

AB fonlarını beğenmedik diyelim, buyrun, öneriniz nedir? daha fon yönetme birimi olmayan bir ülke fon yaratsa da onunla ne yapacağını bilemez ki. hadi yaratın. ne yapılacak? yok. yok kere yok. fikir dahi yok - en acısı bu. bunca zaman para yok diye uyutulduk: günaydın, para olsa dahi onunla ne yapacağımızı bilmiyoruuuuz.

ben o camımı henüz kırmadım. çok gece sırf sinirden ağladım ama, o ayrı. sinirden taş kestim, sinirden kendimi kelimelere vurdum. onun için kırmadım belki camı, korkağım. gerçekten abartıyorum gibi geliyor belki ama askerlik anısına yakın, benzer saçmalıkta anım var. eşiği yükseltiyo. onun için biraz hassas olabilirim bu konuda. böyle gerzekliklere de, çok affedersiniz ama, hiiiiç tahammül edemiyorum. atla deve değil çünkü.

hem ayrıca bu haber niye manşetlerde değil? niye yeterince önemli değil?
nelerin olamadığını görmek çok mu gereksiz ki?
niye niye ki ki ki. kikiriku.

17 Ekim 2009 Cumartesi

çançan laklak

gözümü açtığımda "ctesi sabahı planı"yla uyandığım az olur. bu sabah oldu, uygulayıverdik. kahvaltı üstüne j.beuys. sahanda yumurta ne güzel bi şi. yumurta çok severim. her türlüsünü, her öğünde tüketebilirim. "runaway bride" filmindeki yumurta meselesi bence çok güzel bi detaydı. neyse konu bu değil, atlı köşk ne güzel bi yer yahu. ağaçları güzel bi kere. roll'un 100. sayısında verdiği postere sahip olanlar şu lafı hatırlayabilir (kelimesi kelimesine olmasa da): "sabancı boğazda aldığı köşkten denize giremiyor çünkü yakınlardaki gecekonduların bokları demokratik bir şekilde köşkün yanından denize dökülüyor". gibi bi şi. her seferinde aklıma geliyo. sonra ben ev, o okul.

ilkokuldan beri haftasonları erken kalkmıyodum. bu ara baş gösterdi yine. izleyecek çizgifilmim olmasa da, gün erken başlasın, benim olsun, elbet uyunur. gece öyle değil ama. ben uykuya gece teslim oluyorum, sabah erken saatlerde değil. eskiden tersiydi. sabah 5e doğru zorla yattığım olurdu. neyse, yaşlandım. bu sebepten naşi, ctesi sabahı 7de zıpkın gibi, fişek gibi olabiliyorum. sonra zorla geri yatıp uyuyorum; ama bundan size ne di mi, ne sıkıcı şeyler yazdım. hop değiştir.

ekim ayı sonuna dek istanbuldaki tüm etkinlikleri içeren o yüce takvimi ve kardeşlerini üst üste alt alta kapıya yapıştırdık. ödev listesi gibi duruyo yemin ederim. en azından bitiş tarihleri ve etkinliklerin yeri derli toplu göz önünde. bu sayede ben beuys sergisinin 1 kasımda biteceğini hatırladım ve hatırlatırım. müze bi boş, bi sakindi, güzeldi, gezin.

bu hafta evde tadilat var. umarım. nihayet. olsun.

ankaraya gitsem, kışlıklar ve ısrarla getiremediğim s.dali resmi nihayet odama gelse, assam. resmin renkleri post-it sarısı ağırlıklı olduğu için odamın duvarlarında kaybolsa. çerçeve derdine düşsem. o değil de, ankaraya gitsem de şu ensemdeki benimi aldırsam aslında. ankaraya gitsem defneyi görsem, dersaneye başlamış. falan filan.

mermaid'in tarif, sabır ve "ay hala mı beceremedin, yuh" demeyişini içeren kibarlığı sayesinde, şu hibiskus çayı işini kıvırdım nihayet. kaynat kaynat iç. mis.
eczane vitrininde mantar çayı okudum, bünyeyi güçlendiriyomuş. ayrıca karahindiba suyu da okudum, ki o zavallımın eti ne kemiği ne. bu işin suyu çıkmış kardeşim. yarın öbür gün beni de kaynatıp içiriverirler şifa niyetine. neye şifa, bilmiyorum, düşünmem gerek.

böyle
şeyler istiyorum ben. çok mu zor bi şi ev içindeki günlük eşyaları eğlenceli şeylere çevirmek? misal, mutfak havluları. tammis keefe hanfendi yapmış bakınız 50lerde. 1. 2. 3. özen güzel şey. ince şey. bildiğin kumaş havlu/ peçete arası bi şi. hadi diyelim bunca tekstil fakültesi mezunundan kendini mendile, peçeteye vuran birisi çıktı, markası olur mu, hangi firmayla çalışır, hadi diyelim çalıştı, o ürünler yatırım olabilecek fiyatlara mı satılır, falan fülün.

bi de bence balıktan sonra irmik helvası güzel gider, ağır tatlılar değil. balıktan sonra tatlı yemezsek balık canlanır. o yüzden balıktan sonra tatlı yemeliyiz. barbunya görünce de hep annemi hatırlarım, "baak pembe balık!" diye gösterip o küçük yaşımda, en doğrucu çağımda, beni dehşete düşürmüştü.

saçımı kestirmiş olmasaydım, şöyle yapardım. yine buna yakın; ama bu kadar ihtişamlı değil bittabi. topuza o kadar alıştım ki, açık bıraktığımda şaşıyo insanlar. ben de sıkılıp topluyorum yine gün içinde. bari azıcık renklensin, diğ miğ. örgülü topuz canmış, anladım. bi haftadır mutluyum gayet. belki uzun olsa zor olurdu gerçi. neyse, hem kolay, hem zevkli, hem de böyle kızsal dertlerimi de size sunmuş oldum, rahatladım.

elma festivali yapılan bi şehirde olmayı çok istedim şimdi. nedir yani mevsimine göre gezmeli işte. üzümmüş, elmaymış, kayısıymış, narmış. festivallenerek. en güzellerine doyardık. başka işimiz mi var sahi? daha önemli ne işiniz olabilir? benim yok.

edito: chagall sergisi geliyomuş 23 ekimde. rusyayla barıştırmıştı beni. gözlerim açık bekliyorum.

15 Ekim 2009 Perşembe

iplık

17,5 yıl süren eğitim hayatı + üst üste konduğunda yaklaşık 2,5 yıl eden iş hayatından sonra, aradığım mutluluk dikiş makinesinde olabilirmiş gibi geliyo.

kahretsin ki, hay bin kunduz, kimse bana dikiş makinesi kullanmayı öğretmedi. ailemdeki palto diken kadınlar kendi torunlarına öğrettiler belki; ama anneannem o paltoları giyen küçük kardeş olarak bunu hiç öğrenmemiş, haliyle öğretmedi. biçki dikiş kurslarına burun kıvırarak hayatımın hiçbi evresinde kullanmayacağım/ sınavlar dışında da kullanmadığım tonla şey için kursa gittim. misal, organik kimya. misal vektörler. fizik de sayılabilir. bor mineralleri-linyit-mermer. aldığım integralin türevin haddi hesabı yok, onlardan da geriye eser kalmadı. şoklanmış gibiyim, sildim gitti 3 yılda. analitik geometri veya trigonometri verin, aşkla. integral getirin, istesem bu kadar unutamazdım. integral işaretine bakıyorum, aklıma kemanların üstündeki Sler geliyo. nasıl olabilir bilmiyorum. belki bisiklete binmek gibidir. o kadar zamandan sonra, olmalı. 5-6 yılımı verdim.

neyse, bu bilgilere "genel kültür" derseniz, inanın dikiş dikmek genel kültürün ötesinde genel bi ihtiyaç. bir singerle temasım olsaydı günler dorothy neşesinde, adile naşit sevimliliğinde, ne bileyim işte, cici kızlar çılgınlığında geçicekmiş gibi geliyor. çıkıçıkı dikiş diksem, paça kıvırmak kıvamı işler bile olabilir, müzikal dekoruna dönüşücek odam. hem bak padişahlar bile bi zanaat öğrenmiş, marangoz padişah, şair padişah, onları da öyle seviyoruz. yarın öbür gün aç kalsan, elinde bi tek elin var yine, sana para kazandıracak bi zanaatın olmalı. gitarla akdeniz akşamları bi yere kadar- ki hiç de sevmem o şarkıyı.

bu arada "günahım kadar sevmem" lafını severim ben. öyle işte. aç parantez- kapa parantez.

niye dikiş de efendim ne bileyim, ayakkabı ustacılığı, deri tabaklama, keçe işçiliği değil, bilmiyorum. daha kolay diye olabilir. boncuklarla ilgili diye olabilir. zeki müren kostümleri canlanmasın gözünüzde ama son 2,5 yıldır dikiş makinesi kullanmayı öğrenmediğime içleniyorum. öğrenmek için hiçbi şi yapmıyorum gerçi. bilmem, var mıdır çalışan kadınlar için gece kursu filan? bu saatten sonra terzi çıraklığı zor iş. hem zaten mahalle terzimiz kapanmış. belediye kursları desen gündüz saatlerinde. düğme diktiğimde zafer koşusuna çıktığım düşünülürse yol uzun.

*** şimdi daldan dala:

burcumu okudum az önce, 29 ekim 2009'dan 7 haziran 2010'a kadar sahne benimmiş. bayılıyorum bu kesin tarihlere. satürn "arkadaşlar, umutlar ve dilekler evi"mdeymiş (eve bak) 2 yıldır, nihayet gidiyomuş. hayırlısı. 7 ay boyunca zodyak aleminin starı olucam demektir. kendimi eğlenceye vurucam, geçtiğim yerden çiçek ve gökkuşağı fışkıracak galiba. 7 ayın çoğu da kışa denk geliyo, o kötü.

bilgisayarım yine "ölmeden önceki çığlık: diskten gelen ıslık" seansına başladı. disk dönüyor, fiyu fiyu bi ıslık, bi kuş can çekişmesi. ah ah.

her sabah sir earl grey'e teşekkürlerimle, bergamotlu çay içiyorum.
tuhaf oje renklerinde gözüm var ama şimdilik pahalılar. duy beni pastel, duy beni flormar.

29 ekim cumaya gelse, 3 günümüz olurdu.
3 günü olan her insan gibi anında şehirden kaçar tatil yapardık.

12 Ekim 2009 Pazartesi

şiddet günlüğü

yine bi şarkının daha nakaratında kitlendik: gezme ceylan bu dağlarda/ seni avlarlar.

bilirkişi raporlarını okurken sıktığım yumruğum yüzünden elimin hep aynı yerindeki deri kalkıyo. yeterince acıyamıyo ki canım, açıyorum yumruğumu kanamadan. ne tatlı di mi insan canı, kendi yumruğuna bile tahammülü yok.

ceylan, o minicik, gözleri kendine büyük gelen haliyle, dağdaki mühimmata vurmuş bıçakla. e o da napsın, patlayıvermiş. mühimmatmış. mühim şeylerden. hadi diyelim ki yuttuk, mühimmat. bence o civardaki çocuklar mühimmata denk gelirlerse elleşmemeleri gerektiğini bilir. hadi diyelim bilemedi, dağ tepe gezer iken mühimmata denk gelme ihtimali olan kaç tane ülke kaldı ki? komşuları geçelim onlar ateş hattı topraklar. avrupa anca nostaljik 2. dünya savaşı kurşunları filan buluyo, hop müzesine koyuyo.

ceylanın yaşı bile farklı: 9, 12 ve 14 okudum. öyle bi yok ki ceylan, 14 yıldır mı yok, 9 yıldır mı onu bile bilmiyoruz.

ben bilmiyorum. bilirkişiler biliyo o bulunan minicik mühimmat nedir, nasıl parçalar, havan topu nedir, dokunan kızın elleri parçalanmalı mıdır, sağlam kalması normal midir filan. annesi de bilmiyodur muhtemelen bu savaş sanatı inceliklerini. kızını bilir o, gözünün kahverengisini, makarnasını neli sevdiğini, ne bileyim işte, en çok hangi şarkıyı sevdiğini filan. bu bilirkişiler oysa, olay yerine ilk ziyareti imama yaptırmadılar mı? korkudan, can güvenlikleri yokmuş. imam fotoğraflamadı mı buraları? 40 mm'lik mühimmattan bahsediyoruz. ceylan DAĞDA 40 mm'lik mühimmatı bulmuş, sonra da tahrasıyla vurmuş, bıçağıyla. istatistik ilmi, olasılıklar dehlizi.

40 mm'lik bir şeye bıçakla vurmayı denemedim hiç.
ben zeytine bile çatalını bi seferde batıramayanlardanım.

normal sandığımız şey ne biliyo musunuz? bomba sesi. yanı başımızda motosiklet egzozu patladığında, bi ben bi de perulu marisol kapandık yere. bombaymış, biz cenin, kulaklarımızı kapayarak, yüzü koruyarak... nedir, ikimizin de birebir bomba tecrübesi dahi yok. biz bombalı yerlerde büyümüşler, hollandalıların eğlencesi olduk. adamlar tepkimize çok güldü. marisol hadi ilkokuldan beri "bombalanma anında alınacak tedbirler" tatbikatı yaşamış, bana ne oldu bilmiyorum. ilkokulda asılsız ihbar ve şişli dışında bi teğetliğim yok.

yani demem o ki, ceylan o dağlara gezmeye gelmiş gerzek bi turist olsaydı, belki belki belki bıçağıyla dürterdi o 40 mmlik mühimmatı. işte sırf bu yüzden, sırf bu yüzden işte, bilirkişiler ceylanı hiç tanımamışlar. o dağların bi kızının yapmayacağı tek şey heralde bu. misket sanar yuvarlar da vurmaz. bence. içgüdüsel. o yüzden bu rapor bir itham: kurban her zaman suçludur.kurban suçludur. kurban, kendi kaşınmıştır.

çünkü biz bu ülkede şiddet fazlasından delirmiş değiliz.
her asabiyetin karşılığı bi küfür, anlaşmazlığın dengi kavga değil.

kadın deyince tecavüz, protestocu deyince cop, çocuk deyince ensest, karakol deyince işkence gelmiyo aklımıza. gecenin bi yarısı polis laf atmıyor kadınlara. erkekler kadınları, kadınlar çocukları dövmüyor. yarı dayanıklı ev aletlerinden sevgili ütü, bi numaralı işkence aracına dönüşmüyor. şiddet fetişimiz yok. "yanlışlıkla" ölen ve yaralananlar listemiz yok.

biz bastırdıkça çıkmıyor bütün acılarımız.
sıktığımız yumruk gibi işte: sonunda kanıyor. kendi kendimizi acıtıyoruz.

bakın buyrun günlük menü: okul, market, heykel, ne isterseniz.
bakın tetikçilik pişkinliğini de normal sanıyoruz. o sırıtıyor, biz havalara bakıyoruz.


bu akşam sıkın yumruğunuzu. kanasın.
deliricez yoksa. herkesin adı birilerinin kara listesinde.
nefretten şiştik, yalanlarla patlıyoruz. ben sinirden, bugün yine, öyle işte.

11 Ekim 2009 Pazar

ev arkadaşım kek yapıyo, börek yapıyo

şehre yüksel arslan geldi, geldiği gibi marta kadar kalıyo. daha nossun. malzemeleri yeter.

bu arada, santralistanbul'u bi okul kampüsü olarak, müzesi ve ottosu sebebiyle kıskanıyorum.
canını sevdiğim okulumun garanti "kültür merkezi"ne bakıp, sonra santral'e bakıp içleniyorum. hadi kendimden geçtim (hadi ne, okul benden geçeli yıllar oluyo), yeni nesil için. yaptığım yoğun araştırmalar, boğaziçililerin hayatına bilgili olarak devam etmesinde kampüs faktörünün önemli olduğunu gösteriyo. kampüs-tapar bi okuldan çıktıktan sonra, az buçuk yaşını alıp, boğaza karşı çaya/biraya/şaraba doyduğunda (ki bence doymak zor da hani, eski tadı vermeyebilir belki) "manzara yetmiyo be mirim" dediğinde bence devreye santralin girmesi çok mümkün. ben olsam, yapardım. dediğim gibi, odağım kampüs.

ama şu ama bu, bir odtü'nün mimarlık fakültesi binası bi de bilginin santral kampüsü. kendiminkine kuma alabileceğim yerler. okul binaları, kampüsler, mühim şeyler. şu yaşınızda ilkokul binası çizmenizi istesem, herkesin bahçe- dış cephe- sınıf düzeni vs aynı olur. çünkü tüm okullarımız hep aynıydı. tahta silgimiz dahi aynıydı. boğucu derecede, migros gibi, ikea gibi birbirinin aynısı binalardan çıktık. sıva renklerinde bile seçenek üç beş. iç acıtıcı bence. ilkokuldan liseye kadar, fotokopi binalarda okuduk. hep aynı kompozisyon ve resim yarışmalarına girdik. estetik duygumuz da aynı derecede fotokopileşti tahminen. "kırılması gereken"bi kalıp oldu. bricks on the wall ve diğer şeyler.

şehir mimarisi denen şey zaten sıva fetişine dönüşmüş (sarı-pembe, yeşil-mor gibi ikilemelerle sıva sanatı, bebek pembesi- lila ise modern site), kat başı metrekare sınırını aşmak için "ileride kapatılmak üzere" neredeyse kat boyu kocaman balkonlarla sarılmış, kapısı çirkin, detayları çirkin, pencereleri çirkin, çatısı çirkin, otoparkı çirkin, her şeyi idareten yapılmış binalar. ön cephesinde her an dalgalara atlayan yunus, kilim deseni veya nazar boncuğu desenleri görülebilir. müteahhit bey amca adını binaya işleyebilir.

çatalhöyük kazılarını okuyordum ya ben, bu yeni şehir güzelleri tam da 9 bin yıl önceki akeramik dönemdeki duvar desenlerini çağrıştırıyo, ayin titizliğinde, gururla yapılmış şeyler. umarım bikaç bin yıl içinde bina yüzlerini rahat bırakıp "taşınabilir" şeylere aktarıcaz sanatımızı. ayrıca bu binalar, ev bile değiller. bina. okul ya da depo ya da devlet dairesi. her şey olabilirler, işlevleri baştan düşünülmemiş. okullar da sadece öylesine bi bina. ofisler de. NTV'de geçen haftalarda içli içli konuşan mimar amcalar için hayat çok zor olmalı.

şehir genç dolu, yapabilecekleri yapmalarına alan tanınandandan çok olan. ne fena di mi. her alanda işte. kaç tane mimarlık öğrencisi mezun oluyo her yıl... sonra, sonrası yok işte. kırıyolar insanları. mezuniyet törenine bile küskün gidiyo herkes. okurken "okul sonrası"na dair ufkunu daraltan kaç millet var merak ediyorum. oto-ufukdaralması.

lisedeki coğrafya hocamız ahm.et gür (ekşi kendisini uzun uzun anlatır) bize "siz ata.tü.rkün boku bile olamazsınız" diye bağırdığında ters psikoloji filan bilmiyoduk tabii, kin dolmuştuk. lise 1'deydik ve lise böyle bi yer olmamalıydı. her 29 ekimde, 10 kasımda, 23 nisanda ve19 mayısta kürsüden bu fikrini görece kibar bi dille tekrarladı. "gençleerr, yeni nessill sizin eseriniz olacaktııır!" laflarına alışık olan bizler, "yetersizsiniz, daha çok yolunuz var, devede kulaksınız ve çaba filan görmüyorum" diyen, genelde ağzı bozuk, mütemadiyen laf sokup alay eden, gözümüz kapalı iç anadolu bölgesi haritası çizmemizi söyleyen, linyit yatakları normalden azıcık batıdaysa bizi linyite çeviren bu adamdan hazzetmiyoduk- kibarcası. her dersi bi terör seansı, her sözlüsü bi atış talimi, her yazılısı süngüyle çarpışma tadında olan süper mario benzeri bi hocamızdı kendisi. ama yine de, coğrafyam iyidir. ahmet hocanın öğrencilerinin %99'unun iyidir; çünkü başka şansınız yoktur.

sonra bi gün "benden nefret ediyosunuz ya hani, hıyarın tekiyim ya hani, hanginiz lise öğretmeni olmak ister?" diye sordu. sınıfta çıt yok, delirmedik ya. bi de korkuyoruz, el mi kaldırmak lazım ama yok, istemiyoruz işte. doktormühendisişletmeci olcaz, lise öğretmenliği nedir? "heh işte, sizin gibiler olmazsa, benim gibiler olur! buyrun!" dedi, susturdu bizi, nokta. neyse işte, kendi işini kendin yapmakla ilgili bu da böyle bir anımdır. lisedekilerin lise öğretmeni olmak istemesinin imkansız olmadığı günler dileğiyle.

hop atlıyoruz:
nevada- the burning man project. böyle şeyler lazım sanki. bi çöl mü gerek nedir:

What Is Burning Man?
Once a year, tens of thousands of participants gather to create Black Rock City in Nevada's Black Rock Desert, dedicated to community, art, self-expression, and self-reliance. They depart one week later, having left no trace whatsoever. Learn more about this incredible experience through our First Timers' Guide, Burning Man's mission statement and Ten Principles.

328 gün varmış 2010'dakine. haberiniz ola.

*

sonbahar dediğin mor ya da bordo ruj zamanıdır. nezle olmamak lazımdır ama ben bunu hiç beceremem. yine başladı işte.

8 Ekim 2009 Perşembe

zzzot.

odamdayım. birazdan parkelerini öpücem, nihayet kavuştum. sabah 5te çıktım, ufak bi hesapla 18 saat eder. arada ankarada terziye bile uğradım. sürmenaj eşiğindeyim. esenboğa havaalanındayken bana bissürü şey anlatan teyzeye o an istanbulda olduğumuzu açıklamaya çalışıyodum ki - hayır henüz uçak ortada bile yoktu. korktum kendimden. astral seyahat.

neyse, eve dönerken ay gökte tüm haşmetiyle parlıyodu. ne dolunaydı ne de hilal, en arada derede halindeydi ama kocamandı, azıcık da sarıydı. çok güzeldi çok. eğilmiş istanbula bakıyo gibiydi. çocuk kitaplarında filan oluyo öyle şeyler, olsa böyle olurdu işte.

şimdi: zot. uykuzzz.

7 Ekim 2009 Çarşamba

karpuz olsam çatlardım.

yarın 07.00 uçağı ankara, 20.00 uçağı istanbul. "günübirlik uçan ofis insanları"ndanım; ama tamamen angarya. 5te uyanıcak olmak berbat bi şi. annemleri görücem kısacık, o güzel.

çok yorgunum. bugün sistemim çöktü. her yerim ağrıyo ya da acıyo: göz çukurum dahil. gözüm acıdı yahu. çıksa geçicek gibiydi. bi de nezle oldum- daha tam vurmadı ama geliyo. eve geldiğimde aç, yorgun ve pistim... ayrıca yorgun, sinirli ve ağlamaklı. o zaman hayat daha fena.

7 ekim 2009, o kadar yoktun ki benim için.

çok bunalıyorum. köprüden önce son çıkışlar önemli hayatta, kaçırmamak lazım. bugün ofis arkadaşım, çalışırken çalışırken bi anda durup "başka bi hayat istiyorum ben ya" dedi. öyle de içten dedi ki bunu... hani hakikaten tak ettiği an olur, ona yakın bi şiydi işte.

ben de o köprü yolu tabelalarını birer birer geçiyo gibiyim. ben mi işe girdim iş mi bana, onu düşünüyorum.

gibi gibiyim işte. sonra, öptügeçti. o kadar hızlı oldu.

**
üst katımıza yeni taşınanlar gecenin birinde elektrikli süpürge çalıştırıp hijyen partisi verdi dün. bu gece de öyle bi şi olursa bundan sonraki hayatları boyunca her ağızlarını açtıklarında etraftaki tozu pisliği yutar hale getirebilirim kendilerini. sürmanşetten son baskıya yetişiriz: komşu kızı vahşeti.

***

sürmanşet demişken, fransızcadan geçme kelimelere karşı hassasiyetim var. ne abes; ama öyle. yazım hatası filan olur, hangimiz laboratuar yazarken bi durup düşünmüyoruz ki, benim kastım kullanım. sözlü. yazılı da olur gerçi. "felan" gibi benim için- ki o takıntım da baki. diğerleri için örn: bakiye, râkım, reklam, derya... gider bu.

misal, "moralitem bozuk" (ki ona yapacak bi şi yok, geçmiş olsun), yok efendim hatta "moralmanım bozuk", vay efendim "motive kaybı" ve hatta tv'de duyduğumda dumura uğradığım "hiç moral motivem yok", insanın içini gıcıklatan, tırnağını kaşındıran kullanımlar... sevmem.

hem fransızcası şart değil ki. insan kelime yapısını bilmediği bi dili türkçe cümle içinde de rahat kullanamaz, doğal bu. artık öyle muallimlerin fransızca öğrettiği günlerde değiliz. ben de annemin karnından frankofon doğmadım. hangisi isim hangisi sıfat, nedir noluyo, rahat etmek için bi bilmek gerek. arapça- farsça için de aynen. biliyomuş gibi yapmak eğreti duruyor. bunların hepsinin türkçesi var, onu buyrun; özellikle de gazeteciyseniz. siz boyunuzdan büyük laflar içinde bu kalıpları kullanınca okuyucular, tiken tiken tüy tüy. fena oluyo. hem "keyfim yok" dediğinizde ceza mı kesiyolar, nedir yani.

"mot-a-mot" yerine "mota mota" demiş hocam var, ikileme sanıyodu hakikaten bi de, kötü oluyo insan.

ha derseniz "türkçesini bilmiyorum", o zaman aklıma tansu çiller ve kürsüde hasülünü halüsünü halsülüln diye diye dakikalarca halüsinasyon diyemeyişi ve can havliyle "halusineyşın işte" deyişi gelir. fena.

****
çok sıkıcıyım bu ara.
kendimden fersah fersah kaçasım var.
"gidelim burdan" mevsimi yaklaşıyo, biliyorum.

3336

kaybolmak.
kaybedilmek.

9 ayda 3336 kişi kaybolmuş bu ülkede, 2340 tanesi kadın.

ufak bi hesap kitapla:
- kayıpların %70'i kadın.
-kayıpların %35'i 18 yaşından küçük.
- kayıpların %22'si istanbulda kaybolmuş.
-her ay ortalama 371 kişi kaybolmuş.
-her ay ortalama 260 kadın kaybolmuş.
-bir aileyi ortalama 4 kişi alırsak, bu kayıplar 13344 kişinin hayatını 1. elden etkiledi.

çarpın bölün, kayıpları görün. bu ülkede insanlar ölüyor, yaralanıyor tamam, ama bir de kayboluyor. kaybediliyor. izi yok. delirmeniz için 3336 sebep mümkün.
şükür bugün de hayattayız ve hatta: nerde olduğumuz biliniyor.

6 Ekim 2009 Salı

12

7.15-19.15 arası çalıştım.

bi kez daha anladım ki bu şehri iki dakika boş bırakmaya gelmiyo. dünyayı kurtardığımız ofisten başımı uzattığımda dışarda mahşer günü tatbikatı yapılmış gibi duran bi şehir vardı. anlamaya çalışıyorum.

5 Ekim 2009 Pazartesi

sabır tesbihi

ceylanı dağda vurdular, parçalandı, parçalarını annesi topladı ya hani...
münevver kamuouyunu "aynı hassasiyet"le buraya da bekleriz. basını, halkı.

parçalanmak köy kent ayrımı yapıyo çünkü, yok ediliş aynı derecede şiddetli. nedir, "katil biliniyodu parasıyla korundu" mu diyosunuz? burda da katil biliniyo, daha da fenası korkutarak korunuyo.
istanbulda sivil birinin cinayeti olunca travmatik bir katliam, doğuda asker eliyle olunca yan etki, münferit zaiyat. algıda seçicilik fena bi şi. acıda seçicilikse ucuz.

"vatan sevmekten çocuk sevmeye vakit bulamamış"lık mı sahi bu? ne bileyim, sanki birilerinin karnı 100 kişilik ağrıyor, beyni 100 kişilik zonkluyor, geri kalan 99'u kimbilir nerelerde...

sabır tesbihi işte. diz diz diz bunları, çek çek çek.
bugün makarna yerseniz, aklınıza ceylan gelsin.

4 Ekim 2009 Pazar

hermosa

mercedes sosa öldü.

mercedes sosa'yla biraz rötarlı, 4. sınıfta tanıştım, tek bi albümüyle. o nasıl bi ses! yemin ederim kudretli. insan tek kelime anlamadan, sadece arjantin değil tüm latin amerika için adeta bi dev olduğunu tahmin edebiliyo. türkiye'deki dengi sezen aksu diycem, o bile az bile kaldı; sezenin cunta zamanı yasak yemiş versiyonu.

sonra hollanda ve benim latin tayfam - mercedes sosa'yı biliyor olmanın takdiri. şu an facebookta en az 20 ayrı arkadaşım mercedes sosa'ya veda ediyo. kıta olarak eksildiler. bunu ispanyolca yaptıkları için ne dediklerini aktaramiycam; ama ispanyolca benim bilmediğim diller arasında en çok anladığımdır.

gecelerce, sabaha kadar, youtube üzerinden çevirilen videolarla birbirine bi "his" geçirmeye çalışan 5 kişi en çok mercedes sosa'yı anlayabilmişti. bu kişiler ben, bi perulu, bi endonezyalı, bi koreli ve bi hırvat olduğundan, "müziğin evrenselliği" diye bi şi varsa eğer, anlamadan (ve tamam, şaraptan) hermosa'ya hüngür hüngür ağlamamızdır. benim için bile yeri ayrıysa, o devrim şarkılarındaki incelikleri çeviricem diye ortadan ikiye çatlayan marisol için durum nedir bilmiyorum.

hollandadan ben galiba en çok sabah 5'e kadar süren bu "şarkı çevirisi" seanslarını özlüyorum. insan ordayken neleri özlediğini anlatmak istiyo yanındakilere. öyle wikipedia'dan ülke tarihi okumak yetmiyo. ne bileyim, "üzüm buğusu"nu çevirmiştim yahu. insan ingilizcedeki nefret kelimelerinin çokluğuna karşın türkçe ve ispanyolcadaki sevgi kelimelerinin çeşitliliğini fark ediyor çeviremezken. öyle tuhaf noktalar arayınca buluyosunuz, iyi de geliyo. gelmişti.

öyle şeyler işte. mercedes sosa iyi ki geldi, kaldı da gitti. bu dünyadan sosa geçti, bilmeyen kalmasın. kayıplardan sonra hesap defteri açmak ayıp, biliyorum; ama insan bencilce teğetliğine, anılarındaki ufacık yerine bile sevinebiliyor. kendisinin de dediği gibi, "şarkı söylediği için değil, düşündüğü için". düşüncelerinin bi kısmına bile en uzaklardan en azıcık teğetlik.

3 Ekim 2009 Cumartesi

mezun

kampüs hala bi koza gibi, sığınması güzel. yine kedi yavrusu kaynıyo ortalık ve bu jenerasyon az biraz daha sarsak galiba.

hani ege'de filan, haziran ayında yazlıkçıların gelişine sinir olan 4 mevsimlik emekli amcalar gibi, öğrencilerin dönüşüyle kalabalıklaşan kampüsü kıskanıyorum.

2 Ekim 2009 Cuma

yaşam hakkı, sahi...

birilerinin üstüne basarak 2 aylık kedi yavrusu öldürdüğünü bilmek, bugününüze limon sıkar umarım. birinin kendi köpeğini ağaca bağlayıp baltayla işkence yaparak öldürdüğünü bilmek de... aldıkları cezanın kedi maması tutarında bile olmadığını bilmek de.

hayvanlara yapılan işkence insanın en karanlık halinin yanardağı. tutamayıp patlayan şeyler, toplumsal sınırlar, göt korkusu ve tonla diğer sebeple bi insanı değil 2 aylık bi kedi yavrusunu hedef alabiliyo anca. bilmiyorum, ben yağmurdaki kelebeklere ağlayacak kadar sulugöz, romantik ve sapşal bi çocuktum. ayağımın altında kedi yavrusu ezmek sanırım 40 yıl düşünsem aklıma gelmez.

neyse işte, bu ceza meselesi için burdan buyrun. imzanızı tak tak. ay bu arada böyle altın gününde muhabbet kuşu dinleyip hayvansever olan teyzelerden, çevrecilikten ormana otel inşaatı anlayan amcalardan olmadığımı rica ederim aklınızda bulundurun. gün oldu otlakta metrekareye düşen keçi bokunu saydım çok affedersiniz, ineklerin yalama taşı derdine düştüm, anlattırmayın. tek tük imza ricam oluyo, öyle işte.

eve geldim ruhum karardı. engin çeber'in videosunu izledim, "insanlık onuru işkenceyi yenecek" diye bağırırkenki halsizliğini.. sonra bu haberleri okudum. bağlantı yorucu bi şi. insanlık onuru işkenceyi henüz yenemedi ama iyi haber, işkence de henüz insanlık onurunu yenebilmiş değil. teknoloji ne garip bi şi di mi. polis kendi kayıtlarına geçirmek zorunda, videosunu açıyor, ve biz engin çeberi muhtemelen son kez hayatta görüyoruz. içerden görüntü. işkencecilerin kaydettiği. tuhaf değil mi sahiden teknoloji?

sonra morçatının "namus nedir"araştırmasının videosu geldi aklıma, mermaid'in bana gösterdiği. namus nedir, onur nedir, eteğin altına pijama giymek nedir, böyle bunların hepsi 5 dakika içinde beynimden ciğerime doldu. çağrışım diye bi şi olmasa, seke seke kendimi daha da daraltmasam etkisi az olabilirdi. fıt fıt fıt tonla fotoğraf, haber başlığı, görüntü yığılıyo.

suratımın iki yanına osmanlı tokadı çaksanız daha az etkili olabilirdi. kaçtığım haberlerden bu seçmeceler ve tonla diğerleri kucağıma düştü.

hep düşünüyorum, benim blogumu okuyanlar arasında lise yaşlarında olan var mı diye (varsa tam burda yorum bırakıp "vaaar.. burdaaa" demeniz gerek. ayrıca bi alttaki yazıya da bi gık demeniz fena olmaz, o ayrı). hani kardeşimin yaşı ya, ondan. gerçi varsa da sıkılıyodur heralde. neyse, o yaşlarda hayat cat stevens'tan father&son dinlendiğinde anca sakinleşebilen bir koşturmacaydı. ha 8 yıl sonra da devrim yapmadım tabii, yine az buçuk öyle. ama o zaman bu haberlerin etkisi çığ gibi olurdu, acıtırdı. böyle yani insan hani nefes nefese, az önce koşmuş gibi, kulak çın çın gazeteye bakar ya... bakardım yani. öyle vururdu. hala acıtıyo; ama kabuk tutan yarayı sürekli kaşır ve kanatırsanız, bi süre sonra nasırlaşıyor galiba. oysa ben nasırlaşmama sözü verdim kendime. üst üste kabuklarımla, armadillo haline gelsem de ı-ıh. acıtıcak. şaşırıcam. bön bön, anlayamadan bakıcam. iş dönüşü eve yürürken o ve ben okul polisi kavramına sövücez. öyle işte. öyle olması gerek.

alışmayı reddediyorum. kardeşim alışırsa da kahrımdan ölürüm heralde. ondan sordum işte. bu blog arada "kendimize günlük acılar menüsü" halini alıyosa bundan. alışmamak için- kendime sözüm. alışmıyorken de "aslında zor değil" demek için; enseyi karartmama konusunda da hiç tanımadan kendimce söz verdiğim beyaz saçlı bikaç cüce var. az buçuk ağlıyosanız da iyidir, göz kuruması olmaz ileride.

okul polisi, polis okulu

böyle bir uygulama dünyada var mıdır bilmiyorum.
bizim polisimizin meydanlarda atamadığı stresini okul öğrencilerine yöneltme ihtimalinin yüksek olduğunu biliyoruz en azından.

‘Okul polisi projesi’ kapsamında bir lisede görev yapan polis, okulun önünde oturan bir öğrenciyi ‘Sen yabancı mısın?’ diyerek 10 dakika boyunca dövdü.
16 yaşındaki Ayrancı Ticaret Meslek Lisesi 9. sınıf öğrencisi Engin Gümüş önceki gün ‘okul dışında ve içerisinde güvenliğin polislerce sağlanması’ amacıyla uygulamaya sokulan Okul Polisi Projesi çerçevesinde okulda görev yapan Mehmet A. adlı polisin kendisini dövdüğünü iddia etti.


bir çocuğun karşısına polis dikmek bu ülkede artık adet oldu. ağacı yaşken dövee dövee...
"sonradan taş atmasın, baştan okulda tanışalım" demek bu. okuldaki güvenliği sağlamak için polismiş! lütfen yemeyiniz beni beyler. ben kardeşimin karşısında polis istemiyorum. her gün, her saniye. korku öğrencileri: geç kalsam polis beni döver mi anne?!

10 dakika döne döne dövülme ihtimaline karşı, itiraz edemeyişler, bakakalan öğretmenler de istemiyorum. ses çıkaran öğretmeni de döverler. o okul polisi, okul müdüründen laf dinlemez çünkü. kasklı bi terminatör yetkisi var onda. okul müdürüne mi bağlı? hayır. o bi yetki objesi.

benim kardeşimi cebinden aradı bi gün ankara polisi. velisini değil dikkatinizi çekerim, kardeşimi. yok efendim internette bilmem ne suçlarıyla ilgili, kardeşimle birisi konuşmuş olabilirmiş, işbirliğine ihtiyaç varmış. polis önce cepten arıyo, sonra gelip okulda kardeşimi soruyo, müdür odasına çağırıyo. okul sefaret okulu bu arada, devlet okulu olsa zaten karakoldan alırdık heralde. bu kız 16 yaşında. annemi aramıyo polis, okulda bi baskın havası, dersten çıkarılmalar, sanki kardeşim bir zanlı. onlarca telefon, annemin delirmeleri, benim delirmelerim ve kardeşimin şakınlığı sonucunda durum şu: ay pardon, isim benzerliği! 16 yaşınızdayken cebinizden aramasını istediğiniz kişi, bi komiser değil en fazla onun oğlu olabilir. bi birey 18 yaşına kadar çocuktur. kardeşim akıl fikir sahibi olduğu için polise "iyi de annemi aradınız mı, konu ne, niye beni burdan arıyosunuz" filan demiş allahtan. dayak yememiş, telefonda olduğu içindir. ben bu terörize etme halini anlamıyorum. çocuğun gözünde bi dehşet hali, "internetten dedi, noldu ki yani facebook mu, kimmiş, arkadaşlarıma söylediler di mi bi şi yapmadığımı" soruları... hepsi cevapsız. yüksek menfaatler için gizlenen bi hal. "bu normal değil" dediğinizde de sanki "buraya uçarak geldim" demişsiniz gibi bi yüz ifadesi.

demek istediğim, o dehşet bile yetiyo çocuklara, değil her gün polislenmek, bi de üstüne dayak.

odtüden jandarma çıkar, liseye polis girer. polisin okulda ne işi var? okuldaki şiddete çözüm olarak üniformalı şiddeti mi buldunuz? şiddeti normalleştirmemek aklınıza mı gelmiyor? okulunda polisle okuyan çocuklar ileride nasıl bir android olarak sokaklara çıkacak? her gün totem gibi bi polisin önünden geçerek okula, sınıfa gitmek bir nedir, eğitim midir öğretim midir?


eğitimci kalmadı mı bakanlıkta, noluyo nedir?!
acaba nedir nedir nedir?

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker