29 Nisan 2010 Perşembe

--__--

bir perşembe klasiği olma yolunda: narsis hanımcım. önceden aldığı biletlerle, inceden üsküdar. sahne bi güzelmiş. oyun da işte- cık. hadi iki buçuktan üç olsun. ben mi anlamadım diyodum ama galiba yok öyle değil, biz anlamışız diğerleri anlamamış. sonra romlu caipirinhaya bağlı ufak bi pöf. kendisiyle yakınen tanışıklığım türkiye dönüşüyle dağıldı; ama çay demlemek gibi sıradan bir şey idi den haag'da, hele ki son 6 ay. neyse işte, kulak çınlatmalar. esmer şeker, hele ki romla olmayacağını bilsem de, maksat muhabbet. yanımdaki fıstığa da bir mojito.

bugün bir öğle tatilini 2 saate uzatarak işlediğimiz beşiktaş günahı, turkuazdı. içimizi çeke çeke ofis karanlığına sonra. gündüz saatinde deniz kenarında çay içen siz ölümlüler, hele ki öğrenciler, kıymet bilin.

güzel şeyler olacak blog. güveniyorum. mayıs güneşine yakışan cinsten üstelik.

ps.

ulusal basında nefret suçları: 10 yıl, 10 örnek.

ibret-i alem için okuyun. hatta editlegelen, buyrun:  rapor.

28 Nisan 2010 Çarşamba

ben malımı bilirim.

münferit dediler mi? evet.
şaşırdık mı, hayır.

ama bakın bu haber, vahşettir. cinayet filan değil, esas o tecavüz mağdurunu intiharın eşiğine getirecek bir cinayet girişimdir. hukuk gukuktur çünkü. vicdanmış. bu kadar ahlaksızlıktan ben utanıyorum. nasıl bir acı, niye ki yani? kimsin sen be adam? hukuk bilmeyen hukukçu birilerinin hayatında tanrıcılık oynuyor.

17inde kadın olma bu ülkede. kaç, kurtul.
kürtaj, erkeğin üreme hakkından çalmak değil, kadının ürememe hakkıdır. tecavüzde de evlilikte de bu böyle. yasal sınırları da vardır, kimse 7 aylık bebeğe göz dikmiyor. sınırları, standartları belli bir işlem. tabii ki önlemek de bir yol ama bazen de önlenemiyor. hem bakınız burda bir zor kullanma var. zaten kadınlar da "ah ben hamile kalayım sonra aldırırım nolcek ki" demiyo, o kadar da ameliyat masası meraklısı değiliz, diş çektirme olmadığını da biliyoruz. yasal olması yasa dışı olduğunda kanamadan ölecek kadın sayısını azaltmaya yarıyor en azından. en azından. ona yazık buna yazık, ama kadına yazık değil. böyle bir ahlak-vicdan terazisi olmaz olsun. kazık kadar hakim o teraziyi tahterevalliye çevirmiş. terbiyesiz ahlaksızlar. cübbenizden utanın. sinir harbi.

neyse. kilit araladım sinirimden. buza oturucam şimdi.

26 Nisan 2010 Pazartesi

özelcipskola










üstünün kalması ile ilgili bi durum.

kamufl

zeycan şenlikleri kapsamında her gün bi tuhaf yoğundu. bugüne bugün, şehre iner inmez elinde valiziyle falcıya giden bi arkadaşımdan bahsediyoruz. kampüse filan da uğradık galiba. günler o kadar yoğundu ki tek bi gün olduğunu idrak edemedim çoğu zaman. yani arada gözde hanımcımı bile misafir ettik, devasa enginar yaprakları eşliğinde. ben ne kadar özlemişim, ne kadar iyi geldi! cumartesi gününü de ben sosladım, kabul. ah mis gibi geldi işte. arkadaşlar iyidir.

velakin, en yoğun program dündü: deniz kenarı, tamam. vapur, tamam. kup griye, tamam. vatoz bile tamam sen ne diyosun. üstüne beyoğlu çikolatası tamam. özet:

ortaköy-kadıköy-turkuazoo-taksim.

son durak hariç hepsi toplu taşıma araçlarıyla. arada güzergah hatalarını belirtmiyorum bile.

galiba ben dün öldüm, bugün hayaletim ofisi lanetliyo. böyle bir yorgunluk yaşamadım, tam performans. canım çok acıyo. uyuşuk bi hal. ama 1 yıllık kalkınma planı hazırladık, bu da bir şey. güzel de vakit geçirdik, hani o sebeple ölürken farkına varamadım. sabah 9 toplantısı  taze bitti. birazdan karşıya geçicem yeni bi tanesi için. hissiz haldeyim. olmayan hislerimle new york belediyesi atık yönetim sistemi araştırıyorum. böyk. mesela demin olmayan fransızcamla da bi şiler araştırdım. iş arıyorum ama içimden, içimden.

okulum, mis kokulum. çam ağacından salkımların sarktığı güzel okul. hala da benim okulum işte. hıh. bir kedi, bir güneş, bir ağaç, bir bank. sonra otur, etraftaki salkımlar nerelere sarmışlar, iz sür. en güzeli.

25 Nisan 2010 Pazar

breyk

olmak istediğin saatte olmak istediğin yerde olmak güzel. ucundan da olsa, koşarak. metroda koşmak da güzel hem. aa arkadaşlara rastlamak, o da güzel.benzer durumlarda yoklama alır gibi karşılaşmak, tuhaf, güzel.  mevcut durumda yanında olan arkadaşlara "ben bi yürüyüp gelicem" dediğinde anlaşılmak da güzel, yürüyüp gelip birada buluşmak da. güzel işte. komik olan, kameramanlarla iki ileri bi geri mehter takımı temposu, olsun varsın.

ışıklı kürem oldu çünkü güzel.

23 Nisan 2010 Cuma

fiyonk

zeycanım canım geliyor. sivasspor-beşiktaş maçı için gelen ahaliye hem de 23 nisan hava trafiğiyle birlikte eşlik edecek, umarım delirmeden gelir. zeycan benim ablam olur. benim ablalıklarımın yanında, oh ne iyi gelir. bugün yine istanbul benimle konuşmak istiyo gibi, tenhalardan denizini, morunu, yeşilini gözüme sokacak gibi. dinlerim ben. en güzel, en sakin. plan program aksiyon kahkaha.

narsis hanımcımla şaraplar. oyun biletini yaktık ama napalım, rövanşı olur. beyaz üstü kırmızı üstü- kediler. sebze ve sebzenin yazık komşusu. sebze parmak kadar, sıcaklık arayıp sokulan bir şey. yani termostat refleksi dışında, henüz doğmamış da bir iki günü daha varmış gibi. komşusu, başına gelenlerin aksine vıyıl vıyıl hareketli, sev beni sev beni bi kedi. bi de bonustan bir osmanufağı bulut da uğradı yanımıza. sebze o yumuk haliyle örtünün içine girdi ya kendi kendine, çok çok güçlü bi ufaklık kendisi. altı bağlı karbonlarımla orada, ne güzel hissettim.

yuvarlakçay'da güzel şeyler oluyor. uzaktan ama yakından takip etmeye çalıştığım yuvarlakçay. ağaç nöbetindeki inat yeni açan bahar dalı gibi bir şey. iyi bi haber midir bilmem ama, mevcut HESlerden can suyu bırakılması konusunda bakanlık uyarı vermiş.ona bile göz dikildiğini yeni idrak ediyolar galiba.

akbank, "bi daha yapmiycaz" dedi hasankeyf için. bu sefer yapacak ama. bi seferlik hevesini alsın ablası, içinde kalmasın çocuğun. aa tabi tabi yapsın, bi tarafı şişer sonra. cıs olur. zarar eder filan. ah akbank, keşke hayat kıytırık bir firma içi sürdürülebilirlik raporu çıkarmak kadar yüzeysel olsaydı. keşke inansaydım GRI raporlarınıza. şimdi bu saatten sonra, sahiden bu aptalca hareketinin o raporlarına giremeyecek etkilerini hiç mi hesaba katmadın yahu? hiç mi aklı başında biri çıkıp da "akbank kırmızısı diye reklam yaptık ama birileri bunda hasankeyfin kanını görüyor" demedi ekibinizden, binalarlarlarınızdan? demez. diyemez. çünkü insanlar yıllar boyunca hiç soru sormadan durur. tahammül edemiyorum.

yaban hayatı geliştirme sahalarında maden arama faslı başlayacak şimdi de. hani sinirden ülser olun diye. koruma altına alınması gereken onca yerden zaten azıcığı korunuyor, orada da maden arayacakmış. anlam kayması, kavram kargaşası. gözünü kulağınızı açık tutun. 

meteor yağmuru varmış bu 1-2 gün. ankaradakiler rasathaneden izlemiş. istanbulda şehir ışıkları el verirse görürüm belki. ne kadar fazla ışık var di mi? zaten iki gıdım sahil yolu, park filan olursa da otoban floresanından lamba dikiyolar. bebek parkı, emirgana kadar olan yol filan, beyaz ötesi parlak. sevmiyorum. loş ve sarı olsaydı da yakışsaydı sahile.

daldan dala. ağustos böceği dediler bana ofiste, dün böyle güneşi görüp de uyanmış gibiydim. tabii o güneşte ofiste olmak ayrı bir kahır bela, ama işte doğumgünü kutladık filan, happy hour tadında bitti ilk kez ofis günü.

hindistanın kuzeyindeki bir küçük dağ kasabasındaki arkadaşım, 2 yılın sonunda doktoraya karar verdi. google earth'de görülmeyen noktaların birindeydi. minicik mibinin yaptıklarını düşününce, doktorada sıkılmasından korkuyorum. neyse, bu vesileyle fark ettim ki kocaaa master sonrası elimde tek bir makale yok. tezim için olanlar duruyo; ama derste okutulanlar yok. tamam laptop yaktım, doğaldır. ama sonuç sıfır. acilen topliycam etraftan. "bulunsun teyze"yim çünkü.

bi de benim eteklerim olucak. dikemiyosam da dikebilenler yardım eder. uçuş uçuş bir yaz olucak sonra.

21 Nisan 2010 Çarşamba

dolay

tadilat tamirat hallerim sürüyor. canım hala çok acıyor. ferahlık da var ama sana yalan borcum mu var blog, 7/24 canım acıyor. hani denizler yüzeyden buz tutmaya başlar ya, aynen öyleyim. buzlanmıyorum da işte sen anla. kabuk da dışardan tutar hem, içerisi geç iyileşir. evet, aynen böyleyim. iyileşince de kabuk düşer. kaşımazsan da çabuk iyileşir. evet evet.

o yüzden bana ben lazım. evet tshirt yapıp giymeliyim. dışardan müdahale istemiyorum, kabuğumu bilmeyenler görmeyenler bana bulaşmasınlar. halimi anlamayan gık demesin. bakınca görülmediğini biliyorum ama bi "hal"deyim ben. bilmeyen görmeyen bana değmesin. duymaya katlanabildiğim 3-5 ses var. olmasını istediğimse bir tek şey var. geri kalan herkese ve her şeye 10 vaşak gücündeyim. istemeden. ama öyleyim.

neyse, beatles'ın her duruma bir şarkısı vardır malum- buna da var. bu şarkı benim çok sevdiğim, hem mesajını net veren hem de dolaylı yoldan bayaa bayaa bi aşk şarkısı olan, sevimli ve zeki bi şarkıdır. arka fonda çalsa fena olmaz hani. günlük hayatıma soundtrack istiyorum.
karşınızda: dont bother me.



geriye kalan zamanlarda ise... hiç. hiç var. zaman her yerde, her şeyi sardı. battaniye gibi üstüme çektim zamanı, kabuk gibi sarsın diye. bi gülümsediysem bu şarkıya gülümsedim. 
aslında zor değil ve umut ferah bi şi.

siyah

jelatin hanımdan naşi, şu haberi gördüm.

hepsini okuyun. hepsini.
sonra düşünün, aidiyet nedir, önce insan mıyız, hemşeri mi? erkek miyiz, insan mı? toplu suçları gizlemek ne kolay şeydir, suç yayıldıkça normalleşir, sorumluluk hemen kayboluverir ve mağdur artık hakedene dönüşür. vatan millet sakarya ne güzel maskemizdin sen. özellikle de ev-mahalle-kasaba-şehir-vatan diye giden kahramanlıklar, mükemmellikler, değerler, hayde bre pehlevan - işte bireyde böyle fire veriyor. bireye dair suçlar tam da bu katmanlarda ince ince işlenerek hasıraltı ediliyor. çünkü adımıza leke gelmesin. çünkü adımıza, "şuncacık şey için" leke gelmemeli. suç bile görmediğimiz bir şeye şimdi başkaları suç der, çamur atar, lekelenir güzel şehrim. şehrimin bok kokuyor olması önemli değil, burnumu tıkarım.

ah o kızların rüyaları, en güzel uykuları yok artık. kimse bilmez, kimse görmez işte. o kızlar birer hayalet artık, siirtin tepesinde karabulutlar gibi gezecekler. ruhları ince ince ağlayacak. bu adamlar ve pek tabii sesi çıkmayan kadınlar, her gece onların seslerini dinlemekten uykusuz kalacak.

hayır - bunlar olmayacak. bunlar için, vicdan gerekir, ne yaptığını bilmek gerekir. o el kadar çocuklara bakınca girilecek delikten fazlasını görmek gerekir. kahvede sırıtarak dinledikten sonra kendi payını almak için aç kurtlar gibi salya akıtmamak gerekir. salya akıtanlar arasında okul müdürü, polis, askerin olmaması gerekir. ne tuhaf şey şu testesteron. şiddetle, güçle ve doğal olarak rütbeyle ilişkisi ne kadar tuhaf. kadınların sessizliği hele, bütün şehir ve korku. korkarak suçtan zevk almak aslında.

o kadar acı bir karanlık ki bu olaya bakıp hala "münferit" diyecek bir bakanlar ordumuz olması içimi acıtmıyor bile. sadece, yunan mitolojisindeki cehennemi istiyorum ben. bence ona kaldı bu durum. hani en basit haliyle, günahına denk suçlarla seni kuşatan hades'i. günahının aynası olan en akıllıca acıları nakış gibi işleyen hades. canım hades. bana da bunu dedirttiler işte.

20 Nisan 2010 Salı

vörç

aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaay.
ay yani.
ay. yazık bana.

bi kere sabah 1 saat rötar. hayır efendim, kül değil. özel bi uçak pistten çıkmış, girene dek bekledik. zaten sis var. zaten yağmurda beyaz çoraplı tek aptal benim. öylece dur uçakta. 20. sırada havalandık. sonra toplaş toplaş. iki gram mesleki kısmetim varsa da ankarada açılıyo resmen. neyse. öyk gelene kadar toplaş. koştur koştur. sonra dönüşte bi yarım saat rötar daha. geliş ve gidişlerde bur.ak ku.tla aynı uçakta olmak da tuhaftı yeterince zaten. neyse, istanbula gel, kağıthane yollarında kaybol, sefil ol, sonra acıdıkları için eve dön.

45 dakika önce ben bi cesettim. hala yatay haldeyim. ayağa kalkınca türbülans zıplaması yaşıyorum. hani böyle tekneden, sandaldan inince ölü dalga devam eder ya, insan sallanıyorum sanır, uçağımız o minvaldi. hop hop, yemek servisi bile tamamlanamadı. korkmuyorum ama midem bulanıyo. resmen uçak tuttu. ay sonra da araba. öy öy öy. çok yorgunum. vörç dediğim de üstüne basılmış kurbağa efekti.

*

ya narsis yazıcakmış ama hadi ben de tutamiym...
vedat beyin talihsiz beyanlarının bi rakı sofrasından çıktığını umuyorum: boğaziçi özelleştirilmeliymiş.

güzelim vedatım, boğaziçi ancak erguvanlar açınca mesela, güzelleşebilir. özelleşemez. eşyanın tabiatına aykırı. "harvardımız bizim" dediğin şey devlet devlet öyle oldu. hem kıyasladığın itü de iü de mis gibi okullar. hayatında itülü mühendis veya ne bileyim iülü avukat görmemiş galiba vedat bey? kalp krizi geçirse," yandım civanım cerrahpaşalı doktor" demeyecek mi? o zaman bir ki üç- tıp vedatçım. biri teknik üniversite, diğerinin hukuk ve tıp gibi boğaziçinde olmayan bölümleri var. elmalar ve armutlar kıyaslanmazdı hani? ha boğaziçi harvard mıdır, o bambaşka mesele. mesela dedik. çünkü konu bu değil. konu parasız eğitim hakkı. "iyi eğitimse demek ki paralı olmalı" söğüşçülüğüne höt demek.

neyse, boğaziçine bakıp emlak parseli, öğrenciye bakıp akbil sesi duyanlar filan zaten halihazırda yönetimde vardı. kulüplerin masa açamadığı,  kulüp üyelerinin öğrenci işlerine resmen rehin bırakıldığı saçmalıklar gördü bu okul. ne bileyim, çimlerde film izleme zevkini bilmeyen onbinlerce öğrenci var. benden sonra oldu bunlar diye sevinmiyo değilim; ama yani: bu bile saçmayken vedat beycim, sana sıra gelmez, inan. kulüpler diye debelenmek, aptal reklam panoları kalksın diye debelenmek.. okul habire debeleniyo.

bak misal, 2004ten bu yana sanat bayramı olmamış. 6 yıl eder, yani 3 dönem mezun oldu hiç bayram görmeden. terbiyesizlik değil de ne bu? özel olsa bayram olacak mı? yoo. gelirler ve giderler dengenizde, belki "prestij" kontenjanından yer ayırırsınız, o çok sevgili garanti sahnesinde, öğrencisiz bir bayram olur. özel üniversitelilere selam eder, boğaziçinin devşirelemeyeceğini artık napiym, söylerim bari. haykırmak komik geliyo da. özel lisemden bildiğim şudur: her boka bilet kesilir. her şey faturadır. bak onu da biliyorum yani, eğitime para vermişliğim de var. burada o olmaz efem, yemezler. hem burası lise de değil. hem boğaziçi sahiden, hahah komik durur ya. eğreti kalır.

bi de iktisatım ilmim alet edilmiyo mu, ah ah. vedat beye bence ayşe hoca sosyal politika konusunda bikaç kitap hediye etsin, imzalı. o iktisat sayılmıyo gerçi spk nezdinde, fasulyeden iktisat ama olsun. türkiyenin harvardıymış. yesinler. bi kere bu laf bile aşağılama. harvard kadar değilsen özelleşerek "kurtarılman" gerekmiyor. buna değmezsin bebeğim. misal marmara üniversitesi vedat beye göre adil rekabet çerçevesinde pazardan elenmesi gereken bi oyuncu sanırım? veya odtü neci oluyo bu denklemde? mülkiye? yaa yaa. ekmek bulamıyolarsa pastacı olsunlar.

hem, boğaziçi hocalarını parasal açıdan tatmin edemiyosa, çok affedersiniz ama, devlete ve yöke laf etsin vedat bey. aynen de böyle- bu bir bahane değil. lab yetersizse, yettiremeyenler düşünsün. işine gelmeyen sebeplere bahane, fantezi düzeyindeki hayallere piyasa gerçeği demek ayıptır. öncelikler hiyerarşisi, okulun hocasının alenen "maaşım yetmiyo, daha çokunu veremiyosan okulunu sat" demesine güler. bu okulun öğrencileri her yıl dorm'a kayıt sırasında yeterince söğüşleniyor. açıklanan fiyatın 2 katını ödüyolar "işletme gideri" adı altında. yani konu piyasaysa, kendi piyasasını zaten kurdu boun. kaynak yaratmada üstüne yok.

öğrenci kulüplerinin kapısını arşınlayan tonla işadamı kulübü, "ah canlarım, en manzaralı salonlarınızda ücretsiz toplantı yapmak istiyoruz, size 3-5 kuruş atsak bizi cilalar mısınız" diye vikviklendiğinde bile öğrenciler tamah etmedi o rüşvete. höt dendi. "burası üniversite" dendi. "o salonlar öğrencinin" dendi. tamam en kokoş devlet üniversitesi olabilir ama o kadar da demedik, yavaş gel, topla gel. boğaziçili hoca kalitesi düşüyorsa, bi zahmet mantar gibi özel üniversite açan hükümetini öp. bir hocanın emekliliğinde geçinemeyeceği için 1 yıllık üniversiteye dekan gitmesi, okulun özelleşmesiyle ilgisiz bir konu. hem alt kadroları ben biliyorum, canavar gibi geliyolar. di mi alt kadro? hiç işte.

o manzarayı, o çimleri ve kedileri, cık, nakte çeviremezsin. parasallaştıramadıklarımızdan. o yüzden.

zavallı iktisat da işte, böyle böyle rezil oluyo. neyse, okul dergimizi ciddiye aldığımı söyleyemeyeceğim.
benden böyle... manen hala mezun olmadım, hala sinir basıyo. söz sende narsis. tutamadım.

19 Nisan 2010 Pazartesi

fır pır

ben yarın:

06.00 evden çıkış
08.00 ankaraya gidiş
10.00 bi toplantı
11.30 başka bi toplantı
15.00 istanbula dönüş
17.00 bambaşka bi toplantı

bence bana çok yazık blog.
uyuyim bari, napiym. kös kös. döndüğümde dünya kurtulmuş olmayacak, ona yanıyorum.

18 Nisan 2010 Pazar

pazaraporu

emek sineması için, bütün o güzelim bina için, inci pastanesi için yürüdüm ben de bugün.

konunun aslında sadece emek'ten ibaret olmadığını anlatan tek bir pankart vardı: "5366'ya hayır de!". çünkü mesele, 5366. kentsel dönüşüm.en çok bunun için yürüdüm ben. 2005 tarihli yasacık. tabii ki adı kentsel dönüşüm yasası filan değil. adı başka, kendi bambaşka. mesela adı çok şiirsel:

Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun

etkilendiniz biliyorum: yenilenerek korunmak, yaşatılarak kullanılmak.
güldürürken düşündürüyor da aynı zamanda. neyse, hadi sıkılmayın,okuyun, yönetmeliğin amacı:

Bu yönetmeliğin amacı, yıpranan ve özelliğini kaybetmeye yüz tutmuş; kültür ve tabiat varlıklarını koruma kurullarınca sit alanı olarak tescil ve ilan edilen bölgeler ve bu bölgelere ait koruma alanlarının, bölgenin gelişimine uygun olarak, yeniden inşa ve restore edilerek, bu bölgelerde konut, ticaret, kültür, turizm ve sosyal donatı alanları oluşturulması, tabii afet risklerine karşı tedbirler alınması, tarihi ve kültürel taşınmaz varlıkların yenilenerek korunması ve yaşatılarak kullanılması ile ilgili esas ve usulleri düzenlemektir.

ben size tercüme edeyim mi?
sulukule. tarlabaşı. fener-balat. ve evet, emek sineması.

5366'yla tanışın. bilin. hiiiiç sevmeyin. en ufak yönetmelikte bile olduğu gibi, bundaki tanımlar da pek tabii ki diğer kanunlarla çelişiyor, uydurmasyon tarifler var, "aynı dili konuşamamak" gibi temel bir sorun, sorun dahi görülmüyor. tanımlar kimsenin umrunda değil. ne bileyim, ben hukukçuların tanımları çok sevdiğini düşünürdüm hep. ama anlaşılan teknik bir detaydan ibaret kendisi, böyle benim gibi dışardan anlamaya çalışanlar dert ediyo anca. maksat elimiz oyalansın. oysa bakınız, kentsel sit alanı neymiş:

“Kentsel sitler mimari, mahalli, tarihsel, estetik ve sanat özelliği bulunan ve bir arada bulunmaları sebebiyle teker teker taşıdıkları kıymetten daha fazla kıymeti olan kültürel ve tabi çevre elemanlarının birlikte bulundukları alanlardır.”

neyse, ben size daha kronik bir durumu anlatıcam: yeni sevdası.

tarihe aç bir ülke olmadığımız açık. toprağı sıksan mermer sütun fışkırıyor. hiç ilgilenmediğimiz de açık. ilgilenseydik, bir zahmet, çalınanların peşinde olurduk. neyse, eskiye doymuş durumdayız. bizim derdimiz yeniyle. yeni otomatikman iyi oluyor. yeni güzel, yeni rahat, yeni en iyisi, yeni cici. eskiyene kadar tabii. olsun. yeni, pek bi ışıl ışıl. tozsuz, cilalı, parlak ve en önemlisi, refah sinyali. olmak istediğimiz avrupada en yeniler var. amerika zaten, kendi yeni kıta. eennnn yenisini  alabilmek, yapabilmek, zenginlik meselesi. ülkece çok zengin olduğumuzu yenilerimizden, bayramlıklarımızdan anlıyoruz. tü kaka tarlabaşından yeni yepyeni, kendisinin taklidi bi mahalle yaratırken, hep aynı şeyler söylendi: o eski, köhne, dökülen, öğğ binalar, cici, parlak, şık ve badanalı olacak. emek için de dediler. pismiş, tozluymuş, iyy ne iğrençmiş. emek'e hiç gitmediğini anca bu kadar belli edebilirdi bir kültür bakanı. 


neyse, demek istediğim, konu çok temel bir konu. bu ülke büyüyor, genişliyor ama inatla gelişemiyor. baktığı yöne karar veremiyor. kalkınmaysa kalkınma, nasıl olacağını düşünmüyor. hala bu üniteye geçemediğinden, habire ötelediğinden, artık kendisine bile yetişemiyor. konu, sinefil bikaç yüz kişinin "vah benim kocaman salonum" diye ağlaşması değil. konu inanın, benim profiterol aşkım da değil. konu dönüşemeyerek arafta çakılı kalacak bir koca şehir. son 40 yıldır, istanbulun tek başına direnme gücü, insanı ağlatacak kadar büyük. garibim, üstünde tepiniyoruz, gık demedi. ama bence artık çok yaşlandı. konu, "kanunen" yapılan işlerde kanundan şüphe etmek. konu bizim salak olmamamızla ilgili, hatta bundan ibaret.


bazı şeyler var ki bekleyemiyor. bak yuvarlakçay nöbette. deliller kararmasın diye nöbet tutuyor yuvarlakçaylılar, kesilen ağaçların başındalar. alakasız gelmesin. emek sineması için veya birilerinin "pis, eksik ve eski" göstermeye çalıştığı diğer her şey için onda biri kadar çaba göstermek, çok değil. o su da bizim. "damn the dam!" diye bağırışmak lazım icabında, yapmıştık. bi buralar için de değil hem bak, brezilyadaki belo monte barajı da mesele- çünkü mesele bir bütündür. 
 daldan dala olmasın: bu bina da bizim. çok affedersiniz ama, yemeyin malını yiyolar. yedirmeyin. madem öyle, işte böyle. höt demek lazım arada. buncacık höt höt müdür, höttür bi yerde. en azındandır. yetmese de.


çok sinirliyim. 5366 kere. 5366'ya hayır deyin. 
ki sonra evet denecek bi şiler kalsın elinizde. aynaya bakmalarda.

17 Nisan 2010 Cumartesi

filan

düğümlü babayla tanıştım. aşkından eline geçen her şeye düğüm atan düğümlü baba. yok daha güzel bi tarifini buldum: ilahi meczub. bence bu harika bi tanımlama. kalbimde ayrı bir yeri var, anlatsam bozulacak, onun için işte işaretler listeme ekledim. sonra, divad beyin öğrettiği gibi, sıcak çikolata içtim ben. âlâsından. hatta portakallı. ve hatta galiba ben artık hep bunu yapıcam. hem  yan masadaki kız "pardon, adınız umut mu?" dedi. yok değil; ama hadi bunu da işaret listeme ekleyelim eflatunlu kız: adımın umut olma ihtimali.

yürüdüm yoruldum, lidyalılara uğradım, fonda su sesi olan sergi gezmek ne güzel şeymiş. alışveriş yaptım, yoruldum yoruldum. ama ferah içim. sokaklar ferah. evde durmak artık o kadar zul değil, duvarlar daralıyomuş gibi hissetmiyorum. şimdi aylar yıllar sonra, özhakiki boğaziçi gecesi. gerçi nergiz, hulusi, özge yok. ayşe yok, demet yok. olsun. biz işte ucundan kıyısından. ben hele, en kıyısından. geldiğim gibi dışarı. düğümlü baba, sen iyi ki varmışsın bir zamanlar. kahveci çırağı da.

üniversitelerde soruşturmalar giderek artıyo. salı günü küller geliyomuş, asit yağmuru bekleniyomuş. abantla dertleri otelmiş. artık yakalamak yetmiyor, polis itinayla öldürüyor. adli tıp, eski özel harekatçı ibrahim şahin'i aklıyor; "akli ehliyeti yok" diyerek. yarın emek sineması için yürüyüş var. bu kalp seni unutur mu dizisine, kıyısından "diyarbakır cezaevi" dendi diye dava açılmış. yok yok, işkenceci cezaevi müdürünün çocukları, "kişinin hatırasına hakaret" davası açmışlar. kendisi 1988'de otobüste kafasına sıkılan kurşunla ölmüş.

daha da var birer cümlelik şeyler ama işte, öyle.

16 Nisan 2010 Cuma

ferah

leydiler ve centilmenler,

işaretim oldu. her şey ferah. tamam pek çok şey iyi veya kolay olmayabilir ama aslında zor değil.
iyiyim. iyi olacağım. iyi olacak. iyi olabilirlik ihtimali. ferah ışıklar. insan kendini bilmeli, dinlemeli. boğazı dinlemeli. derin suları, ışıkları ve serin havayı hissetmeli. düşünmeli, konuşmalı. rahat nefeslerle.
kendime not.


kendimi utandırmayacağımı umarak, uzun bi süredir en güzel uykumu uyumak üzere, iyi geceler.

blog, canım, haklısın. aslında zor değil. kolay da demedik ama aslında, zor da değil. şunu hissederek yazmanın tadı çok başka. barışık, güzel; ama zor günler olacak. olsun varsın. küçükken de dalgalar üstümden aşarken boğulacak gibi hissetmeyi severdim; çünkü neticede dalga asla uzaktan seyretmelik bir şey değildir.
yeniaydı dün. böyle saçma hallerdeyim işte, yok kırlangıçlar geldi, medler cezirdedi filan, takipteyim. sanki doğa bana işaret çakacak, göz kırpacak. tohumlar topraktan gürültüyle çıkarmış ya hani, ilk sabah ayazında kimse duymazmış, öyle bir büyüyeceğim. bir şey bekliyorum, bir ışık, bir şey. yeniaydı ya dün, belki onu bekliyorumdur, olmuştur. yani belki hop hop, etraf işaret doludur.

hiç öyle secret vs insanı da olmadım ki "aldım verdim ben seni yendim" diyeyim ruhsal alemlere. yok valla dalga geçmiyorum. niyet etmek, dua etmek, ummak filan... kelime olarak dilimdeler ama zikrimde yoklar. alışkanlık. ben daha temel, kulağımı toprağa dayamak filan gibi şeyler yapabiliyorum. illa görmem gerek yani. misal, hilal mi var, hemen altına bakılır. o mevsimin ilk meyvesi yendiğinde, ilk erik, ilk çilek misal, "içeçe niçeçe niçe yıllaraaa" denir. denir ki uğur getirsin, mis gibi olsun o mevsim. kuş pisledi diye piyango bileti almak gibi bir şey benimki. x oldu ki y. di mi? x ise y. öyle işte. o yüzden işaret lazım. "işaret içinizde, evrene aktarın" filan, hiiiç benim becerebileceğim bir şey değil. misal, açık pembe çiçekli ağacın üstünde kopkoyu pembe bir tek çiçek görmek daha benim anlayabileceğim bi işaret. ki gördüm. of nasıl da mutlu oldum.

14 Nisan 2010 Çarşamba

pır

ben bugün farkettim ki o gün kırlangıç fırtınasıymış.

benim hep beklediğim, en sevdiğim zamanmış. zaman bana kazık attı, takvim resmen nanik yaptı blog. her şey tamam da kırlangıç fırtınasından bunu hiç beklemezdim. kanatlarında rüzgarla güneşi getirip sonbahara kadar kalıcaktı kuşlar. ne ara ben borçlu çıktım kırlangıçlara da tahsilata geldiler? benden aldıkları şeyi kanatlarında taşımaları mümkün değil üstelik.

kırlangıçlar beni çok üzdü blog, bunu onlara hiç yakıştıramadım. kuşa küsülmez; ama fırtınaya küstüm. bu sefer çok küstüm ama. kırlangıç fırtınasından bunu hiç beklemezdim, sahiden. noel babaya da diş perisine de inanmadım ben; ama kırlangıç fırtınasına inanmıştım ben blog. ayıp etti. şiirsel dursun diye gevelemiyorum. yaş zaten 25, bu saatten sonra inanabileceğim şey kısıtlı, kırlangıç fırtınası da gitti işte. bunu farkettiğim an rüzgar esti desem ona da inanmazsınız şimdi. esti ve üşüdüm.

12 Nisan 2010 Pazartesi

under construction

saçımı kestirdim, iyi geldi. tansu çiller eşiğinden döndüm hem, tehlike geçti.
gerçi ofise şöyle gidiyodum, havam oluyodu ama olsun. bu daha hafif.
listeler yapıyorum.
old habits die hard - arada bir buraya uğruyorum. kapamayı düşünüyorum, yok, kıyamıyorum. bak yine yazıyorum. belki de iyi geliyodur. aslında geveliyorum, esas her şeyi defterime yazıyorum. yaa yaa. şimdi ofisteyim, ondan böyle. yoksa yani, hiç.
rüyamda dövmem vardı. tam da istediğim gibiydi. ilk kez görüyorum böyle bir rüya.
eski listelerimi buluyorum, anlaşılan hiç değişmiyorum. belki de iyi bir şeydir. hey yıllar.

çantamda bi kitap, bi de kocaman bi defter taşıyorum. okursam ne ala. okuyamazsam, demek ki kafam dolu, hop ne varsa yazıyorum, bende kalmasın diye. kafam dolu demişken, beynim kulağımdan akıyo gibi bu ara. fıskiye gibiyim hatta: kulağımdan beyin, gözümden günler akıyor.

canım çok acıyor. daimi çarpıntım var, geri geldi. hoşgeldin çarpıntı, naber nassısın? iyisin iyi. turp gibisin lanet olsun, tam performans. neyse, açık havaya atıyorum kendimi o yüzden, anca rüzgar eserse nefes alabiliyomuşum gibi. sürekli cam açık, içime doluyor kömür ve is. o da güzel. "darlanan teyze" oldum. yabancısı değilim, çaresini biliyorum, defter kitap işte. canım o kadar çok acıyor ki blog, sanki ömürlük. merdaneden geçiyormuşum gibi. posa posa posa. belki geriye bi şi kalır.

haftaiçi iyice can sıkıcı olmaya başladı, düşündükçe içim şişiyor. üslupsuzluk çok sinir bir şey. artık ne gele, gele. hoş, haftasonu daha da fena. defter kitap haller. bir şeyler yapmalıyım ama takatim yok. zaten tembeldim, bahane etmiym. durulmak istedikçe bir şey oluyor, orada biri zorla kabuğumu kaşıyıp kanatıyor. birey birey gelin.

kendime çok şaşıyorum. aslında çok da değil, ben yine beni anlıyorum; ama anlamak daha da fena. ne yapmam gerektiğini biliyorum ama yapmıyorum. belki de yapamıyorumdur; ama bunu size veya kendime itiraf edecek değilim. hem, kendime acımaya başlarsam diye korkuyorum. aslında güzel şeyler oluyor, güzel haberler, oh mis mis gelişmeler duyuyorum. mutumut çiçekleri, erguvanlarla. ama ben kendime sarılıp, kendi kucağımda uyumayı her şeyden çok istiyorum bu ara.

üst katımdaki gerzeğin gece 11de başlayan müzik seçkisinden nefret ediyorum. evin önünde havlayan köpek vardı ya hani, hala havlıyor. sabaha karşı saatlerde. hep aynı saat. ben hep kulağıma tıkaç takıyorum uykumun arasında. yazık köpeğe, bence çok yalnız, aç olmadığını biliyorum. ufka bakıp havlıyo resmen. sabah da ilk gördüğünü insana kuyruk sallıyo. tıfıl, kılkuyruk bi şi. havlamazsa da "niye havlamıyo" diye uyanıyorum.

geçen yaz, annemin arkadaşının beyninden tümör alındı. başarılı ameliyat sonrası, beyni hala bilmediğimizi gösterir bir komplikasyon ve - artık tepki vermiyor. bir yıl oldu, düşün. misal ben sık sık düşünüyorum. yani duyuyor, görüyor; ama tek bir duygu veya mimik yok. annemin kocaman gülüşlü arkadaşı şimdi kortizonlu bir duvar gibi. orda; ama değil. yakın geçmiş, kısa dönem hafıza hak getire. eskilerde yaşıyor. on yıl önceki anları yeniden yaşıyor. orda bir yerde; ama kimse ona ulaşamıyor. sanki kendi içine açılan bir girdapta saplanıp kaldı. gülümsemek istiyor sanki bazen, ama tepki yok, sanki acı çekiyor. hiçbir duygu hissetmiyor mu, yoksa hissettiğini mi belli edemiyor bilmiyorum. ne kadar kırılganız di mi? böyle incecik, pamukçuklarla bağlıyız da kendimizden haberimiz yok. beyninizde toplu iğne başından bile minik bir düğmeniz var, pıt, kapanıveriyor. ordasınız ama değilsiniz, geçmiştesiniz. istemdışı zaman makinesi gibi. inşallah beyin hep güzel zamanlara götürüyodur insanı. bu ara en çok bunu düşünüyorum.

bugün ve bu anlar var ya, ileride bir hastalık sonrası veya en iyi ihtimalle yaşlılıkta, hatırlayabileceğimiz yegane zamanlar olacak. insan beyni ilk 20-25 yılı çok iyi kaydedermiş, "ilk"leri yaşadığı dönem olduğu için. ilk arkadaş, ilk sevgili, ilk ölüm, ilk doğum, ilk mezuniyet, ilk ayrılık, ilk iş filan. ondan sonrası kayıt üstü kayıt olurmuş, çok bi etkisi olmazmış yani. yaşlanınca da o ilkleri döne döne yeniden yaşarmış insan. ilkler mühim şeyler o yüzden. sizin hiç farkında bile olmadığınız; ama ileride döne döne yaşayacağınız bir sürü ilkiniz olmuş olabilir. o yüzden işte, iyi şeyler olduğundan emin olun. sonra bir anda pıt diye düğmeniz kapandığında mesela, yanınızdakiler "iyi günleri mi anıyor acep, yoksa düşündükçe acı mı çekiyor?" diye endişelenmez.

çok canım acıyor. nefes aldıkça. sonra annemin arkadaşını düşünüyorum, utanıyorum.
daha da fena oluyorum. belki kabuk değiştiriyorumdur? o da kesin acıyodur, çekirgeden iyi mi bilicem. daha sert, daha boyuma göre, daha sağlam bir kabuğa geçiyorumdur. hissiyatımın karadelikleri.
sonra işte kitap defter.yeşil çay uykusu.

bak yine yazdım. yazmiycaktım güya. bunu bile beceremiyorum; ama üstüme gelmeyin.
hadi eve gideyim artık.

8 Nisan 2010 Perşembe

for those who wonder / tavanlar sözüm size

1) evet evet ben blogdan bakınca tam bi didaktik teyzeyim bence. halbuki hayatım, canım hayatım, o kadar çok saçmalama, hata, kavga, gürültü, kalp sancısı  ve kırıklıkla dolu ki, anca arıza hanım olabilirim. hiç sakin, munis, garfield biri değilim ben, olmadım. yani dışardan öyle görünmediğine eminim ama kimseden mükemmellik beklemedim ben şimdiye kadar. hatta bence arıza iyidir, yeğdir, dozunda. normal insanlar sıkıcı oluyor. pişman da değilim hiçbir şey için, böyleyken böyle, amor fati. bu konuda on yıldan fazla mesaim var. hani ben beni okusam hemen tahmin ederdim. en bi doğrucubaşı, mükemmel, carcar, dırdır bi havam var- kıçımın kenarı yani, belli ki bi şiler bi yerde ters gitmiş. bugün için söylemiyorum da şunca yıla bakınca, havam batsın, çok aptalca. bence bi havam da yok ya, öyle görünüyosa diye dedim. görünüyo kesin. ilkokul 1'de ve üniversite 4'te lakabım aynıydı: buzlar kraliçesi. kıçımın kenarı, bir kez daha. ne alakam var demiycem de yani, o kadar da yok be. ukala dümbelekleri sizi.

2) şu ara, az önce aldığı balon iki adım sonra elinden uçmuş veletler gibiyim. keşke biri patlatsaydı. yani patladı belki de bana uçmuş gibi geliyor. bilmiyorum. balonum yok neticede. balonumu isterim, balonumu isterim. ama o balonu, aynısını. benzerini değil, başkasını değil. uçup gideni. patladı demeyin sakın. baloncuya küserim baloncuya küserim (şiir gibi okuyup kitap olarak basıcam).

3) prison break'i deli gibi izliyodum. sebebini anladım: kaçmak, kaçma fikri en sevdiğim şey. kaçma planları en kolayı. kaç git ve her şey arkanda kalsın. artık tersi: kal ve gör. gözlerini kapa ve koş. ağaca toslarsan ağaç utansın.

4) kendime kan kusturmak istiyorum, sonra içimdeki didaktik teyze mrs.spock olarak bana listelerlerler yapıyo. dün yediğim hurmalar bugün bi tarafımı tırmalıyo. ay olur mu hiç öyle değil böyle. bıdıbıdı, sen de biliyosun. p ise q. kan yok kusmak yok. halbuki meri, anlamıyosun derdimi. seninle hiç ilgisi yok, sen her gün çiçeğine su verdin. her pazar meri, her pazar.

5) kendimi sadece benzetmelerle ifade edebiliyorum. neyin ne olduğunu sahiden söylersem ipler elimden kaçacak. kontrolsüz güç, güç değildir malum.

6) dişlerimi sıkarak uyanıyorum. bunu asla yapmamalıyım, dişlerimi sıkmamalıyım. dişçim söyledi. benim dişçimin kaplama ve hepsi birbirine benzer 32 dişi var, ve beyaz ötesi gülümser. kötü duruyo ama söylemedim; çok iyi dişçidir. terzi kendi söküğünü dikemez. zurnanın deliği de en çok didaktik teyzelere zortlar mesela. sakınan göze çöp batar ve siz muhtemelen gün aşırı salyangozlara basarsınız sırf yere bakmadığınız için, o kabuklar çıtırdar ve içi sümük sümüktür. utanmadan iğrenirsiniz, halbuki az önce o yaptığınız şey tam bir vahşetti.

7)halden anlamaz bi halim var bence. halbuki, benim halimi kimse bilmiyor (az önce ironi gibi bi şi oldu blog).

8) çok saçmalayabilirim. bıraksam kelimeler yuvarlanır, oynaşır, türer, ürer, birikiüçebelikgüç filan, bi şiler olur. yok ama. kontrolsüz güç bızrtzırtzort.

9) ben benden öyle şeyler bekledim ve yaptım ki başka hiç kimse beklememiş, herkes şaşmış. beni benim dışımda kalan onca insan nasıl görüyordu acep? bence ben bana en doğru geleni yaptım, çelişkisi yoktu. ağız tadıyla saçmaladım. halbuki öyle gibiymiş profilden. bence o kadar doğaldı ki hep, step by step. hep yani, yoksa şimdi acıdan delirmek üzereyim diye böyle söylemiyorum.ve yine bazı şeyler o kadar normal geliyor ki, gelebilir her an, kendime dışardan bakmam gerek. iki kere iki zört. dört değil zört, evet , nolcak ki? jim morrison kesin bununla ilgili bi şi demiştir, bakmak gerek.

10) bloguma o kadar çok sığınıyordum ki eskiden, şimdi kendimi bu sığınaktan mahrum bırakmak, uyanış gibi. hala tam ağlayamadım. kasılıp kalmak. şarkılar çalıyorum, şarkılar beni buluyor. öyle bir playlistim var ki, biri damarlarımı kesip birbirine düğümlüyor gibi, kirli kan, temiz kan, hepsi birbirine karışıyor.

11) nilü.fer turizmin biletleri.bazılarını biriktirdim ben kendime bile söylemeden. mesela 2009du, ocak ayının son günleriydi ve biletim tek yöndü. o bilete baka baka, gülümseyerek uyuyakalmıştım ben otobüste. şimdi yine bi bilet, nisandan. nisan ayından ölüm gibi korkarım ben, sevsem bile. barışmıştık, sonra yağdı nisan. çift yön biletlere bakmak çok fena. bi kişilik bilet dediğin anca tek yön olmalı blog.

12) bugün (dün) bi adama yalan söylemeyi öğrettim. acayip çirkin bi şilere bakıyodu mangoda, belli ki sevgilisine alacak. satıcıdan değiştirme kartı istedi hediyesine, "tarih yazıyo musunuz karta" diye sordu. evet yazıyolar. karalar bağladı, o hediyenin ctesi alınmış olması gerekiyomuş, öyle söylemiş, hayatta ÇARŞAMBA yazamazmış üstünde. ne yapsak ki, nolcak ki. "5 gün geçmiş hayvan herif" dedim içimden. satıcı da bi salak kız. bakışıp duruyolar. ay napsak nasıl yapsak. "'ctesi almıştım ama içime sinmedi, değiştirdim' dersiniz" dedim sakin sakin. hatta "senle tartıştıktan sonra" diye ekleyecektim de nerden bildiniz filan diycekler, o kadar bariz olduğunu anlatamiycam vs vs.  ikisinin de gözleri aydınlandı, satıcı defalarca teşekkür etti, "çok akıllıca! evet bakın işte bu çok masum, yalan bile sayılmaz!" dedi, adam da teşekkür etti. "merak etmeyin kadınlara söylenecek bi yalan illa ki bulunur" dedim. gülmedim. böyle tuna kirem.itçi lafı gibi geldi kulağıma, "ah azizim" diye bitmiş gibi sonu, sinir oldum kendime. yani bana habire yalanlar söylenmiş gibi bi hüzün çöktü, aksine, söylenmedi. canımı acıtan tam da bu. bu kadar kolay bir şeyi yapmamayı seçmek bi emektir bence, salaklık değil. ki bu adam salaktı ama işte, neyse, uzun hikaye. farklı vakalar. durumlar, neyse. kolaycı salak.
sonra aslında adamın battığı boku düşündüm. "almıştım bi hediye, değiştirdim" dediği an olacaklar. idare de edemez, başlar artık kız: niye? ne almıştın? o aldığın bana göre değil miydi? madem öyle niye almıştın? e madem aldın, niye değiştirdin? bana göre sence nedir?  kot gömlek ve şort muyum yani senin gözünde? niye değiştirdin ve neyle? önceki neydi? hmm bu muydu? güzelmiş bu, daha güzelmiş. yok bu da iyi ama yani. hmm ben bu değil öbürüyüm yani sence? niye ama peki niçün? bunu ilk seferde görmüş müydün yoksa sonradan mı gördün? hmm demek görmedin, görsen bunu mu alırdın yani ilk? hmm..
ne bilsin salak. "şunun yerine aldım demek için bi şi seçin ama çok da çirkin olmasın, yine patlar" diycektim, demedim. sürünsün yalancı eşşek. bi de aptal. kendi yalanını bile söylemiyo. bi de korkak.

13) sonra bi kız beğendiği şeyleri sevgilisine gösterdi, onay bekledi. taytın üstüne 80ler bol bulamaç kazaklarını giymenin sebeplerini saydı. hani taytım var ya, hani uzun çizmem var ya, işte kısa olmaz yaaaniii. çocuk ikna olmadı. çocuk istiyo ki kız çiçekli, hanım kız hırkası giysin, üste düzgün oturan, mülakat hırkalarından, çok dar da demedik. kız ağlamaklı bi şekilde "ne beğensem burun kıvırdın inanmıyorum ya! hiçbirini beğenmiyosun e ben ne alcaam! zevklerimiz bu kadar mı farklı yaa!" dedi. ilişki analizi eşiğinden döndü. çok üzüldüm. yanındaki moron, kızın bu çabasını anlamayıp "iyk inanmıyorum bu mu!" filan diyodu. göt lalesi. kız ondan "ne giysen gülümsün, a güzel" demesini bekliyo, adam "hmm ama beli büzgülü tunikler sence de orantı yanılgısı yaratmıyo mu" kıvamı rıfatözbeklikler yapıyo. hadi ordan. kız aferin değil sevgi istiyo.

14)şimdi bi tarafta o adam (no12), bi tarafta bu kız (no13), ikisi de "ya sevgilim beğenmezse" diyodu ya hani, bence o ikisi yemeğe gitsin. niyeyse sanki, öyle gibi. çünkü ben didaktik teyzeyim (no1).

15) ben sandviç yemeyi çok severim. her öğün yiyebilirim. artık yiyemiyorum. çok acı geldi başta, sonra çözüm bulunabilir gibi geldi, bakıcam. ekmeği yumuşak olsun.

16) bugün iki adam önümde yürüyodu, sonra ışıklar, karşıdan karşıya geçme filan, geçişip durduk. tabii ki üstlerine alındılar. yolda yürüyen ikili adamlar böyledir, duble galeyan. ben yürüyosam onlar içindir. kafam yerde değilse, öyle boş boş bakıyosam, onları görmek içindir. nebakıyonlan bakışım davettir. suratım mahkeme duvarı gibi, gözlerim şiş, dudaklarım çatlak ve saçlarım diken dikense, bu tamamen cilvedendir. sonra aksi yönde yürüdüler. gittiler ve ben müzik dinledim, müzik beni dinledi, sohbet ettik. sonra bi anda biri dibimde: "kulaklığı varmış lan!" dedi. zıplayarak döndüm, faltaşı gözlerle, kafalarına çanta indirebilirdim. insan böyle uyanmamalı gündüz düşlerinden. dibimden hızlı hızlı gittiler. "kulaklıklıymış olm" dedi yine moron, sanki kuyruğum var. yanındaki diğer moron "lan olm ama bak bizi duydu da zıpladı" diycek gibi oldu, sonra üşendi heralde, vazgeçti. bi hamle yaptı havada kaldı. sonra böyle haldır haldır basıp gittiler. onlara bile acıdım, düşün blog. nefret dolu bi acımayla.

17) hayaletim var artık. kulağıma bi şiler fısıldıyo, kendi kendime gülümsüyorum, bi şiler eriyip akıyo üstümden, bi şiler yapışıp kalıyo. ben hayaletmişim gibi. benden çıkmış bi bulut, buharlaşmış bi kısmım. düzenli aralıklarla arkadaşlarım yokluyo beni, yoklama alıyolar. kendi kendimle konuşiym diye arıyolar, biliyorum. göt beatles'ın her şeye bir şarkısı olduğu gibi, atilla atalayın da her şeye bir hikayesi var. insan 15inde neyse, 25, 45,105, öyle gider bence, hep aynı. kendimi teslim ettim, sırayla dövüyolar. boş bulursam biraz da ben girişiyorum. içim kıyılmış durumda. kıymak. kı. bi kelime seçiyorum, suyu çıkana, suyu gözümden akana dek.

18) hayatımdaki en tuhaf telefon konuşmalarından birini yaptım bugün (dün). bakalım ne çıkacak. güvenlik taramasından bile geçmişim, haberim yok. istemiyorum ki aslında. iş arıyorum ben bi de galiba artık resmen. net üzerinden brüt üzerinden, neyse ne- o kadar 4 işlem biliyorum, ucuzculuğa sinir oluyorum. salak değilim, değiliz. enayi hiç değilim. bunun kavgasını edicem, daha dur. hayaleti olan kişiye kimse bulaşmamalı.

19) i've got you under my skin ne güzel bi şarkıdır. ah ella, ma bella.

20) yine defnenin doğumgünü zamanı festival var, en güneşlisinden. halbuki defne bu doğumgününde mezun oluyor, gelemez. hem de 18 oluyor. ben de gidemem artık, hayaletim korkar. defneye bakınca içimde güneş doğuyor, ezelden beri. kardeş güzel şey, başka şey. oysa ben yürürken üstümden bi şiler dökülüyo gibi yere. sanki kurumuş kalmış bi ağaç, yaprakları bitmiş de kabuklarını döküyo. onun gibi. ya da yanmışım, derim eriyo, soyuluyo. çok tuhaf be blog. "görünmez bi şi, bu bi his" diycem yemin ederim, her adımımda görüyorum.

bunların hepsi 3 günde anca yazıldı. durursam düşücekmişim ve hatta daha da fenası, düşünecekmişim gibi geliyor. bugünler dün. dün dündür, bugün bim bam bom. klavye terapisi denedim, cık, bu da olmuyor. kafam dağılsın istiyorum, dağılmıyor ki. gerçekten, yazmamalıyım ben. bakınız, denedim, gördünüz. şimdi size verecek 3-5 link bile mevcut elimde ama içim istemiyo. içim kıyık.

portakal sularını posalı için, o posalara çok yazık. portakalın canı orda.

buraya kadar okuduysanız aklınıza şaşarım; ben bile okumadım. gidip kitap okuyun.

4 Nisan 2010 Pazar

meali

tepede eşşek kadar (iki ş ile, evet) "ASLINDA ZOR DEĞİL" yazarken ve bence şu an her şey, hiç olmadığı kadar zorken, şunca yıllık hukukumuza ihanet edip size yalan söyleyecek halim yok. ondan bu haller.
yürümeyi öğrenir gibi, ah bir bilseniz. ayaklarına bakarak yürür ya 1 yaşındaki veletler, öyleyim. ki ben o hallerine çok gülerim. pat pat pat, en gururlu; ama en sarsak. "ayağım yürüyo anne, çok tuhaf!" diye bağırasım var.

bi alt posttaki cümleyi nasıl bi çarpıda yazmışım bilmiyorum; ama hakikaten, tam de öyle. daha iyi anlatamazdım. bu ara böyle hissediyorum: çiçekten yusufçuk çıkması.

peki annemin bana hemen o yazının ertesi gününde, serçe parmağımın boğumu kadar minicik, telkari bir yusufçuk yaka iğnesi hediye etmesi? blogumu bile okumazken? durup dururken? "bence bu iyi gelecek" demesi? anneler bilir, di mi blog? çok tuhaf.

işte arada böyle tuhaf şeyler de oluyor. görmek isteyene etraf işaret dolu, di mi pollyanna? garabet gudubet kız.
o yüzden bana şimdilik müsaade. bir gece ansızın gelebilirim tabii, koşmaya başladığımda. yapabilirsem. bence ayaklarımı seyrederek pat pat-  öyle kalıcakmışım gibi hep.

yumuşakçaların kabuğunun olmasına şaşmak gibi şeylerle geçiyo zaman. ne kadar sert kabuk, içi ne yumuşak ama kabuk ne de güzel bir şey. hangisi hangisindendir, di mi? belki de kabuğa güvenip yumuşadı. bilemezsiniz. evrim abi de bilemez. sonra kontrbaslara ağlıyorum. bir şeylere gözüm dalıyo ve artık eskisi gibi ıslık çalamıyorum. yeniden ıslık öğreniyorum. gözüm çok sık dalıyor. öğüt, öneri, atasözü ve deyim de istemiyorum. her zaman baki olan saçmalama hakkım ve ben, yanlışlıklar partisi vericez. yaşım tutuyor buna. gözüm o kadar çok dalıyor ki, bir ömürlük gibi.

1 Nisan 2010 Perşembe

bye bye love , bye bye happiness

blog, seninle o kadar mutluydum ki kokladığın çiçekten yusufçuk çıkması gibi bir şeydi. güle güle.

all that is solid melts into air

tamam, başlığımızın araklandığı yer tam da bunu kastetmiyor, biliyorum.

bir önceki yazımın başlığını atarken düşünmemiştim çok; ama şu aralar aldığım haberlerden sonra bloguma girince bi anda çarptı. felek kesin "kahpe". hani "amor fati" dedim diye lafıma uyan olduysa ve bana sövdüyse diye diyorum. elinde zilleriyle dans eden çingene kızı esmeralda gibi resmedilir ya hani felek- o derece klişe bir şey ama: kimine kavun, kimine kelek.

everything melts, everything melts.

dün gece vakti coşkuyla zıpzıp dans ederken sevinçten, sonra bu sabah donakaldım ekranda. bileşik kaplar kanunuyla ilgilidir belki, felek "kıt kaynak"tır belki, gerçekten. ne bileyim, "bi haberim var" deyince hayır olsun deyip ışığa bakmak - niye lazımmış, niye yapılırmış, hepsi o kadar net ki şu an. tabii ki, ışığa bakacaksın.

herkese istediği kadar güç, metanet ve sabır; çünkü anka kuşu bile kendi küllerinden.

ve tüm çiçekli, güzel haberler de en ferah haliyle havaya dolsun, çünkü çok lazım o gülümsemeler. değişsin, dönüşsün, tamamlansın diye. nisan nisan nisan diye.

the end:  madem hatırladık, tamamlayalım (yaşasın gugıl):

...All that is solid melts into air, all that is holy is profaned, and man is at last compelled to face with sober senses, his real conditions of life, and his relations with his kind.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker