28 Şubat 2010 Pazar

güpgüz

haftasonu sen ne güzel şeysin. hisara nihayet, içinde de. yükseklik korkuma karşılık hisar. ara sokaklarda kaybolarak hisara inmek ve etrafında turlamak filan bi yana, 8 senedir içine girmemiş olmaya yuh tabii, ama bu tamamen fazla yakın olmakla ilgili bi şi. yukarıdan içi görünüyo hem. neyse işte, komşu ziyareti. mis gibi, misler gibi, japon kirazlarıyla.

akşam konser için salon'a gittik. salon'a giderken aklınızda bulunması gerekenler:

1) şişhane metrosundaki ilk ayrımda kasımpaşa çıkışına yürüyün, sonra refik saydam çıkışı.

2) tabanı lastik bi şi giyiyosanız üst kata çıkmayın. üst katta iksv çalışanları hariç kimse kösele tabanlı olmadığından her adımda gıcırdadık. topuğunda yürüyenler, parmak ucu deneyenler, atlayanlar... lake midir ne denirse artık, o malzemeyi seçen kişi "konserin ortasında garç garç gezinen seyirci utancı" nedir bilmiyo. herkes çişini tutarak ölebilirdi.

2) içki yok. halbuki ben çok eminim aydın esen şöyle ufaktan demlenmemizi isterdi. ya da vardı ben bulamadım; ama restoran dışında yoktu sanki içki satışı? üst katta minik bi bar olsaydı, garçlamak pahasına bi bira alırdım, en azından ayakta dikilirken elim oyalanırdı. modern zamanlarda gençler böyle havaya giriyor adamım. belki de konsepte terstir filan, bilemem. ama konserine göre kurulabilir belki. strauss dinlemiyoduk neticede.

3) küçük bi sahne ve salondu. yani bi tane değildir salonu elbet binanın, di mi? alt kattakinden bahsediyorum. kalabalık konserlere ayakta biletiniz varsa, kapı açılmadan önce beklemeye başlayın ve önlere birikin; yoksa arkada, ayakta ve mahsun kalırsınız. üst kattan izlemek MDS balkonu havasındaydı hakikaten, bilen bilir. bir iki minder, ayıp olmasın diye "yorulunca çökülebilecek" bir iki bi şi fena olmazdı. alt kat tam bir "salon konseri" düzenindeyken üst katta ışıkçıymış gibi hissetmek, ne bileyim işte.

4) üst katta 2 ekran var, hani ayakta durmaktan bezip yere çöktüğünüz zamanlar için. sanırım gece görüşlü bi kameradan geliyodu görüntü. ne bileyim, hiç karanlıkta konser kaydı görmesem "son teknoloji demek hala böyle grenli ve bulanıkmış" diye avunurdum ama cık. klasik deyişle bence iksv "daha iyisini yapabilir". tamam sahne önce mor ötesi ve sonra da kırmızı ışıkla kaplıydı, zor olacaktır, kabul. ama yine de yine de, talep müşteriliğin şanındandır.

5) üst kata ayakta bilet satılıyor; ama balkon demirlerinin etrafında sandalyeler var "oturarak" izleyenler için, onların arkasında duruyosunuz. veya yanında. veya dibinde veya ensesinde. çünkü görüş yok gibi bi şi. halbuki orda oturanlar olması aslında görüşü genişleten bi şi, ilk sıra yığılması yok. ama misal, balkonun sol tarafındaysanız sahnenin %70'i görüş dışı. haliyle herkes sağa veya sahne karşısına yığılıyor. kafayı kuğu gibi uzatarak sahneyi görmeye çalışmak en fazla 45 dakika sürüyor, oturanlar da aynı durumda zaten. sonrası gıcır gıcır adımlarla kendinizden nefret ederek duvarı dibi ve yere talim.. ve o güzel kamera görüntüsü.

netice: yaşlanmışız ki ilk yarıda çıktık. çünkü görüntü yoktu, e sadece sesi dinlemek için de evde olmayı yeğleyecek kadar yüzeyseliz, evet. "konser güzel; ama böyle izleyemiyoruz" deyip gitmek fena. bok atmak değil bu, aksine çok hevesliydim. iksvciler de pırpır ve heyecanlılardı, hiçbi şi ters gitsin istemiyolardı, terslik de değil de işte... kamera ve zemin işi halledilebilir belki en azından. yoksa deniz palas, sen bi güzel binamızsın.

dönüşte sırf trafiğe girmemek için "zincirlikuyuda araba patlattılar, aa bak şimdi telefonda söylediler bi tane daha patlamış, ondan böyle yoğun, ben sizi metroya bırakiym" diyen taksicinin plakasını almamış olmak - tek pişmanlık. gecenin birinde adamın tercih ettiği yalan bu oldu. manyak çok, evet.

yıldız parkı küçüklüğümden kalma fotoğraflardan, pembe-somon arası renkleriyle, arnavut kaldırımıyla filan, çok özlediğim bi yerdi. ve şimdi yeniden fethedildi. köşkleri, köşeleri, korunun dipleri, çamurları, kedileri. en güzel, çok güzel. rötarlara üzülmek bi yana, rötarların gerekli olduğunu ben yaklaşık 2 yıl önce keşfetmiştim.

temiz hava ve bacak ağrısı güzel şeyler. haftaiçini çekilir yapıyo.
odama düzen intizam getirme hedefim var bugün. gayet de düzgün, o yüzden zor olucak.
hindistan holi festivalini kutluyor. renk tozlarına bürünmek gibi bir gelenek bence en güzel detaylardan biri. renk savaşı. ve evet, tek bildiğim sıfat: güzel. bakınız:

gündemle ilgili en güzel tespit mermaid'den geldi:
-good bye lenin filmindeki anne gibiyim.

daha güzel anlatılamazdı, katılıyorum.

25 Şubat 2010 Perşembe

rororo

ne güzel de yazmıyorum. tatil dönüşü depreşi, ondan. ofis ekranına baktıkça kaçıp gitme temalı reklam cıngılları, şarkılar ve bolca nazan öncel.

salı günü mermaid hanımla ertelenen buluşma gerçekleşti. istanbula erken dönüş tatili kapsamında, hop hop hop. kemal bey'in belirttiği üzere, aydınlık bi insan kendisi; ama bunu zaten biliyoruz. velakin ben horhor'u bilmiyormuşum yahu, küçük horhorcukmuş benim bildiğim, çok ayıp. elimden tuttu, götürdü. yön şaşkınlığına sebep oldum resmen.



buluşmanın ilk ayağında ben ona marputçular. baş döndürücü bir ıvır zıvır alışverişi, bkz foto. süper şeyler yapıcaz vuhu. ben eksiklerimi tamamladım, aklımdakileri toparladım, nihayet hayata geçiricem filan. istem dışı baş dönüyo o kadar kalabalıktan, meyve suları gerekiyo.

sonra horhor. kat kat tat. dünyanın en güzel teneke kutusuna, bkz foto, ve en minik kirpi biblosuna sahip oldum, en minik kutuların yanına koydum, bkz yine foto. aradaki ad yazılı ajanda tayvanlardan ama yeni yeni gözüm alışıyo, renk versin diye fotoda, çok kaale almayınız. mermaid de beklediği parfüm şişesine kavuştu. kısa günün kârlarıyla eve döndük ve daha birçok şey. kitap getirmiş yanında, benimki de taze bitmişti, değiştokuştuk. onun ödevi daha kısa.

yine 2 tane tam şarjlı fotoğraf makinesi gezdirdik ve tek bir kare çekmedik. niye böyle bilmiyorum ama resmen aklımıza gelmiyor. ayrılınca da "yine çekmediiik" diye telefonlaşıyoruz.

eve geldim, boğuştum boncuklarımla, tırnağım çizildi, ama pes etmiyciim. çünkü yapılabilir duruyosa kesin yapılır, pes edemiycem. keşke elimde kitaplarla adaşım baykalcılık oynasaydım ama yani cık, olur gibiyse oldurmak üzerine bi işkence benimki. bir de, mermaid üşümek bilmiyor, burdan arz ederim. açık havada ısıtıcısız ortamda dondurma yedi, ilan ederim hatta.



teneke kutum harika, bkz foto. çamaşır suyuyla boğuşmalı bi 15 dakikadan sonra, renkleri, çiçekleri, tenekeliği, her şeyi çok güzel. hollandalı olması ise duruma bir hoşluk katmakta, o kadar. antikacıdaki parçalara mütemadiyen atraksiyonlu hikaye uydurarak "deneyim" pazarlayan cuma günü çukurları yerine, "teneke işte, çay filan koymuşlardır" çok daha samimi. antika değil eski olsun, ölmem. öbür türlüsü, ne bileyim, herkesin ilk hayatında kleopatra olması gibi bir şey. biriniz de yaprak sallayan kölesi olun yahu, di mi? hiç.

23 Şubat 2010 Salı

matilda wormwood

her kitabı film yapmasınlar. bu bir.
kızım olursa ya da etrafımda birinin kızı olursa, filmi ne kadar güzel olursa olsun izletmeyeceğim, önce kitabı okunacak bir kitap varsa o matilda'dır. bu iki.
matildayı sevmek, ondan bahsetmeye kıyamamaktır. bu da üç.

matilda'yı okuyan her küçük kız için matilda'nın yeri bambaşkadır. can yayınlarının sunduğu çatlak kız çocukları serisinden pippi ve diğerleri bir yana, matilda bambaşka ( hatırlatmalı edit: zaten bambaşka, çünkü bendeki yky'dan çıkmaymış. dar ve sarı kapaklıydı). matilda okumuş olanlar birbirini bulur, ben buna çok inanırım. kan çeker. matilda'yı roald dahl küçük kızlar için yazdı, öylesine değil (yine edit: ve onu okuyan erkek çocukları da vardı, daha bile özeller). matildayı okumak, onun dünyasını görmek, sevgisiz ailesi, yoksul öğretmeni, tüm her şey gerçek ve mühim şeylerdir. çocuklara şeker kaplı yalanlar sunmaz. hollywood'un sansürle yumuşattığı, reyting kaygılı törpülenmeleri olmadan dan dun anlatır dahl ve komiktir işte. ve eğer birisi size matildanın fantastik öğeler içerdiğini söylerse inanmayın, matilda çok sıradan bir öykü anlatır. "fantastik" diyorsa bilin ki kitabı okumayıp filmi izlemiştir.

tüm bu sebeplerden, etrafınızda ilkokula giden bi kız varsa, matilda'yı hediye edin bence. nickelodeon karakterleriyle kaplı, doğrucu davut bi dünyada, kitap okumaya üşenerek dizi seyretmesin diye. çünkü quantin blake'in çizimleriyle hiçbiri yarışamaz ve roald dahl harika bir yazardır. belki de dünya çocuklarının başına gelen en iyi şeylerden biridir ve tüm neşesiyle bize matilda'yı sunmuştur. gülerken bi şilere içiniz acır, çocukken bile, adını koyamadan anlarsınız bir şeyler; ama büyüdüğünüzde bi gün, aniden bi sabah "ah" dersiniz, "teşekkürler roald".

okula gönderilmeyen kızlara koli koli matilda kitabı dağıtacak bir sistem olsa keşke, süper güç iksiri gibi dertlerine koşsa matilda. can yayınları olsam, sanırım her okula bağışlardım.

özetle, dahl okumayıp depp seyreden çocuklardan olmasın sizin/bizim/onların ufaklık. hem blake'in çizimleri hayalgücüne yer bırakır, "burda sizin yerinize düşünülmüşü, efektlerle donatılmışı var" diye beyin tembeli yapmaz çocukları. o yüzden işte, kitap kitap. matilda ma bella. böyle de kesin, böyle de net.

22 Şubat 2010 Pazartesi

yara bandı

mesela siz, o küçük köpek yavrusunun ayağının ezilmek üzere olduğunu bi bakışla anlayabilirsiniz. öylesine yattığı yolda, direksiyon başındaki tabakhaneci tabii ki azıcık sola kırmayacaktır. şansını deneyecek ve tabii ki ezecektir ayağını ve basıp gidecektir. iki dakika önce pıt pıt oynaştığınız, çok bi sevdiğiniz köpek yavrusu. tüm yağmurun ortasında, sol ayağı ezilen yavru köpek çığlığı duyduğunuzda, olacağını bildiğiniz şey için bir hamle yapmamış olmak üzerinize çöker. o kadar çöker ki gidersiniz. iki dakika önce seviyordunuz, şimdi patisi kimbilir-tıp!

ne olacağı belli olduğu halde değiştirmemek, aslında dahil olmaktır. sonrasında istediğiniz kadar sayıp sövebilir, inip adamı dövebilir, yardım isteyebilir... vesaire "-ebilir"siniz. ama değiştirmez. dediğim gibi, olacağı belliyse, ortadaysa, şaşırmış gibi yapmak olmaz. müdahale etmek gerektiğini bilmek, gerçekten müdahale etmedikçe hiçbir anlam taşımaz. müdahaleniz oysa, bildiğiniz şeyi değiştirme kudreti (ki kudretin o kadar da kuvvetli bi kelime olması gerekmez), işte o bir şeydir. kendiniz için. "elimden geleni yaptım" demek için- ki bu önemlidir, sahiden. ne yapacağınızı bilmek de. hızlı davranmak da. söyleyemedikleriniz bir yana, yapamadıklarınızın azalması için, iyi şeyler için yani, köpek patisi rüyanızda gezmesin diye ve daha bir sürü kahverengi kocaman göz çığlığı.

*

aynı gün içinde 10 cm kar ve sonra paltosuz güneşler.
dipnotlar, virgüller yüzünden uzayabilen şeyler.

yosunları çok seviyorum. ağaçları, taşı, kayayı, hatta başka yosunları bile sarabilmeleri bana harika geliyo. her rengini, her şeklini, hep kuzeyi gösterişlerini, bitivermelerini seviyorum. çiçeklere içi gidenlerin, önemli gün ve haftalarda ellerindeki buketteki tomurcukları sayanların, yosunları iğrenç kaygan şeyler olarak görmeleri bana çok ikiyüzlüce gelir. halkalı solucanlar kadar harika bi şi yosun. çiçekler gibi yok üreyelim, yok böcekler kapılsın kokuma filan ayakları yapmaz. fonksiyoncu bi süs değildir. yani çiçekleri tenzih ederim ama yosun sarar ve varolur. yayıldıkça yaşar. sadedir, nettir, güzeldir. orman içinde orman resmen. yosun, okşanması gereken ikinci bi deri gibi bi şi.

denize dalıp yosuna tutunmak misal, dipte öyle kalmak, ayağı yosuna değince "iyyykkk" çekmemek, benim için mühim şeyler. çime basınca da iğrenip ağaca tırmanın madem, hiç işte. ayak tabanınızı da beton kaplatın hatta. ağaçlara hayranlıkla bakabilirim ama ağaç diplerini eşelemek ayrı bi zevk, çok sürprizli. en fazla koyun boku bulsam bile öyle işte, yılmam. ters çiçekler, kıyıda köşede kardelenler, kemirilmiş kozalak ve tabii ki dev mantarlarla ilgili bi şi.

omo hani "kirlenmek güzeldir" diye slogan buldu ya, haklı olabilir coni. ne bileyim, çocuğum veya kardeşim veya yeğenim, gördüğü çiçeği, ağacı tanısın isterim ben. "aa beyaz çiçek, aa mor çiçek" ötesinde. yani renkleri değil, sahiden çiçeği tanısın. olmadı atsın, belki tutar. ama atabilecek kadar bilsin. gerekiyosa çamura bulanıp nezle olabilir, sakıncası yok. ve hatta, omo lekeyi çıkarmasa bile çok dert değil. yeter ki mesela, suyu ne yöne takip ederse karınca yuvası bulacağını bilsin. izcilik değil bu, merak. merak etmeden sevemezsiniz bi şeyi, sevsin. yoksa, öbür türlü, ağaca ota böceğe mesafeli büyüyen biri, şehirdeki köpeklerin üstünden de aynı yabancılıkla geçebilirmiş gibi geliyo. alakası budur efendim. doğa ölmedi, içimizde yaşıyor. o köpek oraya sonradan gelmedi, siz ormanın ortasına şehir kurdunuz. tek bi at yetmedi de bilmemkaç beygir gücünde metal bi şiye biniyo olmanız sizi yosundan daha kıymetli kılmıyor. hatta yani, yosun açısından bakınca, bütün bu çabanız zavallı bile görünebilir.

renk renk yosun gördüm ben. iyi geldi.

19 Şubat 2010 Cuma

havaya

valiz yaparken hava durumu saplantım yüzünden en az 1-2 saat harcıyorum. çok mu güveniyorum tahminlere, yoo hayır. "bi fikir versin". ne fikir verecek sanki yani, ya yağıyor ya yağmıyor. ya kız ya oğlan. hiç işte. sırf bu yüzden dün valizi kapayamadım, yarım duruyo öyle. bot mu çizme mi spor ayakkabı mı derken, kış valizi zaten 3 kazakla doluveren sinir bi şi, bırakıverdim. lingo lingolarımızı aldık, janis japlinden daha iyi bilemeyeceğimiz kesin, sözünü dinledik. valizin eksiklerini de kafamda kurdum, yerleştirdim, plan program, yol müzikleri bile ayarlandı, çok bi hazırız.

tabii ben çok hazırım diye, "kar sularının erimesiyle taşan göl, tatilcileri kaçırttı" haberi filan, hop, fırlayıverdi. aynı gün. haha çok gülerim, ben kaçacak tatilci değilim. ilk kez erimiyo ya kar, ne kadar kötü olabilir ki? tamam yani, gezeceğim göreceğim dediğim yerler çamurla kaplanmış olabilir ama devletim çalışıyo, bence açılmıştır yollar. evet evet. bunlar tamamen taktik. su döngüsü neticede, erir, buharlaşır, hop yine yağar. korkamam. yine de bi sormalı.

annem 6-7 yıldır akşamları bana hep aynı mesajı atar: "nete gelsene". hop ikisi kamera karşısındadır. konuşulur, görüşülür. bi kez daha ding-dong: kardeşim kazık kadar oldu. anlatacak şeyleri olsa da hep aynı özeti geçiyo: "aynı işte, nossun, bildiğin gibi". bunu ilk söylediğinde duvara çarpmış gibi olmuştum: kız büyümüş, hayatı monotonlaşmış ve yani, büyümüş işte. yetişkin cümlesi bu. benim, sizin, bu soruya verdiğimiz ilk cevap hani: nossun ya. bezgin bekir günlerinden, büyük adam hallerinden. "yolda çok güldük, sonra örtmen dedi ki bık bık, sonra arkadaşımın kalemi kırıldı" gibi maceralarla dolu günlük raporlar artık geride kalmış. tamam lise son düğümü de var ama başka işte. şimdi ne olup bittiğini öğrenmek için, yanında olmak, yaşamak, deşmek, zorla keşfetmek, "nen var kuzum" diyebilmek, "iyi diilsin saklama bak" filan demek gerekiyor. "18ini doldurmak üzere, anca mı düştü jeton" derseniz, defalarca düşüyor benimki.

belki zaten biliyosunuz: birinci cemre bugün düştü, havaya. ılık ılık o yüzden. suya 26 şubat, toprağa 5 mart. sonra mart dokuzları, sonra abrulun beşi ve nihayet: 6 mayısta hıdrellez ve bahar. birer birer gidince daha hızlı gidiyo sanki diye takvimlendirdim size efendim. bunlar dışında tabii ki kalbimizde en büyük yere sahip olan hava olayı: 1 nisan- kırlangıç fırtınası.

ve kuş göçleri üzerinden bahar takibi zevkli bi şi olduğu için buyrun:
11 nisan: leylek fırtınası
17-19 nisan: kuğu fırtınası
26 nisanda da güller budanıyormuş. bilginize.

17 Şubat 2010 Çarşamba

banttan yayın

lingo lingo şişeler
ırakı mı içtin sen bensiz
çamura mı düştün dümensiz

bu türkü bence en güzeli, en sevimlisi. lingo ne yahu? gerisi iyice komik. ama lingo lingo işte. anladınız siz. fintasfenkinör gibi sihirli bi şi hatta. şişe dediğin nane, anca lingo lingo olabilir çünkü. zeki mürenden geliyor: merak edenlere. en saçma neşelerden biri bu, o yüzden güzel.

bu kelimelerle siz de havalı bi entel olabilirsiniz!

resmen böyle kodlaşmış kelimeler var. "bakkaldan elma aldım"derken dahi kullanın, anında ağzınıza pipo, çenenize keçi sakal. sıradan ilerleyelim:

1) söylem.
söylem ≠ söz.

bakınız söylem: Söyleyiş, söyleniş, sesletim, ve hatta: telaffuz.
söz: Bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi, lakırtı, kelam, laf, kavil.

yani "laf söyledi balkabağı" yerine "söylem dile getirdi brokoli" denmez. söylem, "laf"ın entel, derin ve çok anlamlı versiyonu değildir. birden fazla anlamı varsa bi kelimenin, ona sesteş diyoruz. bu açıdan: "söylemlerinize dikkat ediniz"/ "az önceki söyleminizi geri alınız" filan derseniz benim için "moralitem sıfır oldu"ya denk bir saçmalama olacaktır.

söylemin analizi olur, bu analizin yöntemi olur. seversin sevmezsin o ayrı ama yani var böyle bi şi. söylem sözü kapsar. kibarlıktan ve akademiklikten dökülmenin anlamı yok, söz söylem değildir. aaa yani. diil işte. hem laf ne güzel bi kelime. laf-u güzaf, hele, en güzel kalıp.

ortalığı karıştırmak istemem ama ayrıca bakınız: diskur, üslup, vesaire.

2) ayrıca bir diğer sinir olduğum kelime yorgunluğu: indirgemek.
yine sözlüğe bakıyoruz. indirgemek: Daha kolay ve yalın duruma getirmek. hem olumlu hem olumsuz olabülü. ama kolay ve yalın, gönlümüzde olumlu olarak yer etmiş iki abimiz.

indirmek değil yani. "sorunlarınızı en aza indirgemek istiyoruz" dediğinizde, yine bana acılar, yine bana fazladan ek. indirin kardeşim, indirgemeyin bi. sorunlarımı azaltmak isteyin. oksit toksin filan, kalsın kenarda.

havalı laflara gerek yok. daha az bilimsel biliyorum; ama yani, nolucak. herkes indirgediğini sanarken indiriyo alt tarafı. bi rahat olun, öyle de severiz sizi. izdüşüm alın olmadı. o da bilimsel bak. yerçekimi filan. pirekare var bi de, ooooh o hepten bilimsel, ver çemberi, ver üçgeni.

3) ayrıca her lafını "...diye düşünüyorum", "....diyorum" filan diye bitirenlere de sevgiler saygılar. gerçi tonlamanın da katkısı büyük bu kalıplara. öyle dediğinizi biliyoruz, çünkü dediniz, duyduk. düşündüğünüzü de keza, anladık; çünkü düşünmeden konuşmayacağınızı varsayıyoruz. "... diye düşünmeden patlatıverdim" deseniz, nasıl ilgimi çekecek, tarifi mümkün değil.
ama gerçekten entel olmak istiyorsanız "...düşündesindeyim" demeniz lazım. "... aslında bu konunun çok sıkıcı olduğu düşüncesindeyim"... düşüncede olmak. herkesin yapamadığı bir beyin jimnastiği. düşünmek yetmiyor, düşüncede oluyorsunuz. bi tür saf enerji. hangi dildeki hangi bi deyimden apartılma, henüz çözemedim.

4)ama bu kadar entellik size yetmiyorsa, "..demek durumundayım" demelisiniz bolca. bu da "zorunda olmak" yerine kullanılan; ama bu yolda iğdiş edilen bir diğer havalı kalıbımız. örnek: "bok demek durumundayım". hmm, bok demek durumundasın, bu durumla ilgili napıcaksın? bok de gitsin bence. aa zaten demişsin. filmlerde iç sesi duyarız, onun gibi oldu. ingilizceden çeviri türkçeyle bu kadar oluyor mary. bi "durum"dasın bi kere sen, herkese olmaz, herkes anlamaz. hayır hani, bir şey söylemek, bir iş, statik değil. durumda olmaksa gayet statik. neyi nasıl yaptın, o bile bi hayret sebebi.

5) ayrıca, "merak etmekten kendimi alamıyorum", "kendine iyi davran" gibi ne idüğü belirsiz, çeviri yorgunu kalıplarımız da mevcut. bununla da yurtdışında fazla kalmış entel havası verebilirsiniz. bu çeviri türkçede ustalaşmak isterseniz, "aman tanrım! kedi köpek yağıyor" en etkin silahlardan. ama sonra birisi size "bu g.te, bülbül öte"derse ne yaparsınız, onu bilemem.

6) ve listeye dışarıdan destekle ekleme yapıyoruz: "aynen öyle" & "kesinlikle" kardeşler. evet mi hayır mı belli olmayan, "exactly!" nidasından apartma bu ikiliyi, güvenle kullanınız, herkesi soru işareti içinde bırakınız. maksat imajovski.

7) yine yabancı kelime yorgunu: nüans. ufak nüans farkları. en sevdiğim. aah ah.

onun dışında bolca sorgulayın, her kelimeye "-sel"eki ekleyin, "-cül" filan ekleyin. o ek varsa "-laştırılması" gibi şeyler ekleyin ki uzasın. araya üç beş osmanlıca kelime de gerek tabii ki.

8) osmanlıca demişken, "-sever" yerine "-perver" hoş bir aroma katacaktır. yine dışarıdan destekle, bi hatırlatma geliyor: mütevellit. binaenalleyh fazla dini aromalı olmasa ve yazımı kolay olsa bence yaygınlaşırdı. misal "binaenalleyh, enformal ekonomi..." diye başlayan cümlelerin bizzat akademi kaynaklı entellerden duyulmuşluğu mevcut.

neyse, ipuçlarımızı verdik. cümle içinde kullanıyoruz tabii ki.

örnek cümlemiz:

"(...) aynen öyle! filhakika, ben de, 'verimsel ve sanatperver bazı söylemlerin indirgenirken bütüncülleştirilmesindeki ufak nüans farklarını merak etmekten kendimi alamıyorum' demek durumundayım."

ve işte siz de artık bir entelsiniz. toplamda 20 kelime kullandınız, herkes etkilendi, türkçe yeniden doğdu; ama kimse anlamadı. imza gününüzde bana ön sırada yer lütfen. inanmadınız mı? yazının başındaki örneğimizi tekrar edelim:

"elmaperver bir söylemle girdiğim bakkalsal ortamda ihtiyaçlarımı indirgediğim yapısallaştırılmış nüans farklarını merak etmekten kendimi alamadığım için, ehven-i şer diyerek, elmayı alıp çıkmalıyım düşüncesindeydim."

haklıyım, biliyorsunuz.
"ortam" kelimesinin acı hikayesi de bir başka bahara söylem dostları.

16 Şubat 2010 Salı

f5

varan bir şu an uçmak üzere. bavul ticareti eşiğinde alışveriş yaptı, yetmedi bana bile bi şiler kaptı. göremediği yerler sebebiyle yine gelecek. gidip gidip gelecek. sonra iade-i ziyaret. "avrupalı panama" ilan etti istanbulu, çok sevdi. ben de çok özlemişim arkadaşımı, pırpır hallerini, zıpzıp çocukluklarını. odasını ince ince hazırladım ya, üstüne hiç alınmamış. benim sanmış eşyaları, havlu hariç dokunmamış! hepsine de "ah ne güzeller ya" diye içi gitmiş. pastil, aspirin filan da koymuştum lazım olur diye, "pastilinden bi tane almak zorunda kaldım, özür dilerim" deyince anlaşıldı durum. komik ki ne komik. son gece hepsini kullandı, rahatladık. ve hakikaten yani, sıfır samimiyete rağmen misafir olduğu yeri didik didik karıştıranlara, meraklı çekmece dikizlerine o kadar alışmışım ki aklıma "bunlar senin, kullan" demek gelmedi.

bebek'e bile gittik iki arada, ki ne kadar yakın olduğumuzu düşününce "bile" demek komik geliyo; ama tempo yoğundu. arnavutköyler, sihirli şeyler. öküzgözünü çok sevdi, bolca şarapçılık konuştuk (çok bilirim ya), bağlarını anlattı, organik şarap ve zeytinyağı hayallerini. komünizm sonrası aile nişanlarını ve topraklarını kaybeden hemşehrilerini (hem de kendi ailesini), aileler üzerinden yerel tarih çalışması yapılması projesini, aldığı AB fonunu. dava açıp kazanan ve dedesinden kalma kaleyi geri alan arkadaşlarını, emlak piyasası yüzünden üç kuruş bile edemeyen verimli arazileri... hepsini anlattı. tek bi kişi bu. azmedip kafaya koymak, takmak, uğraşmak, uykusuz kalmakla ilgili, üşenmemekle ilgili. şimdi de macaristan sınırındaki köylerde gençlere dil öğretip sınır aşırı iş imkanı yaratma derdinde. o yüzden işte, sevgim bi kenara, saygım çok büyük. deli enerjisi var.

odamda mini hırvatistan haritası, lonelyplanet kitabı, vişne likörlü çikolata, bizans işi, kuş şeklinde bi yağdanlığın reprodüksiyonu olan bi biblo ve ıvır zıvır şeyler var işte. ulusal motifi kalp olan bi güzel ülkemiz hırvatistan, masa örtüsünden de fular olabiliyo.

tayvan çayım da var; ama söz vermediğim misafircilikler, ağırlamalar filan bekleyen ve hatta talep eden ve hatta emrivaki yapıveren misafire ben misafir demem. demezdim yani de kibarlığım kurusun.hem çok centilmen bir sevdiceğim var, ki fazla bile bunlara. gerilirsem gerilerim, öyle bi sıkıldım 2.tayfadan. taniadan sonra çok dırdır kaldı. neyse yani dostlukla arkadaşlık bir değil. yine de iyidir iyi. bu da böyle bi şi olsun, neymiş, bebek gibi ilgi isteyen kadınlar uluslararası bi sendrommuş. iniş çıkış sıkıcıymış. "iyi biri aslında ama tahammül edemiyorum" hali özetle. yeter, manevi destek sadece. yine de, çok gezdik vedahabirsürüşey.

baykuş stickerım da oldu, hatta incilerden mincilerden kapıverdiler efendim ama nereme nereye yapışır bilemiyorum. ariyciiz buluciiz.

bu hafta ben çökmeden biterse tatil tatlısı kazanıcam. 4-5 saat uyku, çok iş, çok ofis.
bitse de gitsek, çok heyecanlı.

15 Şubat 2010 Pazartesi

hüstü

ailem 3 kuşak istanbullu diye kaldığım evin tabii ki bana ait olduğunu ve tabii ki babamın aldığını varsayan bi taksici vardı. daha iyi bi ev alabilirmiş, yolu sapaymış. paşa dedemin olduğundan ve duvarda resminin asılı olduğundan da emindi. gerilip gerilip "pis bihter" diye kafa atacaktı resmen. kanal d, nolur artık yalılarda dizi çekme, içine cin kaçmış bi hayal alemi yaratıyosun.

14 Şubat 2010 Pazar

şarkıların gözünün kör olmasıyla ilgili bi durum

ipek ongun etkisi'nden zamanında piinatçım bahsetmişti, bana olmaz diyodum. kaz kafam; halbuki benzerini ben hollandada yaşamıştım: misafiri olunca saçını süpürge eden kadın. kendine değil, ailesine değil, sevgilisine bile bu derece değil: misafirine. oda yaptım. kulak tıkacı, vanilyalı mum ve havlu fiyonklarına kadar. kül tablası ve çakmak ve eskilerden anısı olan bir adet sigara. vesaire. çünkü 4 gün orada kalacak kişi oraya ısınmalı, depo yerine odaya benzese fena olmaz diye. aspirin, pastil vb acil ihtiyaç seti. mis. işe yaradı gibi. alkışla beni ipekcim.

misafirleri heveslendirip iptal ettiğimiz program perşembe günü nihayet kesinleşti çünkü benim bir adet kahramanım var. onun da 3 günde 35 kez telefon etme sabrı var. sevincimden pırpırella, rezervasyonumuz var. cuma paketlerimi teslim aldım ve yorgunlukla çöktük. evde muhabbet, maksat muhabbet çünkü.

cumartesi günü, hisarüstünden eminönüne, ulaşım koordinasyon tanıtma gezisi. köprünün başında durup bakakalmak hep güzel. en gri halindeyken azıcık güneşlenmişti üstelik. tania ki panamada büyümüş bi hırvattır, en eğlencelisidir. 3 ayrı objektifi ve süpersonik elektronik fotoğraf makinesiyle bissürü şey çekti. köprüde diğerleriyle karşılaştık, rahatladım. sonra geri dön, müzeler onların. sahile, bebeğe, bekleyene. sonra hop akşam oluvermiş, programımız var ya hayata geçecek, koşturmaca. trene bile bindirdim. arkadaşları ekleyince 13 kişilik masamızla kumkapı. müzik. meze. balık. rakı. filan. çin yeni yılına girişi kutladık biz, kaplan yılıymış bugünden itibaren. zenginlik, kısmet getirirmiş ama kaplan yılında doğan bebekler kötü şans sayılır, düğünlere filan çağırılmazmış. resmen o yıl doğan kimseyi çağırmıyolar hiçbi etkinliğe. onlar da gizlice toplaşıyodur bence, ne üzücü. jetlagli tayvan tayfam rakıyla beraber duba gibi sallanıyodu ama olsun. olsun, çünkü agop en güzeli, en iyisi. bunların hepsi tek bi günde mi oldu diye şüphelendim bi an. 100 cl'lik yeni rakı da hakikaten iletişim devimiz.

"yarın 8de kalkalım, gezelim" diyolardı, gazlarını aldım. rakıya sarılıp uyudular mışıl mışıl. gecenin bi körü taksime çıkan yollardaki 14 şubat trafiğini kınıyorum, otellerine bırakamıyoduk nerdeyse. nasıl bir aşksa artık. en çok siz seviyosunuz tamam, kenarda sevin.

umarım boğaz turu filan kısmını da yapıcaz günün ilerleyen saatlerinde. köşe minderi gibi sabitim şu an.

bu hafta kendim için yapmam gereken şeylerin ilk adımını attım, tembelleşmezsem devamı da gelebilir ve belki bir gün, bir kiraz vakti, ansızın ben hoppidi hop. dürtüksüz iş yapamamam, 25 yaşımın baharındayken, galiba hiç değişmeyecek. bu açıdan üzgünüm ipekcim, koşarak otobüse yetişip şoföre gülümseyen kız değil, bi sonrakini beklemeyi seçen kızım ben. o zaman kendimi kendim dürterim.

10 Şubat 2010 Çarşamba

ilet-ism.

facebook + twitter ≠ gbuzz. google ikisini de alana kadar zorla iletiştiricek.
kapadım rahatladım. rahatlamak isteyenlere: amme hizmeti.

bu buzz denen nane, readerınızdaki şeyleri de mail listenize filan duyuruyo, ayarlarınızı iyi yapın. nefes alsanız "aaal... veerr..." diycekler. zaten gugıla kalsa çıplak gezicez, aman diym birinden bi şi gizleriz filan, özel bi şi kalır... aman yani. şeffaf toplum, big brother. iletişmeyelim azıcık ya. her an her saniye ne buluyosak zaten. daha aklımdan geçen şeyin geçişi bitmeden ekranlardan yaymiym, o kadar da mühim değilim, iletecek bu kadar meselem yok benim. blog alıyo gazımı google, o da senin hem bak.
çok yorgunum kiki. işler biter gibimsi.

sizde yok bende var:
ho ho ho.

9 Şubat 2010 Salı

ev şişleri

kendime en çok acıdığım an:
yorgunluktan sızmak üzereyken zorunluluktan çamaşır makinesini kurup, 2 saat sonra alarmla kalkıp çamaşırları astığım ve uyumaya devam ettiğim an.lar. bu akşam olucak mesela.

misafir odası hazırlamak, çarşaf yatak vesaire ve hatta: duvar silmek. sonra poster asmak, az buçuk süslemek. gözümde büyüyo. plan program rezervasyon. terlik mesela, terlik mühim mesele. bugün çok zor ama heeeepsi ellerimden öper bi ara. yani ben 8 saattir çalışıyorum zaten. yorgunum.

dün ne güzel tam pilim bitmişken, son bi hamleyle misafircilik. iyi hamleler bunlar. sonra mel gibsondan bir adet gençlik filmi, MDS'de izlenenlerden, karakışla filmlerinden, yeniden.

hani siz bi yere teğet geçerken etrafı temizleyen, düzenleyen, pışpışlayan bissürü görünmez insan var ya, mesela o alışveriş merkezinde arkanızdan tepsinizi kaldıran teyzeler, tuvaleti temizleyen amcalar filan. bi kere daha onlara abuk subuk mimik yapan birini görürsem tepsiyi de paspası da kafalarına geçiricem, duyururum. cıkcıklayan, dudağının kenarı havada, hayatta kendi saçından başka hiçbi şiyi elde yıkamamış bissürü leydi ve kont.

allahım resmen ofiste uyuyorum. beynim uyuyo. nolur bitsin bugün. yapılacak işler de var, yetişmiycek ama uyuyorum. su bile içmiyorum uykumdan.

büyüyünce değişen şeyler madde 1: saç cinsi. buklelerimi kardeşime teslim ettim, resmen düz bi şiyim, aralarda bi dalgalar var, sonra yine düz, kafam karıştıkça saçım iyice düğüm.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Δ

marmaray'ın projesi ve işçileri.

aklımıza piramitler geliyor mu, geliyor. tutamıyoruz.

ayrıca bir de:
dalga geçen ve geçilen.

burda aklımıza ne gelebilir, onu bilmesek de olur.
linklerimi verdim, gidiyorum.

üçübi

istanbul konusunda gaza getirdiğim 3 misafirim olacak bi hafta içinde. yaban ellerden naşi maslaktaki fotoğrafçıya, salı pazarına kadar arayıp bulmuş durumdalar, başıma geleceklerden korkuyorum, gugıla sövüyorum. gezsinler tabii de, daha önceki bi arkadaş ağırlamasında insanların yorgunluktan zona olmasına sebep olmuş biriyim, çekincelerim var. "bir semtini sevmek ömre bedel" kıvamı şiirler gönderiyorum - bi yavaşlayın yahu. neyse ki ıhlarayı iptal ettiler, aklın yolu bir olduğu için. uzadı, ferah bi 5-6 günleri var burda.

deli pöstekisi saymak. ben böyle şeyleri seviyorum da yapıyorum. virgül hilesi. mis gibi olcek.

salı günü, kırk çarşambanın işi üst üste gelmiş olacak. sabah 7-akşam 7. ama belki sonu güzeldir, bilemezsin. yetişemiyorum ama bazı şeylere, en çok da kafamın içindeki gerçekleşmeyecek işler listeme. olsun.

toza ve ütüye çare bulamayan insanlık istediği kadar otomatik kapı yapsın, bana yetmiycek.

cumartesi günü hava soğuk ama arnavutköy mis gibiydi. ankara gibiydi istanbul. güneşli ama soğuk, adeta buzdolabı. yürürürürü. martılar pike yapar, kahve dışarda içilir, üşürseniz yün battaniye gelir. gazete menü, menü çok oyuncaklı. yemek aşkı ne gerçek, ne samimi bi şi. insanların tüm yaratıcılıklarıyla beni beslemek istemesi, üstüne para veriyo olsam dahi beni duygulandıran bi şi. ona bunu kat, kat kat tat. dil bayramı.

yün çorap, indirimli polar vs: her şey tatil için.

cumartesi gecesi, buluşulup yenilip içilip. kalabalıkları sevmesem de grup grup haller iyi işte. aradabü. içeride sigara içilen yerler var, çok itirazım yok aslında. ama madem öyle, bi zahmet bi cam kapı açın, tasarruftan kıyamadığınız pervaneler dönsün. "içiriyoruz ama nefes de alınıyo işte hohoyt "diyin. az buçuk kafayı kullanın, iyice haksız duruma düşmeyin. bi şi diil, bari sorunca da "yok şimdi olmaz" gibi bomboş cevaplar vermeyin. keyfim yerindeydi ama nefes alamaz oldum sonra, koşarak kaçarak. şarap başka güzel; ama efes de tombik şişelerinde daha güzel. pazar günü biraz ev içi kuşu günü. sonra: rise!

niye böyle gün gün rapor veriyorum bilmiyorum da bu postu resmen 3 günde yazdım, öyle de bi atalet.

7 Şubat 2010 Pazar

183

alo 183 - şiddet hattı. şiddet gören kadınlar için sığınma umudu.

sığınma evleri teker teker kapatılırken veya sırf, belediye başkanları icraatlarının duyurulmasından ötesini düşünmüyor diye adresleri telli duvaklı ilan edilirken - telefonla da ulaşmak mümkün. arayan olursa diye, gerekmemesi umuduyla. yazması benden.

4 Şubat 2010 Perşembe

sondan başa

gazete okuyorum ama dikkatimi veremiyorum. içim şişiyo. havalardan coni. 3 gün izin aldım ben, dizi dizi inci. çok güzel olucak, valla bak. gün sayıyorum.

onun dışında: içşiş. bu ara böyle.
ezberden saydığımız şeyler var. misal, köleliğin bitmiş olması gibi. hatta, "köleye ayni olarak yemek ve yer vermelisin, maaşlı işçiye onun parasal ederinden daha azını da ödeyebilirsin" gibi bir mantık dahi mümkün: modern zamanlarda mumda ararsınız.

velakin, kölelik bitmedi. buyrun: 27 milyon kişi, bu gezegende, sizin az ötenizde, belki lalelide bir bodrum katında, köle olarak yaşıyor. birileri ailesinin 5 kuşaktır bitmeyen borcu için, 5 yaşında başlıyor çalışmaya. borç kölesi denilen tür her çeşit. "kurtarıcı"nız, sizden para istiyor, bin dolar. ne için, diyelim ki sınırı kaçak geçmek için. geçtiniz, ödeyemiyorsunuz, o kadar iyi ki, beklemeyi kabul ediyor. diyelim ki garsonluk yapıyosunuz, elinize para geçiyor, hop borç kapamaya koşuyosunuz. diyo ki "ama faiz işledi, ek masraf çıktı hem, seni korumak kolay mı, polise para yedirdik kaç kez". hepsi sizin için, minnet duyun. işlenen faiz, tefeci kabusuyla büyüyen ülkem insanının hayalgücünün çok üstünde. ah diyosunuz ne yapmalı? "böyle garsonlukla filan olmayacak" diyor. çocuk bakmak da olmaz, uslu işlerle borcunu kapayamazsın, gel ben sana göstereyim. aa bi bakmışsınız, pasaportunuz da yok. kurtarıcınız ilk yumruğunu çakıyor. koyun kurtmuş aslında. sizin yaşlarda, sizden daha yaşlanmış başka kadınlarla, izbe, pis bi kuytuda, borç kapama ümidiyle nefes almaya çalışırken, 365 gün günde 20 saat çalışırken, aids mi kaptınız, kürtaj masasında mı kaldınız, altın vuruştan mı öldünüz, kayıtlı yaşayan dış dünyanın ruhu dahi duymadan bitersiniz. ailelerin çocuklarını tembihle uzak tuttuğu sizsiniz artık. borç köleliğinde bölüm 1'e hoşgeldiniz. müşteriler de gayet ortada: aralarında polis, politikacı ve hatta birleşmiş milletler barış gücü filan da sayılabiliyor.

başka türleri de mevcut tabii.

dehşete düşün diye. çünkü 27 milyon insandan bahsediyoruz. ve ayrıca: 80 milyon çocuk, hatta bebek, kendini ölüme götürecek koşullarda çalışıyo, doğduğu günden beri. en ufak hatasında elim kadar olan kolunu kaybedebileceği, kimyasaldan ciğerinin yandığı, gözlerinin kör olduğu kayıp noktalarda. insanlar alınıp satılmıyor diye, kölelik bitmiş sayılmıyor.

"ah made in india, amma egzotik, kalmadı bunlardan, el emeği göz nuru, oh mis, en bi asya dokusu" diye öptüğünüz şeyler, 5 yaşında bi çocuğun ellerinden çıkabilir. nimble fingers sendromu: ancak o çocukların işleyebileceği kadar ince işler. ha tamam makaleye bayılmayabilirsiniz, ama bu da var, böyle de bi şi var. çin rüyası, hindistan büyümesi filan, iki kere düşünülecek şeyler. bu tür konularda milliyetçi olmadığım gibi sınırlara da inanmam, marka nedir, nerede üretilir, malumumuz. kimse shell'in nereli olduğunu hatırlamıyor artık. veya nike. kısır döngü: kanunlar müsait olduğu için bu markalar orada üretiyolar, orda ürettikleri için kanunlar sıkılaşamıyor. siz de işte %50 indirim- son fırsat! tabelasına, bi akşamüstü... neden olmasın yani.

ve daha da önemlisi, bu bahsettiklerim, size uzak güney asya ülkelerinde, bi tek hindistanda, bangladeşte, çinde ya da amerikan rüyasıyla bulanmış güney amerikada olmuyor. sırp kızlar, türk veya mısırlılar tarafından kaçırılıp, mesela, japonyada pazarlanıyor. sınır yok, talep var. her şeyi talep belirliyor. new york- tokyo arası somon borsası var ya hani, telefon açıveriyolar "elimize bilmemkaç kiloluk enfes bi balık geçti" diye, onun gibi. japonlar sarışın sever. stadyumları çocuklar yapar.

hem, çinde, hindistanda üretim yapan tonla türk firması var. tamam yani nike değiliz ama büyüyoruz. hiçbiri "etik emek" etiketi koydu mu ? hayır. öyle "doğulu ev hanımlarımızın el emeği artık para ediyor" güzellemesine benzemez bu; tonla denetim var işin içinde. en fazla, "organik" ibaresi konuyor, çünkü o bile anca ufacık satıyor. ama düşünün, bizimkilerin DE orda bir yerlerde, bi çocuğun günde 15 saat çalışıp 16. saatin başında uyuyakaldı diye dayak yemesine sebep olma ihtimali var. bu kadar yakın. lekesi çıkmadı diye yer bezi yaptığınız tshirtünüzün öncesi bu olabilir.

ya da misal, laleli dedim ya, türkiye insan kaçakçılığında üs bir ülke konumunda. "pis nataşa, yat aşağa"nın ötesine geçsek ne güzel olurdu. avrupa-asya-afrika ortasında olmak, o gurur duyduğumuz jeopolitik stratejik konum, böyle sorumluluklar da gerektiriyor. "kaçak saat satan tü kaka zenciler", "ege kıyılarında yine bi insanlık dramı yaşandı sayın seyirciler" haberi değiller. insanlar. hem ayrıca,demiştim size, lütfen yani, bi bok olduğumuz için buraya gelmiyolar, avrupaya gidemeyişlerinin boynu bükük kabullenişi sadece.

fi tarihindeki yazıma da link verdiğime göre gidebilirim. içim şişiyo. sabah 10da kölelik makalesi, haberi aradım, aklıma nerden geldiğini dahi bilmiyorum. sadece birilerinin size bi konu hakkında "bitti çözüldü, mis gibi artık" demesine hemen inanmayın. görünmüyorsa, gizlendiği içindir; bitmesi pek ufak bi ihtimal. boşlukları siz doldurun, bir sürü şeye uyar çünkü bu cümle.

~~~

neyse, iyi şeyler de oluyor minvalinden: Türkiye'de kanser araştırması.
sonuçlar değil, araştırılmış olması.

2 Şubat 2010 Salı

usul usul

dün gördük ki 31 yaşına basan kan, kahverengi oluyor. o kadar pis,eski ve bulanık bi kahverengi ki üstelik, elinizde olsa hemen yıkamak istersiniz; ama hiçbi sabun çıkaramaz artık, doğum lekesi gibi derinize işler. dün ben uzandım, seyrettim, ağladım. içime doğru. dışıma ağlasam nükhet hanım gelip silmezdi sanki, ağlayanlardan yorgun, bıkkın, "bu mudur anca?" derdi gözleriyle. ki dedi. teselli edilmekten geçmiş, teselli eden olmuş artık. sahi, ben ağlasam ve nükhet hanım beni teselli etse, utancımdan ölürdüm.

küçükken hani belki işe yarar da istediğimizi yaparlar diye ağlayacak olduk mu, annem kaskatı bakardı bize, "sırf ağladın diye hiçbi şi çözülmeyecek" derdi sakin sakin."hanimiş kızlarıma" diye koşturmazdı. mıçmıç anne-kızlar değildik. gestapoluk değil, annemi tanıyanların bildiği bi sınırı var, mesafesi. kafanı yardığın için ağlamakla arsızlık aynı şey olamaz. pohpohu başka türlü onun. yaş 6 oldu mu yolda elinizi tutmaz, mesela. koca kızlar kendileri yürüyebilir çünkü ve ağlamak bi şi çözmez. neyse, ben de ağlamamış değilim; ama tepinerek ağlayabilen, boğazı parçalanana kadar bağırmaktan moraran çocuklara çok şaşardım. donakalırdım. annemi isterdim, gelsin sustursun veledi, diye. hala şımartılmış çocuklara tahammül edemem. böyle elden ele gezen, gık dese alkış, miyy dese teselli arayan çocukların hayatına bi aşamada anneme benzer biri girsin diye dilerim, yoksa benmerkezci bi alemde büyüyolar. manipülatif minik canavarlar haline geliyolar: üzerine su sıçramış gremlin.

uzattım lafı. o sakin uyarının hikmeti şu: arsızlıkları defetmenin yanı sıra, bi şi yaptım sanmayı da dağıtıyor. bi şi yapmadın. hiçbi şi olmadı. sen ağladın diye, sırf ağlıyosun diye, bi şi değişmeyecek. ağlamak, iş sayılmıyor. yer değiştirme: sıfır. etkilenmem gerekmiyor, ağlamak, tek başına, etkilemiyor. büyüyünce işe yarayan bi laf: çın çın çın yankılanıyor kafatasınızda. ağladın diye "sana yazık" bile denemez. arsızlıktan olmasa dahi, ağlamak bu yaşa gelince kaçmak gibi, ertelemek gibi bir şey. çok ağlayabilen biriyim, ona rağmen söylüyorum.

usul usul konuşabilen insanlara beslediğim hayranlık, kendi fevriliğimden geliyor. ama nükhet hanımda feveran bırakmamışlar, o bile gitmiş. sinirsizliği için, masaları yumruklasaydı gelecek reytingleri sağlayamadığı için özür diliyor resmen. damıtılmış, 30 kere fermente edilip, meşe fıçılarda saklanmış bir öfke, yıllanmış. "güzelleşmiş" diyesi geliyor insanın. su gibiydi nükhet hanım. karadeniz gibi ama; koyu. çok koyu. yalıyardan bakıp gördüğünüz koyulukta, berrak ama derin. içiniz çekilir ya, öyle. dalga ihtimaliyle bakıyo dik dik; ama sakin. tutuyo dalgalarını. fenaydı. bağırsa, ağlasa, daha az acırdı canım. böyle on bin tane çuvaldız göz pınarımı deşmezdi.

hayır, en fenası o kurşun delikli gömleği çıkardığı an değildi bence. en fenası, Güneş'e dönüp "iyi ki ölmedik" demesiydi. iyi ki diyerek, hala umutla bakması ve bir ara aniden "ben bu kadar ismi taşıyamıyorum artık" demesiydi. ben orda bi noktada çözüldüm ama tuttum. o dalgalarını tutarken ben fıskiye artığı damlalarımdan utandım. "şov mu lazım, buyrun" dediği an, gazetecilerden utandım, kan merakımızdan, mümkün olsa ipekçinin canlı yayında yavaş çekimde vurulmasını seyretmek isteyecek insanlardan. film senaryolarında tepe noktası olur: yavaşça yükselen bir tempo, nınınınnıııın, gömlek- ve doruk! nükhet hanım şunu söylüyodu oysa: bu hikayenin tepe noktası 31 yıl önceydi, bugün değil. unutmayınız. hani vardır ya "odada bi silah varsa patlamalı" kuralı; silah en başta patladı zaten de oda kimin odası?

Parmaklıklar ardından geçen 30 yıllık çileli bir yaşantıyla, dışarıda katillerin arasında, katil izi sürerek geçen bir yaşantı arasında kıyaslama yapmak için burada değilim.

bugün uyanıp, yüzümü yıkayıp aynaya bakabildim.tüm o kaskatılığıma rağmen, utancıma baktım, aktı, koktu. siz de yaptınız. üzülmekten, utanmaktan başka bi seçenek için kafa yormaktan daha kolaydı çünkü. nefesimiz sıkışmaktan başka napıyor mesela, niye yükselmiyor? bi köşede hep annem işte: sırf ağladın diye bi şi çözülmeyecek. kabuğuna çekilip hönkürmenin kimseye bi faydası yok. yer yarılsa, içine girsen, yine bir şey olmayacak. hakikaten bi şi yapmadıkça, hiçbi şi olmayacak. maalesef.

1 Şubat 2010 Pazartesi

şıbat

merhaba ofis nasısın, en çirkin pazartesi bugün, istemiyorum. üstelik hava harika.

dün misal, hava o kadar yumuşaktı ki, meyve ağaçlarının şaşkını kiraz çiçek açmıştı. en aceleci, en neşeli ağaç. belki evrimsel filan bi sebebi vardır, bilemem. japon kirazı da açmıştı. bi anda pembe pıtrak. don yiyip öleceklerini ben biliyosam, onlar da biliyodur, ama takmıyolardı pek. günün en güzel yanı, deniz kenarındayken, sıcak bi şiler içerken başlayan sağanak. o kadar güzeldi ki seyretmesi.. sıçana dönenler için üzgünüm ama karabataklı filan, fotoğraf karem oldu. etrafını naylonlara sarmadan, bi tek tentesi olan bi köşe. o naylonlamaları hiç sevmiyorum.

dün akşam efendim nihayet, narsis hanım, ikinehir hanım ve hatta yaban eller ziyaretçisi parilda hanımla kombo bombo yaptık. ertelenmiş buluşmalar, uzun uzun sürüyor. bikaç şişe. hem deniz ürünlü makarnası olan yerler güzel. şarap mantarlarını narsis cebine attı mı, cevapsız soru.

ben bazen eşek başıyım, ihmalkar olabiliyorü, acısı çıkabiliyorü, o başka. ama bazen. az.

bitmeyecek bi pazartesinin uzunluğu sabahından acıtıyo.

ama bu biii, bu da kiiii. link verip kaçıyorum, yazmaya halim yok sabah sabah.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker