28 Ekim 2010 Perşembe

yeşilmavi

şimdi seller giderken, kuzeye bakan tüm ağaçlar, kaldırımlar, duvarlar yeşil ya, taşların arasından yosun fışkırıyor ya, benim için istanbul sonbaharı işte bu. sarı-kırmızı değil pek yani. daha ziyade ankara sonbaharı kırmızıdır; çünkü sonbaharda bile güneş güneştir, yapraklar kızarır. protokol caddesi boyunca tüm sarmaşıklar bordodur.

burda gördüğüm yosunlara bakınca, hollandada yosun görüp istanbulu hatırladığımı hatırladım.  dik bir yokuşun kenarındaki merdivenden inerken, aşağıdaki kaldırımın ince, yeşil bir örtüyle kaplı istanbulkuzeyi halini gördüm. ondan. hollandakuzeyi de olabilirdi; ama la heyden çok, la heyde istanbulu özleyişimi hatırladım.

öyle işte. yosun güzel şey.

fondip

içkiye %30 zam gelmiş. tabii gelirimize bu zam gelmediğinden, ikisi birbirini dengelemiyor. yoksa maaşıma da bi düzeltme yapılsın isterim şahsen. özel tüketim, lüks tüketim, vergisi bile kendine özel. sıradan insanlar bira, şarap, rakı, cin, votka filan içmez. nokta. enflasyon oranı ise %9larda filan. yani iki miki katından çok bir zam. tabii bu ilk değil son değil, düzenli düzenli artıyor. artarak artmak.

sonuç? "aa içkiye zam gelmiş" derseniz, "seni niye gerdi koçum?" cümlesi ortada en bi kümülüs haliyle dolaşıyor, akşamcı  muamelesi görüyosunuz. ah, pardon, sen, şu kadın halinle, vokta cin şarap? pavyonlara mı düşücen? yoksa sahiden 6 liralık şarap 40 liraya dayandı, yani para bayılıyosunuz ama içtiğinizde matah değil. gerçek 40 liralık şarap 150 lira filan bu durumda.  gözünü sevdiğim liberal ekonomi kalite-fiyat oranının tüketici için belirleyici olduğu bi sistemdir. veya: erişemediğin ciğer mundar.

sonra işte bakıyoruz, aa neymiş, sahte içki üretimi ve kaçakçılık artmış, bul karoyu al parayı olmuş. ah sahte rakıdan kör olana acımayız biz aslında, pis alkolik akşamcı. o adamın, mesela doğumgünü kutlayan, arkadaşlarıyla birleşip bi büyük rakıya girmiş üniversite öğrencisi olma ihtimali "gençlik ve bağımlılık" sempozyumları yaratıyor. öylesine sıradışı bi şi çünkü artık. kim içiyo da kim zamdan rahatsız olsun? di mi ama? aile salonları ülkesi.

oysa sahiden alkollü içki öcü değil. sofra şarabı diye bi şi var misal. gürcüler biraya su muamelesi yapıyor. şurda binyıldır şarabının hasının yapıldığı topraklardayız, ilk kez üzümle tanışmıyoruz.  iki bira içtik diye bağımlı olmuyoruz. olmuyoruz ya. böbreğimiz çökmüyor, saçımız dökülmüyor.

ben sabah bundan dert yanarken bana ofiste "ama herkes senin gibi değil ki içip içip karısını döven de var" dedi biri. hmm... evet. aynı adam akşam da makarna yemişti, makarna da yasaklansın bence. veya içkiyi bardaktan içiyor, paşabahçe ürünleri zamlansın. adi suçla mücadele uğruna içki zammıyla kurulan bu köprüler beni en çok korkutan şey. aynı adanmışlığı 8 martta da bekleriz ayrıca. içip içip karısını döven biri, ilk seferde ceza alsa ikinci "içip" gerçekleşmez belki. veya dövmez. veya belki polisler "öpüşün barışın aile saadeti A.Ş." dışında başka bi şi yaparlar? yani, polis adamı salıyor diye ben öküzgözüne %30 daha çok para sayıcam. bi anlatın rica ederim.

ihracatçılar daha iyi bilir, görünmez ticaret engeli denen bi nane var. türkçesi budur umarım. mesela, AB'ye X ürün ihracatı kesinnnlikle yasak filan değil, hatta baksan kotalı bile değil, oh yes piyasa ekonomisi. serbest uçuş. ama AB standartları malum, kaf dağından su aşırttığının kalite standart ölçüm belgesi gerekiyor. bu kadarcık bi şi. mesela. her şey için demiyorum tabii, belli ürünler. ah alayım o zaman dersiniz, ibrişim ibrişim sırmalı gümüşüm, pek bi zahmetli, dertli ve pahalıdır. sonunda astarı yüzünden pahalıya gelir, vazgeçersiniz. ah bu bir engel mi şimdi? yok yok, "düzenleme" sadece.  yani paran varsa seni durduran yok ki, di mi canım? aa AB içindeki aynı üründe aynı kıstas aranmıyor olabilir, ithal ürünler konusunda hassaslar. böyle bir şey işte. bi yerden tanıdık gelmiştir belki. yasaklamıyoruz ama ulaşılmaz kılıyoruz liboşluğu. yemezler.

sorsanız, iki gün önce gazetede vardı, "bu yılki üzüm verimi" diye lafa girecekler. bir kere iki gözüm, o şarap bu yılın değil, en erken 2009un şarabı. üzümlüğü bile kalmamış. ayrıca o zaman bağcıyı destekle, ne bileyim. "burda üzüm yetişiyo ama bu gavurlar onu alıp şarap yapıyo" diye burunlarından getiren tonla belediye başkanını kazığa çek, o bile yeter. bağda dalda alkol avına çıkma mesela. "şarap sağlıklı değil, üzüm yiyin" gibi deli saçması beyanlarla "pek tabiiiyy, bakın beyim de öyle söylüyor, ulu beyin" dedirtme insanlara.

inadına şarap, inadına rakı, inadına kokteyl, ne içiyosanız. sinir oluyorum işte. içki sigara değil. içki adını içmekten alıyor. iç yut. illa kusman, yol kesen eşkiya olman gerekmiyor. ortalama bir "şık burjuva akşam yemeği" düşünün: altın kıymetinde kırmızı et, yanında da bi kadeh altın suyu. breh breh. kardeşimle şerefe yapıcam, her yudumda bir servet. ne gerek var, kim için, ne için?

iş gayet politik, yes, biliyoruz. bu politika muhafazakar planlar girdabından öte derin bir beceriksizlik de içeriyor. kürsüde yandançarklı gülümsemeyle "biz işimizi biliriz" diyerek sağ el kalp üstünde halk selamlamak, bu arada kendi dışında kalan herkesi "seenn... peeehhh"leyerek aşağılamak, çok üzgünüm, 8 yılın sonunda yetmez oldu. azalan fayda kanunu da mevcut çünkü liberal ekonomide, bilir misiniz? yandançarklı gülüşe doyduk. elmalar ve muzlar. biri bana portakal soysun, başucuma duma dum dum. anlatamıyorsunuz, ikna edemiyorsunuz, beceremiyorsunuz. sadece sonsuz bir hitabet gücüyle, ağlayan mızlayan çocuğu "aa bak kuş" diye susturma basitliğinde, konuyu dağıtıyosunuz.
sinir oluyorum işte, si-nir.

27 Ekim 2010 Çarşamba

14. dakika

bazen güzel şeyler oluyor. ne bileyim, umutsuzca şikayet iletip boşlukta yankılanmasını beklerken, belediye de sizinle aynı fikirde, "evet ya çocuk parkının yanındaki kaldırım taşları kırık olamaz, her adımda çukurlara düşülemez" diyor, gidip o kaldırım taşlarını yeniliyor / yeniletiyor. böyle de basit bir ufak sevinç.

bunun bayağı bi üst aşaması ise, en önemli aşaması ise: munzurdaki baraj durduruldu.
yürütmeyi durdurma kararı çıktı. milli park içinde baraj olmayacak. şimdilik olmayacak.
yürütmenin durdurulması, sabır tesbihlerini başa saran bi karar. HES'in üreteceği tüm enerjinin, sabra dönüştüğü, herkese güç veren bi karar. bu karar, izin olmadığı için, projeler izinsiz olduğu için verildi. en başından beri itiraz edildiği gibi.

güzel bi karar özetle. bazen inat, bazen dırdır, bazen "bilmemneci tip" olmak, tipitiplik, işe yarıyor. aksini söyleyenlere, süngüsü düşüklere, sizi yıldıranlara aldırmayın. haklı olmanın onuru başka türlü bir gurur sağlıyor insana.

13 dakika izlemiştik. bu da 14. dakika. maç bitmeden sevinenlere, gol gol gol.
ah hatta, uzatmalarda gol: senoz vadisi.

26 Ekim 2010 Salı

daldaladan

bu hafta bi ara odamın kapısı takılacak. sonra odam sahiden oda olacak. sonra ben ankara, orda kardeşim var. yaşasın tatil. bayram tatili tüm haşmetiyle gelirken bir programın olmaması beni derin derin düşüncelere gark gurk. ama elbet program yapılır. iki günde vize bile alınır. daha bayram tatiline misler gibi 15 gün var. neler neler oluverir. dert etmek yooook.

5366 cinayetleri, 5366 cinayetle duracak heralde.Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması”. ah, bu isimler yüzünden kanım çekiliyor. tamam detaylarda boğulmak belki; ama şu kelime öbeği zaten birçok şeyin has bir özeti, okudukça kuruyup kalıyorum. yenileyerek koruyalım, yaşatarak kullanalım. breh breh. neyse ya, böyle şeylere sövmeme sözü verdim kendime. en azından bu ara. bi ara. bi süre. 

değiştir!




biraz çekiç ve çivi sonrası, resimlerim asılacak. parça pinçik duvarlarım geri gelecek. memento-hane kurucam odama. eskisini yeniliycem de denebilir. heyecanla beklemedeyim. çekici bekliyorum.
sonra işte: seri üretim kolyeler. yorulsam da boncuk terapisi. biricik ev arkadaşımın dediği gibi: deryik artık değişik bi şiler yapsana. evet yani, di mi. gerçi kolay böylesi, napiym. hem işimi de görüyor. odamda bikaç yerde kanca var. ankaradaki kokoş kancalarım kadar olamasa da, iş görüyolar. her yerden bi şi sarkıyor. yerçekimi mabedi mementohane. evet.

çarşamba ne sıcak günsün sen. sahiden öylesin. sadece bu çarşamba - sıcacık.
dev kulaklıklarım ve ben. vapurda çok sinir olsam da ter kokulu otobüste bence kabul edilebilir. ayrıca kulaklıklarım renkli ve desenleri değişebiliyor, kokoş işi bi şi. o yüzden seviyorum. hem dışarıya çok ses vermeden beni izole edebiliyor. bahanem bol.


evim, içinde güzel güzel vakit geçirmelik bir güzel ev. sahiden orda olma isteği veriyor. sanırım en güzel yanı da bu. mesela dergi kucağımda oturuyorum ben akşamları. kahvaltılık setim var benim mesela, ufak ama güzel. öyle minik minik şeyler. odamın ışığı güzel, mumlarım yanıyor ve her şey vanilyalı. veya ne bileyim işte, ben sadece oje sürüyorum filan; illa bohem bir ortam şart değil. neyse, anladınız. camımın önünde hala dökülmemiş yapraklar ve bi güzel ağaç var, her şey güzel. tek sıfat da bu: güzel. aslında öyle bi his ki evime kocaman sarılmak istiyorum.
bunu çok içten söylüyorum, ona göre. güleni fururum.

25 Ekim 2010 Pazartesi

söven

bu hafta tahminen her gün saat 7'de toplantım var. yanlış duymadınız, sabahın 7'si. tabii ki gün 7'de başlıyor diye biz ona uyacak değiliz, çapaklarımız ve bitlerimizle oturduğumuz masalarda saat 11'de filan ayılabiliyoruz. böylece akşam 7deki toplantıya kadar enerji biriktirmiş oluyoruz. vuhuhu.

ttn.et bi enteresan kurum. mesela online yaptığınız hat bağlantı isteğini heemmmeen işleme sokuyolar, bi şirin hanfendi telefon ediyor, tatlı tatlı konuşuyorsunuz, uygun saat ve gün alıyor. harika; adeta gerçek değil. sonra bi bakıyosunuz, sahiden değilmiş. bi amca arıyor, gestapo sesiyle sizi azarlayıp "müşteri ilişkilerine benziyo muyum" diyo. telefonda. telefonda bile benzemiyor, haklı. daha ziyade müşteri gerilimi kendisi. "tamam amca ne diyosan o" dedim, otoritesini bi kez daha katmerlemenin haklı gururuyla gülü gülü dedi bana.

belediyeye telefon ediyorum boş vakitlerimde. misal, apartmanın içinde "deprem/ afet anında toplanma alanı" yazısı var. baktım nerde toplanacakmışım diye. gösterdikleri yerde şu an dev bi iş merkezi inşaatı sürüyor.  haliyle ya belediye söyledi diye özel mülke tecavüz edicem ya da toplanmiycam. 1 yıldır filan sürüyor üstelik,  belediye bu inşaatı bilmiyor olamaz. sabırla belediyeyi aradım, bi anlatın nolur dedim, 6 katlı süpersonik mimari şaheserin arsasına nasıl dalıcam, siz hangi kafayla özel mülkiyeti afet toplanma alanı ilan ediyosunuz, adam inşaat yapmasa bile beni sokmayabilir, yok eğer sokmak zorundaysa orda inşaatın ne işi var? enteresandır ki en azından "şimdi şöyle aslında...." diye diye bi şiler açıklayan biri oldu. tamam saçmaydı hepsi ama derin bi sessizlikten sonra "biz size döne döne el salliycaz" demediler yani. harita müdürlüğü görev değişikliği, yetki devri gibi konularda dertleştik.
yaşlanınca çok asap bozucu bi vatandaş olucam, öyle hissediyorum. neyse yani müdüre iletilecekmiş. ayrıca dedim ki: " diğer bazı alanları  da ispark otopark olarak işletiyor". aa o biz değiliz büyükşehir dedi. ben yapmadım miki işedi sendromu. iyi de, ilçe belediyesiyle büyükşehirin iletişimsizliği deprem şoku yaşayan vatandaşa hiçbir şey ifade etmeyecek ki! aldığım cevap: "hanfendi ben şu an haritadan bakıyorum, sizin orda bi park görünüyo, aklınızda bulunsun". sınırsız hizmet. yeni alan çoktan belirlenmişmiş ama bilgilendirme olmamışmış. eh dedim  siz bizi orada beklerken biz de inşaat alanında olucaz, kısmet.
neyse, bi 6 ay sonra filan duyurulur yeni alan dedi, "inşallah deprem olmaz o arada" dedim, "yok yok ehi ehi olmaz deprem, raat olun yaauu" dedi. afet müdürlüğü güvencesindeyiz, bilginize. içim açılıyor.

bu hızla başlamışken belediyenin neredeyse 10 ayrı müdürlüğüyle görüşeceğimi fark ettim. sırayla artık. mesela ruhsatı şüpheli oto galerilerinin her sabah foşur foşur yıkadığı pek sevgili ve kutsal arabalarının sabunlu suyu yüzünden yaşanan araba kazaları. evet böyle dertlerim var. ayrıca bakınız gavur yapıyor: yaya-dostu kent diye bi şi var. nüfus filan derseniz şu listeye bakın, bi zahmet nüfusu istanbuldan kalabalık; ama yaya dostu olan şehirleri bi sayın. biliyorum da konuşuyorum.

özetle: sabunlu suyla belediye temizlik işlerine yardım ettiğini iddia eden ayıcıklar yüzünden her gün ıslanmak ve kayan arabaların slalomunu izlemek zorunda değilim. kış ayazında sabunlu buza basıp kaymak zorunda da değilim. kaldırımda taştan taşa atlayarak yürümek veya pek kıymetli arabacıkları kaldırımı işgal etti diye yola inmek zorunda değilim. bebek arabam veya tekerlekli sandalyem olabilirdi, görme engelim olabilirdi ve diğer şeyler. ha keza, yeni bina yapıyor diye tüm kaldırım taşlarını sökmeyi veya kırmayı kendinde hak gören ayıcıkların böyyük saçılışı sonrası bi zahmet o kaldırımı düzeltmeyişini de normal kabul etmek zorunda değilim.

yaşasın belediye telefonu. yaşasın dırdırcı vatandaş. yaşasın şikayetiniz dikkate alınmıştır yalanı sonrası bi daha bi daha telefon etmek.

19 Ekim 2010 Salı

toplanamama

hani biz ilkokul-ortaokul-lisedeyken, "günü gününe çalışmak" ve bir de "o dersin konusunu önceden okuyup derse öyle gitmek" diye iki kavram vardı. bunlar hiçbirimizin takmadığı şeylerdi. halbuki önemliymiş. sahiden bak. bugünün konusu bu olsun.

şimdi mesela içeride bir toplantı var ben bunalarak koşarak çıktım. çünkü neden, bi sor blog. şundan: biz bu toplantıyı daha önce yapmıştık. hatta galiba hep aynı toplantıyı yapıyoruz ve yapıcaz. toplantının tutanağı hazırlanıyor; kararlar, yapılacaklar, takvim, hede hödö. hepimiz anlaştık, canavar gibi bi sonraki aşamaya geçicez mis gibi. neyse, konuyu bilmediğiniz için bi şi ifade etmese de anladınız işte.

hah işte bir sonraki toplantıda bunu, bu bi tek sayfayı bi zahmet okuyarak gelse insanlar, başa sarmiycaz. giderek sade ve hap yapılmış, bi zahmet yutulması gereken notlar hazırlıyorum. toplantı tutanağı for dummies. ama yok, asla günü gününe çalışmıyorlar ve o dersin konusunu önceden okuyup gelmiyolar blog ya. yeni mezun örtmen gibiyim, hepsinden şikayetçiyim. biz habire bi ders öncesinden ve hatta ademler ve havvalardan alıyoruz konuyu. ben bunalıp ileri sardığımda, en ön sırada oturup "hocam ama ben çalıştım, bu aptallar okumuyo diye müfredattan geriye düşüyoruz" diyen pis inek oluyorum. oysa sıkıntıdan gri-laci bi bulut kusuyorum kulaklarımdan, kimse görmüyor.

sonuç: verim sıfır, sohbet bol, hepimizin çaydan dişleri sarardı.
her seferinde de "e niye ilerleyemedik, nerde tıkandık" sorgulaması oluyo ya, en sevdiğim o. tabii burda eminim işin ilmini irfanını okumuş insanlar, "etkin toplantı teknikleri, toplantıda sonuç çıkarmanın 15 yolu" gibi müttthhhhhiş tavsiyeler verebilirler. yalan dolan dolu bir ofis hayalinde bunlar gerçek de olabilir. ama bu ülke dünyada kişi başına çay tüketimi birincisi ise, başlıca sebebi uzayıp giden, sonsuza yakınsayan toplantılar yüzünden. aksine ikna olmam mümkün değil.

15 Ekim 2010 Cuma

hisse

ben:
taşınırken, hele ki koli yaparken eşyalardan ve eşya edinme dürtüsünden ölümüne nefret ediyorum. her seferinde tek bir sırt çantasına özetlemek istiyorum mal varlığımı. bok var sanki, possession obsession. al al al. sonra taşımak için günler harca, taşıtmak için de paralar. bok var.

derken:
yeni eve girer girmez, yepyeni temiz bir sayfa gibi, coşkuyla doldurmak istiyorum. yeni ev alışverişi denen nane, yine nefretlik yanları olmasına rağmen ağırlıklı olarak çekici geliyor.

sonuç:
balık hafızalıyım, bin nasihat de bir müsibet de işe yaramıyor, bölünerek çoğalan, ölerek üreyen bir yığının ortasında, gecenin bu vakti, tencere tava koliliyorum.

cuma-cuma-cum.

kontrat : yeni ev, yeni mekan, yeni sokak, yeni şeyler.
bolca heyecan, zıp zıp hayal. bi ufak balkon yetiyor.  tahtaya vurun, mis gibi olcak. taşın, yerleş, temizle, keyfini sür, acıcık inşaat tamirat vs aşamalarını birer birer aşıciiz. bu ev bize uğurlu gelecek; öyle bi ev çünkü. sonrası hep süs, bol detay. elem tere fiş/ kem gözlere şiş töreni bile yapıcaz. nakliyeci bile ayarlandı, annem acil durum desteği gerekirse diye geliyor ama bence gerek olmayacak, daha nossun.

karanlık ofis günlerinin biricik dostu: stumble. bi anda ortam değişiyor, hop hop yenilen.

rüyamda yatağımı demonte etmem gerekiyordu, ama çarşafın çıtçıtlarına dolanıyorum, içinde hapis haldeydim, kıvran kıvran, kumaşlara dolan çıtçıtlara yapış, debelendim durdum. bunlar olurken bi yandan da krep tavasında krep çeviriyodum ki ben normalde bunu beceremem. hem boğuşup hem de "şurup da olsa keşke" filan diyodum. biraz sıkıntılı bi döneme işaret olabülü; sadece tahmin.

bu arada, tanıştığım yeni mucize: bepanthen pastil. bepantheni seviyorum.

*

şilili madenciler. heralde bu ara herkes için en büyük sevinç, en büyük alkış, en güzel umut haberi. 69 gün sonra, muhteşem bir kurtarma operasyonuyla hepsi ışığa kavuştu. türkiye'yle bolca kıyaslama yapılıyor, zaten ilk bakan başlattı heralde. bakan bey'e aslında konuyu baştan alarak sormak lazım: "siz hiç yılmadan, 17 gün boyunca aramaya devam eder miydiniz yoksa 'artık çok geç' mi derdiniz?". burdan başlıyor, zamanında denizaltında kum torbası niyetine kullanılarak ölüme giden 15'e yakın tersane işçisine sıçrıyor, 2003 yılından beri bir gram ilerleyememiş olan, kurumlar arası kavgadan düğüm olmuş, "işçi sağlığı ve güvenliği" kanunu revizyonu meselesine saplanıyor. bu kanun, şu an işlemiyor. evet, resmen böyle bir konu yok, hiç olmamış. hani kıyametleri koparıyoruz ya, "böyle madenler, tersaneler nasıl var olabiliyor" diye, çünkü kanun ve ona bağlı ihbar, denetim ve ceza prosedürü fiilen yok. işleyen bir sistem, 2003'ten beri yok. haliyle 2003'ten beri allaha emanet bi şekilde yürütülen bu konuda, her ILO toplantısında zılgıt yediğimiz gerçeği de manşetlere çıkmıyor, çıkamıyor.
300 kişilik bir ordu ve 22 milyon dolarlık bir bütçeniz olsa bile sayın bakan, siz bunu beceremezdiniz. çünkü balık baştan kokuyor: bunu yapabilmeniz için, bi zahmet, önce bakan ve milletvekili olarak, asli göreviniz olan yasama-yürütme kısmını halletmeniz lazım. bu fütursuz serbest atışlar kanımı donduruyor. şili bunu becerdiyse, hukuki çerçevesi, eğitimli konvoyu, bi güzel bütçesi ve umudu, hep umudu olduğu için. "insana değer vermek" derken, "biz insan taşıyoruz" diyen boktan İETT otobüslerinden daha fazlasını anladıkları için.

şili çok mu zengin? şili çok mu adil?  hayır değil. pinochet'yi yargıladığında alkışlamıştık; ama bugün, birçok latin diktatörün, vurguncunun sığınağı olan bir ülke şili, örneğin.  hiçbir şey siyah-beyaz keskinliğinde değil; soyguncusu hırsızı var diye, madencisini diri diri gömmek zorunda değil. anlatabiliyor muyum ki? yine de gönül isterdi ki, nerudanın arkadaşı nazımın ülkesi de az buçuk sahip çıksaydı emekçilerine, yüzlerine tükürür gibi yalan söyleyip, yaslı ailelerin acılarına dil çıkarmasaydı.
3 günmüş. keşke 3 vakte kadar deseydiniz bakanım. biz de 3 ay mı, 3 yıl mı, fal bakardık.

ay öyle işte. şimdi tahminen "bu dünkü meseleydi, gündem değişti bile" diyenler çıkacaktır.
slow food, slow city, slow news. derim, ben şahsen kendim.

12 Ekim 2010 Salı

suç ve ceza ve ıslah

kardeşimsin alexis. kardeşimizdi, hatırlayanlar vardır. alexis, kardeşim, katilin cezasını buldu. katili korumadılar, indirim için bahane aramadılar. müebbet hapiste. adaletin tecellisi sırasında kurban suçlanmadan, her bir güzel cümlenin sonuna "ama" eklenmeden, ah alexis 15indeydi, katili hapse gönderildi. darısı uğurların, ceylanların, arabasında ensesinde vurulan gençlerin, bir gece vakti ansızın nefesi kesilenlerin, adını hatırlamadığım nicelerinin başına.

burdan daldan dala: suçlu ıslahı gibi bir konu var malum. cezaevi, adı üstünde, cezalandırmalı. yine de bizim oralarda sosyal devlet, cezaevini keyfine göre yönetemez, belli standartları, gözetmesi gereken kuralları vardır, içindeki mahkumların hakkını koruması gerekir; çünkü evet, mahkum hakkı vardır. bir mağdur veya mağdur yakını psikolojisiyle değil, gerekirse robotumsu bir halde, onların da hakkını gözetmelidir. "Şikayet etmeyi bırakın siz ancak bu şekilde ıslah olursunuz. Bunun için buradasınız" diyebilen bir savcı olmaz, olamaz.

yani ne kadar sıradan, düz mantık şeyler yazsam da, bunu zaten azıcık vicdanı ve sağduyusu olan herkes bilse de, 80lerin cezaevi anılarına yanıt olarak "ah ama bugün ortam ne kadddarr da düzeldi" dendiğinde nolur bunu yutmayalım. -20'den -10'a yükselmek, gerçek bir gelişme olamaz. "insanlar ölmüyor artık, güzel günlerde sürünüyorlar" diye bir teselli olamaz. yutmayın, yutturmayın. bana bir cumhuriyet savcısı "biz onları ıslah etmeyi biliriz evvelallah" demişti nefretle. korkuyor insan. kurban siz bile olsanız, suçluyu korumak istiyorsunuz, savcıdan 2 kişilik korkuyosunuz. mesela: bir tutsağın tüm dişlerinin çekildiğini daha sonra "Özür dileriz yanlışlıkla çektik" denildiğini bilmek, ne hissettiriyor size? hadi bu münferit acılar tesbihimizin bir tek boncuğu. bebeğiniz için bez verilmemesi, pislikle, kalabalıkla, hastalıkla cezalandırılmak, hakaret, dayak kimin kanunu? bunlar işkence çeşidi değil mi?

hadi bunu bi kenara koyalım, onlar kötü adamlar, karanlık güçler. bir sorum var: tay.adlıları her il girişinde itinayla dövmek, galatasaraydaki standlarının önünden geçerken öcü görmüş gibi iki adım uzaklaşıp, bir yandaki hayvan hakları standına sığınmaktan ve böylece "duyarlı vatandaş tatmini" kotanızı doldurmaktan daha mı kötü, daha mı büyük insafsızlık? hayır, asla kıyaslamıyorum, hayvan hakları yerine değil, yanında destekten bahsediyorum ben. niyetse, ikisi de iyi niyet, ikisi de hak savunması. bi düşünmek lazım. dayak atmak gibi somut bir saldırı ve nefretle, ilgisizlik, duyarsızlık ve hatta görmezden gelme, gerçekten aynı kefeye konmaması gereken şeyler midir?

görece "zararsız" konularda ("dayak yemeyeceğiniz" anlamında "zararsız") vicdan aklayıp, karanlık, konuşulmayan, gazetelere çıkmayan, bir tek çekenin bildiği, sürekli hasıraltı edilen acılara karşı bilinçli bir körlüğü seçmek, bence çok adice. sinsi bir vicdan bu ve bana kötücül geliyor, kusura bakmayın. ilgilenmeyenlere/ merak etmeyenlere değil, ilgilenmekten korkanlara, duyduklarından dehşete düşüp kulağını tıkayanlara, tenhada konuşup açıkta susanlara, başkasının acısına ortak olmak için önce kendi kıçını sağlama alanlara kızıyorum ben. hepimiz meydanlara dökülmüyosak bile, ne bileyim, bir tek imza yahu. imza da atmıyosanız standa gidip, hal hatır sormak, bari el ilanlarını almak, okumak. minimumdayım ben, slogan atın filan demiyorum yani. deneyin,öldürmez.

ayrıca bir tek imzayla fişlenme korkusu yaşıyorsanız, fişlenmeye karşı tepki olarak da siz imza toplayın. "fişlenmeye hayır!" deyin, ne bileyim.  zaten sorsanız her şey fişleme. komik olan şu: bu hesapla ben üniversite yıllarımdan beri fişlene fişlene bi hal oldum, genç yaşımda kallavi bi kolleksiyona sahibim; hatta benimle aynı ad-soyada sahip yaklaşık 5 kişiyi de zor durumda bırakıyorum; ama yine de devletin ist.hbar.at kurumları iş teklif edebiliyor. evet böyle de bi hikayem var eskilerden (sonucu merak ediyosanız, hepinizin IPsini fişliyorum. haha, işim olmaz). özetle: korkmayın, imza atmak hayatınızı karartmıyor, hatta abartırsak iş kapısı bile olabiliyor sanırım.

tepkisizlik beni en korkutan şey; çünkü çoğunluk, o dışardaki güruh, sandığımız gibi "karşı" değil, sadece tepkisiz. destek ve köstek arasında tercihte bile bulunmuyor. mesela, suçluları hapse tıkmak istiyoruz adamım; çünkü suçlular. hapse girdiklerindeyse mutlu son- hikaye orada bitiyor. ama orda işkence gördükleri zaman adalet duygumuz işlemiyor; çünkü biz mutlu sonla bitirdik hikayeyi, gerisi prensle prensesin özeli, biz karışmayız. kol kırılır, yen içinde kalır. o zaman biraz sakat bi durum var adamım, iki kere düşün.

böyleyken böyle. hava çok gri ve ben 5 saattir ofisteyim, gün bitmek bilmiyor.
bu akşamsa bir mutluluk dalgası, bir güzellik bir şenlik.
aslında güzel şeyler de oluyor. onu diycektim ben, lafa bile ordan başlamıştım aslında.
neyse. anladınız siz. ona güveniyorum.

10 Ekim 2010 Pazar

adımadım

en iyi yaptığım işlerden biri erteleme. ben teknik olarak sadece 1 oda taşiycam, bi de işte ufak tefek eşyalar. bölünerek çoğalıyolar, dikkatim dağılıyor. ayakkabıları kutuliym derken, odanın ortasında merdiven açıyorum, tülleri indiriym derken bi bakmışım bavul yapıyorum. her şey aynı anda olunca sıkılıp, gördüğünüz üzere internete giriyorum. bu bir hafta, illa ki her şey yetişecek, illa ki bi yerden bi yere taşınıcam ama nasıl ve ne zaman ve of pof. kendimden sıkılıcam. uçarak koşarak olacak. keşke izin alabilsem bi güncük. olmayacağını bildiğim için sormadım bile. nakliyeci bulmam lazım tabii bi de, temel bi şi.kolilerim var, koliler dolacak. sonra belki hop, oda biter.

mesela, yatak ve dolap sökülmeli. evimizin her şeyi ikea, demontaj için benden 1,5 yıl önceki ürün barkodunu veya fişini istiyor ve hatta bunu bi zahmet mağazalarına götürmemi istiyor. yoksa neyin taşınacağını nerden bilebilirlermiş? hadi ordan ikea. ayağına gelecek vaktim olsa, önce evimi taşırım. operasyonel hödönüzü anlıyorum; ama siz de benimkini anlayın. ayrıca bence montajda online sipariş ve ödeme alabilirsiniz, ürün kodu internette var. gayet mümkün.biliyorum o hizmeti kendiniz vermiyosunuz, ama veren firma bulabilirsiniz. ay neyse işte, sizin yüzünüzden kendim yapıcam ikea. demontaj sırasında çatlar patlarsa ağlarım. oda zaten sirk çadırı gibi; ama böyle bir sonraki kasaba için sökülmüş ve toplanan bi çadır. kapısı yok bi de. ay şu taşınma meselesini bu kadar yazmak bile içimi sıkıyor. yap bitsin, gitsin. kendime kızıyorum.

kimonom vardı benim küçükken. ilkokuldaydım. "sarışın japon olmaz" diye tutturup 23 nisan gösterisine çıkmayı reddetmiştim. yani giyebileceğim yegane günde de başkası giymişti kimonoyu. bu sebeple, kendisi yepyeni mis gibi duruyor ve bence güzel bi ceket olur. bol bi şi zaten. proje. ta taa.

bailey's güzel şey. buzdolabı bar gibi, stokluyoruz, içmiyoruz. uzom bile var, otel hediyesi. önemli gün ve haftalarda içilecek. buzdolabı da benimki değil zaten. southern comfort burda satılmaya başladığından beri mutluyum ben. pek sık içmesem de ulaşılabilir olması güzel, lezzeti güzel,  her içişimde aklıma "so lord, wont you buy me a mercedes benz?"in  gelmesi güzel.

ben dün ilk kez anne karnında hıçkıran bebek hissettim. görmek değil, hissetmek. bulut bulut bekleniyor kendisi.

bugünse, alet edevat hırdavat. zaytung güzide bir videoyla konuyu özetlemişti; ama ben de dertlenicem: başıboş çocuk terörü diye bir şey sahiden var. çocukları her zaman neşeli, yüz gülümseten melekler olarak görüyosanız buraları okumayın. ben çocuk severim, 4-5 yaşına kadar. mümkünse bir sonraki temasımız üniversiteye başlarken olsun. böyle bir sorunum var. haliyle 5-14 yaş arası, bi kısmı çocuk, bi kısmı genç irisi insan yavrularının, kimbilir hangi oyun amacıyla benim zaten zar zor durabildiğim mağazalarda koşturması sinirimi bozuyor. dolap kapılarından fırlamak, satılık kapı zillerinin hepsine basmak, elinizi attığınız her yerde patinaj yapan lastik ayakkabı sesi filan, almiym ben. kullanmıyorum. kızımız/ oğlumuz kasa kuyruğundaki alışveriş arabasında akrobatik hareketler yapıp ebeveynlerinin "spor yapma" kotasını dolduracak diye burun hizamdan geçen tekmeler istemiyorum.

çocuk bu, yapar. ona kızmıyorum; ama ailelerine sahiden sinir oluyorum.  türkiyedeki ilk alışveriş merkezi olan galleriadan beri hepsinin oyun alanı var. salın yavrunuzu, gidip sonra teslim alın. ergen enerjisine sahip olan 14lüğü de bi cafeye filan bırakın, zaten orda zıplamaz, utanır. veya izin verin, tenhada kıstırıp çimdikleme / gözlerimi kocaman açıp korkutma hakkım baki kalsın, ben onları mum yaparım. videoda dediği gibi: sizin yavrunuz numune bir zeka değil.

 listelemem gerekirse, aşırı terleyen, sakar ve yeni edindiği cüssesine uyum sağlayamamış erkek çocuklar ("ahiahi babaaa, koşarak uçan tekme salvolu çizgifilm vuruşu denerken bütün merdiven standını çalışan ablanın üstüne devirdim, o sırada akan sümüğüm de yandaki amcanın koluna sürüldü, dondurma alsana")  ile büyümüş de küçülmüş, ukala ve sürekli çığlık atıp mızırdayan kız çocuklar ("anne ya mor kalpli kutu istemiyorum ben pembe dediiiim uff zaten kalpleri de busegülünkinden ufak, alıcaksın yoksa çantanı yırtarım! babaaa annemi azarlar mısııın?? babacııım ya üzüyo beni amaaa!")  ilk sırada. sosyalleşmeyi bilmiyosa, benimle öğrenmesin. böyle de faşizan bi damarla nefret  ediyorum sahiden.

bu arada, yurtdışında, en azından benim gördüğüm ülkelerde, böyle bir sorun yok. ben sahiden görmedim; özellikle dikkat ettim ve yoktu. yaşı küçük olup ağlamaya başlayanları da hemen mağazan çıkarıyolar. onlar da çocuk, onların ergenlerinin de hormonu var. üzerimize fışkırtmıyolar, o kadar. o yüzden bu bi terbiye meselesi ve ben bu ailelere sinir oluyorum. sınır koyamamak sanırım sorun: önce çocuğu şımart, kendini mucize sansın. el kadarken bile tüm aile icici-bicici-cücücü çocuk eğlendirin. temel hayat fonksiyonları bile ilahi işaretmiş gibi ilgiyle izlensin. kendi kendine vakit geçiremeyen, akraba bağımlısı bi ucube yaratın. eşek kadar olunca yine aynı ilgiyi beklesin. haftada bir ilgilenin, başınızda vızırdamasından bunalınca "bi koş gel yavrum, reyon gez" deyin, e beni de anne-babası- akrabası gibi sansın çocuk, zaten kendini de sevimli sanıyor, katlanmamı beklesin.

çocuk yetiştirmenin kolay olmadığını biliyorum; ama bence bu vakalar tam da kolaya kaçılmış vakalar. yoksa bir çocuğa "hayır evladım, mağazanın bi ucundan bi ucuna 'annneeeaa' diye bağıramazsın, bi zahmet yanıma geleceksin"i öğretmek, öğretmemekten daha zor. çünkü öncelikle mesela, evde de böyle bağırmaması lazım. böyle bi çığlığı aklına bile getirmiyor olması lazım.  anne-babanın da bağırmaması lazım. 3 yaşından itibaren ingilizce öğrenmesini sağlamak çocuğunuzu medenileştirmiyor. anlatabiliyo muyum ki? neyse işte. ben sadece bu çocuklara birilerinin biricik yavrusu diye katlanmak zorunda değilim ve annemden biliyorum ki bazen yabancılardan gelecek iyi bir ayar/azar anne-babaya hem katkı hem de yardım oluyor. günün anafikri budur. tabii bu veletlerin aileleri beni dinlese bile sonuçta bana pis bekar bok diye bakacaklar, o yüzden kalkınamıyoruz.

9 Ekim 2010 Cumartesi

~

benim yeni bi evim var. içinde yeni bi ev arkadaşım var. aslında, arkadaşım, yeni bi haliyle var. taşınma telaşım, güneşli günler umudum, bi güzel şişe şarapla kutlama sözüm var. rüyamda tüm eşyalar bi düğmeye basınca ufalıp küçülüyodu ve çantada taşınabiliyodu, böyle bi teknolojiye ihtiyacım var. olsun varsın, debelenerek halledecek gücüm var. yerleşip derin bi nefes alma umudum var. var kere var. bu çok güzel bi his.

6 Ekim 2010 Çarşamba

gakgak gubarak

saçım uzasın, hemen uzasın. kış geliyorsa saç uzar, kulakları ısıtır. saçımdaki beyazı seviyorum, sağ tarafta, kaşımın üstünde, çok bariz olmasa bile, görünen bi tutam olmasını seviyorum.  neyse, rogue'u da severim, evet.

dövmemi denedim. yani uygulamalı değil; ama işte, istediğim yerde ve şekilde olabiliyor. tabii kıt kaynaklarla yaptığım bi deneme olduğu için uzman doktorlar bi tarafıyla gülebilir. yine de imkansız değil, gayet mümkünmüş. mutluluk verici. 3 nal ve 1 at kaldı geriye. sessiz sedasız.

hayatımdaki en küçük akrep için sayılı günler. bi tuhaf pırpırlık. bulutsu, kümülüs bi hal.
upuzun ve pilili eteklerim, gün oldu devran döndü ve moda oldu ya, ah ah yani. bi de şey, annemin gençliğinden kalma caanım kemere bir şekilde parfüm filan mı bi şi, bulaşmış, deri lekelenmiş, nasıl kurtulur?

bu günlerdeki koşturmacama aslında tam bir çözüm bulamamış olsam da işler yolunda gidiyor gibi hissediyorum ve bu his güzel. saçma belki; ama yine de güzel. plan projelerim var, güneşli günler için. kış ve yağmurlar geliyor olsa bile. bu vesileyle bol bol beyaz şarap içiyorum. bazı şeyler yolunda gidiyor ama. sevdiğim adam 3 günde mucize gibi bi şiler yapıyor mesela, minicik,renkli bi kağıtta yazan şeylere ve yapabileceklerine bakıp bakıp durdum bi süre. o yüzden zaten, olabilir ve çözülebilir her şey.

daldan dala:
bozkır ve çöl, orman olmadıkları için ezilen üvey evlatlar. "doğa"dan sadece parlak renkli çiçekler, şelaleler ve tatlı kuş cıvıltıları anlamayı bıraktığımızda, güzelleşiverecekler. bataklıklar da böyle kurutulup yok edildi; sonra bi baktık ki sinek yuvası değil sulak alanmış. çirkin çocuklar, pis bataklıklar ve tüysüz kediler cumhuriyetinde, korunması gereken şeyler için kalıplaşmış güzellik şartları aranmaz.

biricik arkadaşım, evleniyor. muş. uzaklarda, kilometreler ve okyanuslar ötesinde karar vermiş. hemen değil, acelesi yok; ama işte karar vermiş, verebilmiş. o ne kadar sakinse benim gözümün önünden slaytlar dolusu okul anıları, platform topuklar, pencere önü kaloriferleri filan geçiyor.

radikal'in devir teslim töreninden beri, en ufak haberde bile satır arası yönlendirmeler, tercihler, ah nasıl da gözümü yoruyor, anlatamam. eskiden dırdır yorum bırakırdım, yordular beni. yorulmamak lazım. o iğne oyası detayında özenle yapılan kelime tercihleri, en masum halleriyle okuyanı şartlıyor. sevmiyorum, sevmem.

üniversiteler hakkında konuşulacak tonla konu varken, konunun dönüp dolaşıp baş örtüsü olması, onun da aslında olamaması beni sinir ediyor. çözümmüş gibi sunulan şey, hukuk 101 dersinden kalmış birinin bile anlayacağı gibi, berbat bir yama. sınıftan atılma yok, tutanaklarla disiplin suçu ve mesela okuldan atılma var. çözülemeyen düğümleri kutluyoruz, birilerinin hayatı, birilerinin duyguları da meze ediliyor. oysa bir de, sessiz ve derinden, yök amcanın "özgürlük" istediği aynı kuruma polis yığdığı gerçeği var.  yamasız. güvenlik için lazımmış. hatta bakın toplantı adı da ne güzel: özgür ve güvenli üniversite. YÖK artık ya. sahiden. oysa biliyoruz ki mesela konuşmacı korumalarının kampüslerde yarattığı dehşet, öğrencilerden kaynaklanmıyor. orda bi de polis olsa, tablo n'olurdu, o da malum.

sol olarak o la la:
sıcak çikolatanın içinde marshmallow. sahip olduğum en kokoş zevk sayılabilir, ama sahiden güzel yahu. ah hele ki dondurmanın içinde, bi güzel yumuşacık sürprizmiş kendisi. evet sahiden, "lyon'da naptın?" derseniz, türlü çeşitli dondurma deneyip durmuştum ben aslında.

3 Ekim 2010 Pazar

yuvadır kuşlara

haftasonundan geriye:

1) sun ra orchestra'yı izlemeyenler çok şey kaçırdı, üzgünüm.

2) elimizde, yanımızda getirmeyi unuttuğumuz ama bize orada verilen mumlarla, beşiktaş'ta, 2 milyon ağaç için toplaştık. bi kez daha anlaşıldı ki çevre protestolarında organizasyon pek başarılı değil; çünkü çok yeni bi alan. veya gerçekten müdahil olması gerekenler fazla öne çıkmıyor. sonuç? ürkek bir itiraz. mesela, zaten avuç içi kadar insanın toplanacağı belli bir şey için, 23 ayrı nokta belirleyip, kalabalığı mikro düzeye indirmemek, oraya gelenlere adam gibi slogan attırabilmek ve çok rica edicem, protesto adı altında "tohumlar fidana, fidanlar ağaca, dönmeli yurdumda" diye şarkı söylememek gerekiyor!
ortaköyde buluşmaya ne gerek vardı mesela, beşiktaşa gelemiyolar mıydı? 100-150 kişi ile 23 nokta arasında en kalabalıklardan biri olan beşiktaş ekibi, duygusal bir şekilde sağa sola sallanarak, elimizde mumlarla, "....dönmeli yurdumdaa!!!" diye içlendiğinde organizatör ekip çok gururluydu. güleyim mi ağlayayım mı bilmiyorum, slogan atılmak istendiğinde, o gece gerçekten emek harcayan bi hanfendi hepimizi dürterek "tohumlar fidanaa..." diye yönlendiriyodu. çarşı mesela, köprüye karşı olarak ordaydı. teyze üzülmesin diye afişleriyle sağa sola sallandılar. bi davul, 2-3 kaynana zırıltısı olsaydı, belki en azından, beltaşta eğlenenlerin dikkatini çekebilirdik. neyse işte. ordaydık. 23 ayrı noktadan kendinize yakın olana bile gitmediyseniz, geçerli bahane sayısı üç beş filan. istinye raporu aldık, bi de ataköy.

3) 20 yaş dişi ağrım bitmiyor. geri geldi. diğer üçü çekildi ya, dördüncü diş resmen ağıtta. diş de değil, çenem ağrıyor. kulağım tıkandı desem komik olacak; ama sahiden öyle. baskıdan basınçtan, kulağım tıkalı. şu ara bir dişçi turum eksik, umursamıyorum. uyuşturdum, uyuyor.

4) deprem olmuş. oturduğumuz yerden biri koltuğu sallıyo sandık, geçti. 4.4 yüksek değil, hele ki marmara için. ne bileyim, depremle yaşamayı öğrenmek sanırım 4.4'ten korkmamayı öğrenmeyi de içeriyor. en azından istanbulda kerpiç evde değilseniz, 4.4 bir şey yapmaz. tamam, fobik durumlara saygım var, onu geçiyorum. ama bence, önümüzdeki 3 gün "marmarada neler oluyor? bu bi işaret mi? 2012de marduk böyle böyle mi gelecek" kıvamı, haber bülteninde yer doldurma antremanlarına malzeme çıktı, o kadar. bilmem ki belki de aslında  iyi bir şeydir korkmak. ispark tarafından otoparka çevrilen "afet sonrası toplanma alanları" gelir aklımıza, bir ihtimal.

5) acayip, ne güzel bi mezeymişsin sen. bi de ben rakıyı özleyebilirmişim, bu da olmuş.

6) yılın ilk mandalinası için bi kez daha: içeçe niçeçe niçe yıllara. herkes kendince selam çaksın.

7) yazlık-kışlık dolap devir teslim çalışmaları başlamalı, odam sirk çadırı gibi. bu sefer her şeyi bi bavula koyup ikinci bi emre kadar açmamayı planlıyorum. bi yerden başlamadıkça gecikiyor, bu perşembeden itibaren sağanaklarlarlar başliycakmış, paçam tutuşuyor.

8) biri yeşil, biri mor ve biri de kırmızı olan odalar! tahammül sınırlarımın çok ötesinde bir renk fetişi, üzgünüm, sevmiyorum. emlakçı olsam, tüm ev sahiplerini kandırır, duvarları beyaz- bej filan boyatırdım.

9) national geographic'in bu sayısına, hep balıkçılık dosyası, hem o kocaman haritası ve en çok da küre dağları için teşekkür. bazen, gitmeden görmeden, gözlerim doluveriyor. orda olsam, güzelliğinden dilim tutulur gibi geliyor. yeşil-sarı-turuncu denizine bakakalsam, sahiden, bir parçam orda kalır gibi.

10) filmekimi biletleri kaçtı, yaşasın ev sineması.

1 Ekim 2010 Cuma

all that is solid melts into la la la

gözlüğüm yamulmuş. kolları bozulmuş. yorganımın içinden yere düştüğünde belliydi zaten. burnumda sallanıyor ve çok asabımı bozuyor. asabi teyze olarak buna bile takılıyorum. çıkarıp kenara koyuyorum, gözlerim yeniden ekrana odaklayana kadar bi ömür yitiyor.

geri sayım ne güzel şey. geri sayan bir mutlu hanımla geri saymak, günleri haftaları takip etmek. az, çok az ve kıymetli zamanlara teğet, uzaktan seyircilik. sonrası, pamuk pamuk.

bir uykum var ki şu an, kıvrılıp mışıldamak için uygun. dün de böyleydi, geçer elbet. zaten konserde uyunmaz, gözler açılmalı. konsere giderken narsis'aanımla karşılaşmalı; ama sadece özel günlerde değil. hatta bilinçli bi şekilde buluşmalı. yaa yaa.

türkiyede 10 bin tür bitki var, 3 bini ülkemize endemik.  tüm avrupadaki endemik tür toplamından fazla. haliyle, lütfen, birileri çevre diye debelenince destek olmuyosanız, bari köstek de olmayın. bunu her yere yazıyorum, çünkü biyoloji derslerinde fotosentez anlatılana kadar bunu söyleselerdi belki sahiden çiçekleri yolmadan yolda yürümeyi becerirdik.

insanlar hiç farketmeden, istemeden, tam tersi sebeplerle beni çok kırabiliyor. en yakınındakini severken boğarken leyleyley - hiç de bile. sahiden yani: hiç de bile. yine kanadım kırılıyor işaretli yerlerden. kırılmıyorsa kırışıyor. buruşuyor.

zap deresindeki o köprü, deniz gezmişin emeği olan köprü,  bombalanarak yıkılan köprü, yeniden ayakta. kimi buna romantik anlamlar yükleyebilir veya kardeşlik dostluk mesajları uçuşabilir. ben daha çok, olması gereken bir şey oldu gibi, kaybedilen şeyi bulduk gibi rahatladım. yerine dönen bir köprü müdür o? hayır; ama eskisine selamdır. eskisi bombalanarak yıkıldı. bu değişmeyecek.

dünyanın diğer ucunda, ekvadorda olanları da bilmek lazım.
ah bir de, dönem dönem helikopterle istanbul üzerinde gezerek uygun arazi beğendiğini ve alıp konutlarlarlar yaptığını rahat rahat anlatan ağ.aoğ.lu beyin reklamındaki iticilikten sonra, bence esas konuşulması gereken konu burda.  madem böyle bi şi yapıyosun, bari alkış bekleme yahu.
ayh.
içimde bi sıkıntı var. sahiden büyük, gri bir sıkıntı baloncuğu. haftasonu başlayabilir.
nemrut nefreti bir ruh hali. patlayasıca.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker