27 Aralık 2011 Salı

yezd

taklalarlarlar. güvercin takla. güvercinin takla atabilen bi hayvan olması, insanoğlunun bunu keşfetmesi, izlemekle yetinmeyip hayvana bunu öğretmeyi kafaya takması filan... küçük prens'in tilkisi halt etmiş. esas evcilleştirme budur. sıkıysa tilkiye takla attır. neyse.


aayy ay - ankaradaki günler koşturarak, kızarak, gülerek, şaşırarak, çok severek, sevilerek ve olması gerektiği gibi geçti 2011'e çok laf etsem de, aslında haksızlık etmemem gerekir, canımı sıktığı zamanlara oranla genelde ellerinde çiçeklerle gelen bi yıl oldu. aldı- verdi, yaptı kendince bi şiler işte.

ankaraya gidip geldiğimde başka bir ülkeye gitmiş gibi kopuyorum gündemden. başbakanlığa ve çankaya köşküne yakın bi evde oturan bendeniz için (biz ankaralılar hep iktidara yakınızdır ho ho ho) ironik bi durum; ama güzel. yıllardır gazeteleri online okuduğum için radikalin "yeni" boyu benim için hâlâ yeniliğini koruyor. elime alıp okumaya başladığım an, kırmızı koltuk programının o nostaljik efekti gibi: SBAMK! Varan 1! SBAMK! varan 2! sırayla saçmalıklar diziliyor önüme, dizi dizi inciler. tesbih olsa çekmezsin, öyle bir şey. gazetenin suçu yok, gündem böyle. insanın içi kararıyor. enseyi karartmamayı becerelim diye kalemine kuvvet yazan gazeteciler var allahtan.

*
biz lisedeydik, miniktik, ankaradaki küçük tiyatro'da mahmud ile yezida'yı canlandırmıştı okuldan bir ekip. ışık ve sese kadar herkes öğrenciydi. daireler daireler ve dairelemeler - en net hatırladıklarım. o zaman da "bir küfür olarak yezidilik" vardı heralde; ama benim ilk tanışmam o oyunla olmuştu. dairelerle. murathan mungan'ın ilk kitabıymış, şimdi google söyledi. ben mi heyecanlıydım, oyunu hazırlayanlar mı bilmem; ama çok etkilemişti. hatta bakın yalnız değilmişim, yıl da 2001'miş. 40. gün doldu yezida. ben hafızamın neresine saklamışsam bu oyunu, oynayanları, küçük tiyatronun büyük sahnesini, hepsini, hükümetin ileri gelenleri yezidilik için her ağzını açtığında etrafımda daireler beliriyor. daireler içine hapsoluyoruz, daralarak boğuyor bizi daireler. sahiden, mahmud ile yezida'nın o genç ve güzel anısına değecekler gibi, değseler her şey kirlenecekmiş gibi irkiliyorum.

çok meselemiz var be blog. yine çok birikti. bak yine ufacık keseler kocaman küfelere dönüştü, doldu da taşıyor. içişleri bakanı edebiyattan ve şiirden nefretle bahsederken, "kalem kılıçtan keskindir" deseydi tam olacaktı. işte orada zirveyi görecektik; ama böyle bir atasözü ve deyimler birikimi beklemiyorum. daha ziyade argoya kaçan jargon potansiyeli var. kişi olarak değil efendim, hayır, asla.

ne de olsa faşizm, pek de bireysel bir şey değildir. bugün herkese her şeyi söyleyebilirsiniz. dilerseniz yezidiliği bir küfür gibi kullanabilirsiniz veya "affedersin eşcinsel" filan gibi güzellemeleriniz olabilir; ama bir bireye faşist diyemezsiniz veya "faşizme inat kardeşimsin hrant" diye haykıramazsınız veya bir duvara "kahrolsun faşizm" yazamazsınız. konu faşizm kelimesinin cümle içinde kullanımı olunca akan sular durur. hani insan evinin yolunu düşünmeden bulur ya, artık sahiden refleks hale gelmiştir, omuriliğiniz sizi eve götürür, öyle bir şey faşizm. düşünmeden faşistiz, evimizin yolu bu sanki. ne kadar ayıp oysa blog. şu toprağın yaşına hürmeten, üstünde yaşayanlara bu kadar da ayıp edilmez aslında. böyle de romantik bir "ayıp oluyor" seviyesindeyim, n'aparsın.

*

ne bileyim be blog, çoktan alışmamız lazımdı bunlara. azıcık teflonlaşmamız lazımdı, hoopp diye kayıp gitmeliydi bunlar üstümüzden. reel politik. siyaseti de bilicen, dini de bilicen, tüm kurum ve kuruluşları bilicen, bunlar böyle, ne şaşırıyosun, seni gidi saftirik taze. bilicen ki alışıcan. alışmamış kıçta don durmaz. atasözü, evet.

kazanılan HES karşıtı davaların sayısı 50'yi geçti ya, şaşırmasak o davalar da açılmazdı gibi geliyor. "bunlar böyle kardeşim" deyip bıraksak, bir avuç güzel insan deli dürtmüş gibi kendini bu davalara adamasa, her şey reel ve politik gitse, şimdi sevinçli şaşkınlıklarımız olmazdı. o yüzden yani, sahiden ondan. içişleri bakanı gün gelip de bana sorarsa (neyi sorar bilmem; ama eminim o bilecektir), "şaşırmak içindi" diyeceğim. alışmayıp şaşırmak için. alışmayı, omuriliğimize otomatik faşizm enjeksiyonunu reddetmek de bir haktır, yeri ve zamanı geldiğinde.

*
bu da böyle bir yazımdır. yazmayı düşünüp de vazgeçtiğim onca şeyin süsüdür. bi de çok yorgunum be blog. sana yalan borcum yok ya.

22 Aralık 2011 Perşembe

breh.

melih gökçek cezayir anıtı dikecekmiş. "sen önce şu metroyu bitir!" demiyorum, hassas vatandaş. mesela şunu diyebilirim ama: üzülmeyiniz, âlâsını cezayirliler dikti zaten. üstelik dikerken konunun ne olduğunu da biliyolardı. neyse.

politikayla popülizm birbirine çok yakın şeyler, simbiyotik şeyler. biliyoruz bunu. yine de şu aralar yaşadığımız hezeyan bana garip geliyor. bir 6 ay sonra da aynı coşkuyla ABD senatosunu seyredeceğiz, her yıl olduğu gibi. bunu ısrarla unutup pır pır heyecanlanmamızı anlamıyorum. elin fransızı yasak dedi diye ermenistan'ın ihya olmayacağı veya ikili ilişkilerde devrim olmayacağı açık. ermenistan'a ne rica ederim, fransızların bilmem ne kararı? iki gün kutladılar diyelim, üçüncü gün? elin fransızı bizi de onları da umursamıyor ki. her iki taraf da bunu anlayamadık: umrunda değiliz. biz fransayı umursuyoruz diye o da bizi umursuyor demek değil.

aynı şekilde e.bağış "kapak olsun" dedi diye, sarko onu twitter'da takip ediyor ve türkçe biliyor demek değil.

1998'de fransa ermeni soykırımını tanıdığında oouuuvv fırtınalar koparsa kopsun aylar geçirdik. sonuç: fransa AB'deki ikinci en büyük tekstil ihracat pazarımız. 2006'da bir "cezayir soykırımının inkarı suç olsun" tasarısı meclise gelmiş, taslak kanunlaşamamış. ama nolacak, biz pal sokağı çocukları olarak daha uzağa olmasa da, en azından aynı uzaklığa işeyebildiğimizi gösterdik! bu bize yeter! o tarihlerde bendeniz, türkiye kamuoyunu geçtim, meclisteki 550 kişinin yüzde kaçının cezayirde ne olup bittiğini bildiğini merak ediyodum. aynı şey, fransa meclisi için de diğer taraftan geçerli. oy farfara farfara: hep aynı ateş aynı şalvara düşüyor, sonra işte ağzımız dilimiz kuruyor filan. her nakarat yazıldığı gibi coşkuyla okunur.

oysa biz o hiç sevmediğimiz fransayla aynı sakızı çiğniyoruz bak: "tarihi tarihçiler yazsın". ah keşke öyle olsa şeker. tarihçiler böyle masalcı amcalar gibi ,adile naşit gibi, köşelerinden bize tonton hikayeler anlatsalar! keşke öyle olsa da rahatlasanız azıcık. "tarihi tarihçiler yazsın" demek kadar büyük bir hakaret yok bir millete. niye canım kardeşim, senin 70 milyonluk halkın, ne yaşadığını bilmiyor mu? bilmiyorsa kim unutturdu? bu kadar mı andaval görünüyoruz ordan? ha yok tarihçiler yazacaksa, aklınızda olsun, tarihçiler devlet arşivlerinde çalışır. açsanız fena olmazdı.

neyse buralara girmiyorum. cezayir'i öğrendiğimiz iyi olmuş, darısı ruanda'nın başına. dünya haritası üstünde bir seferde yerini gösteremeyeceği ülkeleri sezonluk bir aşkla kucaklama ikiyüzlülüğümüzün son örneği olan somali, yerini elbet runadaya bırakacaktır. öyle gerekiyorsa, alet edilecektir. fransa bizi alet ediyorsa biz de elimizin altında, en yakındaki bizden sefil ülkeyi alet ederiz. n'olcek yani. icabında, racon!

benim içimi burkan şey, ermenistan ve türkiyenin adam olup da "bizim meselemizi biz konuşur, biz çözeriz" diyemeyişi yüzünden elalemin seçim sofrasına böyle meze oluşumuz. bu kadar haysiyetsizliği kabullenerek 100 yıl geçirip de sonra "ben de heykel dikerim laan! ben de boykot ederim beaa!!" demek, sahiden gerizekalıca geliyor bana. köprüdeki iki keçi masalını küçükken boşuna anlatmadılar bize, bi bok anlamamız bekleniyodu. zırlayan veletler gibi "annneee önce o furduuuuuaaaa" demekle ülke yönetilmiyor. sözüm her iki tarafa da. ayrıca dışardaki diasporaya da. hepsine ve herkese. bıktım ben bu anlı şanlı inatlarımızdan.

bu konuda bir şey yapılabilme ihtimali, umudu, benim için hrant dink'le birlikte bitti. hrant dink'in ne olduğunu bile anlayamadığımız için. tüm bu rüzgarlar eserken benim aklıma sadece ve hep hrant dink geliyor.

dink'i anlayan birçok insan, adı geçer geçmez esen linç rüzgarını durdurmak için, o meşhur videoyu hatırlatıyor. bir panikle, "vurmayın ona, bi dinleyin" demeye çalışıyor(uz). evet, hrant dink çıkıp, onu orda gördüğü için içlenen tüm avrupalılara ve diasporaya, "kendi işinize bakın, bu iki ülkenin meselesidir, bize bi nefes aldırın" demişti. "bi bırakın, az susun da biz konuşabilelim. biraz susun". hrantın fransız gazeteciye "sen ne bilirsin ki?" deyişi bile kendi üslubuncaydı, "bana zorla tercih yaptırma, kelimelere saplanma" derken, "önce kendi hesabınızı verin, bizi çıkarınıza alet etmeyin" derken, bu "derbi izleyen vasat seyirci" hevesinden nefret etmesi de kendinceydi. çok da haklıydı. yoksa öyle "kapak olsun" demekle olmuyor. elin fransızının bize, size, onlara verdiği kimlikleri, bu konuda bir ermeni olarak reddedebildiğiniz zaman, işte o zaman oluyor.

o sadece kuru gürültü sussun istedi. tabii bunu derken, tüm kalbiyle, o sessizlik nihayet oluştuğunda konuşmaya yanaşacak insanlar oluğuna ,her iki tarafta da, inanıyordu. sizi bilmem; ama beni, benim gibileri, bizi de inandırmıştı. hrant dink, konuşabilme ihtimaliydi. yitirdik. (koca bir adamı, iki satır çarpık haberle harcayan, "onu demiş- bunu demiş"çilere de 11 bilirkişinin yargı raporunu okumalarını öneririm. yetmezse ilkokul bir türkçe dilbilgisi de iyi bi başlangıç olur).

öyle işte. 1 ay sonra, hrant'ın 5. yılı. biz ve ermeniler ve fransızlar, aynı rezil noktada, aynı sakızı şişirip şişirip patlatıyoruz. öyle de şekeri kaçmış bir sakız ki ben bu çiğneme hevesimizi de anlamıyorum. heykel dikerlermiş, ceza keserlermiş, hepsine, hepimize birden: breh breh breh.

asap bozucu olan, mütemadiyen girdaplara karşı yüzmek ve üstelik: bunu bi bok sanmak.

21 Aralık 2011 Çarşamba

otuz.

saç diplerim kaşınıyor. bunu en son bi 9 ay önce filan yaşamıştım: stresten saç diplerim hatır hutur kaşınıyor. kaşımamak için avuç içlerimi saçıma sürüyorum. bu sefer saçlarım statik elektrik anıtı gibi dikiliyor, çok şirin. bugün ofisimizin sevgili genci ipek "deryaanım.. şey...saçınız..." diyerek, tüm acıma dolu sesiyle beni uyardı. gerçi ben o sırada "NEVAĞĞRR?!" da diyebilirdim. ofiste tam 10 manyak gücündeyim çünkü, mütemadiyen sinir harbi. sabrımın sonundayım, bu halimden, bu kükreyişlerimden, söylenişlerimden nefret ediyorum. sadece iki şey geçiyor aklımdan: "istemiyorum" ve "gidelim burdan". özellikle sonuncusu. mevsimi geldi.

bizim ankaradaki apartman numaramız 41. ne garip di mi blog. annemlerin evlilik günü de 21 ocak. sayılar ne tuhaf derecede akılda kalıyor veya kalmıyor. sayı başlı başına garip bi şi zaten.
*
bilmem farkında mısınız, Tahrir yine ayakta. bu sefer kadınlar için. polisin dövdüğü, soyup sokaklarda sürüklediği kadınlar için, kadınların onuru için, kadın erkek sokakta. yani tek sebep bu değil tabii - cumadan beri 14 ölü ve 900 yaralı var; ama işte her durumun bir son damlası vardır. 19 yaşında gencecik bir kadın, polisin kasıtlı dayağıyla karnındaki bebeğini kaybettiğinde, biz bunu yapmadık. var gücümüzle sokağa çıkmadık, bizim için yine (aynı o dayak yiyen güzelim gibi) öğrenciler çıktı sokağa. bizim hiç son damlamız yok blog. biz tam taşacakken, el birliğiyle boşaltıyoruz zaten haddinden fazla derin olan bardağımızı, kovamızı neyse artık. sıfırlıyoruz. atıyoruz üstümüzden tüm damlaları. en fazla, öğrencilerin başından aşağı döküyoruz. öğrencilere sayıp sövüyoruz ya, şuncacık halleriyle bizim vicdanımız olmaya devam ediyolar.

mısırda kadınlar "bu katılımdır, gösteri değil!" derken, "koruyacağına soyuyor!" derken, diyebilirken işte, umursuyorlar. hani, nerdeyiz çok affedersiniz, karakolda bir kadın dövülürken, özürmüş gibi "konsomatris o!" denirken, bir gencecik kız bebeğini kaybederken, onlarcası, yüzlercesi taciz ve tecavüz iddiasıyla mahkemedeyken, bir diğerinin kalçasını kırılmışken - nerdeyiz?

kadına karşı şiddet daha bir şiddet olduğu için değil, hayır. bu anlamda bir ayrıcalık beklemiyorum. ama bakın burda zaten erkekler de sokağa dökülmüş. çünkü konu kadın-erkek meselesi değil. biz gencecik bir erkeğin polis dayağından dalağı alındığında ve bir mahkeme bu davada "iyi de canım, insanlık onuru aşağılanmamışsa işkence yoktur ki!" diyebildiğinde de yokuz ortada. bak ne kadar hassas bi işkence tarifimiz var bizim artık. yani küfrederlerse işkence; ama filistin askısına "kasıtlı adam yaralama" diyeceğiz. mesela çıplak dolaştırırlarsa işkence ama cinsel organa elektrik verdiklerinde de işkence olmayacak.

Tahrir'de şimdi bir mavi sütyen hareketi var; çünkü her şeyin bir simgesi, bir işareti vardır. o şiddetin bu isimsiz mağduru, belki de 2011'in bitmesine bu kadar az vakit kala, yılın en etkili fotoğraflarından birinde, en haklı tepkinin sembolü oldu.

bundan sonrası size kalmış: dilerseniz ararsınız, bulursunuz ve tahrir hakkında, mısır hakkında okursunuz. eskiden bir sürü link verirdim filan ya- şimdi giderek istemiyor canım. kimseyi bu kadar tembelliğe alıştırmamalı insan. arayınız efendim. google varken ben, çok daha kıt bir kaynağım.

*
kapanışı, kâzım koyuncu yapsın. sahi, bizim gençliğimize denk gelen on yıllarda, kaç tane kâzım koyuncu'ya denk gelebildik ki? son sözleri güzel insanlar söylemeli:

"Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."

all you need is love.. bapbabababap...


yılın en kısa gününü de bitirelim ve artık bu günler güzel, yazlık, aydınlık günlere uzasın.

19 Aralık 2011 Pazartesi

kuşrengi

kuşlar yüzünden havaifişekleri sevmeyi bıraktım ben. o parlak ve renkli aydınlatmalı binaları da.  yansıtmalı camları da. kokinaları sevmeyi de kanayan eller yüzünden bıraktım ve yine o eller yüzünden şam fıstığı yemiyorum, nadir anlar hariç. bırakamadım, evet.

bazı şeyler çok vazgeçilebilir. mesela sırf janjanlı görünecek diye ampulle donatılan veya yansıtmalı camı olan bir binaya, sırf parlak diye hevesle uçup cama çarpan ve böyle ölen kuşlar var. bir sürü kuş, birçok defa ve  birçok şehirde böyle ölüyor. mesela ABD'de her yıl 1 milyar göçmen kuş ölüyormuş böyle. mesela bir üniversite kampüsündeki tüm arıkuşları böyle ölüp yok olmuş. arıkuşları! o aydınlatmalar kapansa ve camlar değişse, şehirdeki kuş ölümleri %83 azalacakmış be blog. 100 kuşun 83'ünü ellerimizle boğar gibi.

canım nolacak, biz güzelim istanbulu kendi kuşlarının katili etme hakkını görüyoruz kendimizde. ince bir özen, bolca yatırım ve para harcıyoruz. üreticiler, uygulayıcılar, tasarlayıcılar filan - tam bir sektör. şehrin bunca yıl, yüzyıl, binyıl zevkle seyrettiği güzelim kuşlarını öldürmesi, bir güzel istanbulu kendimize tetikçi yapmak, büyük terbiyesizlik. bok var, çok lazım, lazerli anahtarlığıyla oynamaya doyamamış çocuklar büyüyünce şehri 3. sınıf bir gazinoya çeviriyor (estetik kaygılara girmiyorum bile. yemyeşil yapraklı, güzelim bir çınar ağacına alttan yeşil ışık vermenin benim sözlüğümde yeri yok. bunu ilk başlatan cin fikirliyi bulup, estetik kitabıyla kafasına vura vura tövbe ettirmek de yasal olmaz heralde. sahiden yani kim o? imelih olmasından şüpheleniyorum).

biz kuşların ölümünü seyrediyoruz, mesela o aptal boğaz köprüleri renk değiştirirken. havaifişekler eşliğinde doğarken, kutlarken filan, kuşlar yanıyor. bir sürü kuş, bizim gözümüz renk şölenine doymuyor diye ölüyor. ayy ne şirin şekerim, kalp fırlattılar! ay yeşilden sarıya döndüüü! bence gidip kaleydeskopla oynayın. hem daha alengirli, daha nostaljik, hem gözünüzün dibinde olduğu için daha net görürsünüz, hem de kuşlar yaşar (bu vesileyle, imelihin atatürk profili şeklinde havaifişek atabildiğini de dip not olarak belirtmek isterim).

öyle işte, hepimiz bazen, bilerek veya bilmeyerek imelih.
kuşlar adına: yeter bu şehir ve diğer tüm şehirler üstündeki XXL ışık oyunlarınız. sahiden.

18 Aralık 2011 Pazar

iki mine on iki

her şey ne hızlı ve ne güzel. ben de aslında bir adet stres topu, panik kumkuması olarak, fena gitmiyorum bence. her şey sandığımdan ve beklediğimden daha tıkırında ve ben bu yüzden susmak istiyorum ki öyle kalsın. pıt gücü!

cumartesi sabahımı iki boncukla geçirdim, ben gülünce gülümseyen iki boncuk. top fırlatınca gülen, kucaklayınca gülen. çocuk, sihirli bir şey. gülümsediğinizde size gülümseyen iki boncuksa insanın gününü aydınlatan bir şekerlik. günün devamında gözdeciğimle haymana pancar voltalar, sonra divad bey ile buluşma. ama saray muhallebicisindeki tavuk-pilav-ayran gecenin sonu oldu. hiç yaşamadığım bir karın ağrısı ve krampla cumartesiyle vedalaşma. sonra bugün, caanım bapbap. bap benim ciğerimi bilir. ben bakarım, o söyler. ben düşünmeden o çözer. bap, çok büyük bir konfordur. yine ilaç gibi geldi. niyeyse böyle bir haftasonu özeti.

2012 öyle bir geliyor ki, aklınız durur. hani iftar öncesi yayınlarda böyle son hız açan gül, bir anda yerden biten çiçek filizi filan olur ya, hah işte onun gibi bi şi 2012: hızlı, güzel ve mucizevi. üstelik bir şey diym mi, gül veya filiz de değil. alışılmış değil, klişe değil. o şekilde gelişen ama yepyeni bir şey. ne bileyim, kaldırım kenarından fırlayan mine çiçeği gibi. hani tüm o şehir, taş ve beton arasında, en mavi, en minik, en kibar, en güçlü, en sürpriz haliyle: bir güzel mini çiçeği. ben mineleri hep çok sevdim be blog. o yüzden 2012'nin mineliği, benim için olsun.

12 Aralık 2011 Pazartesi

ikinci kat

daha önce yazdığımı sandığım şeyleri bazen yazmamış oluyorum. düşündüğüm her şeyi yazmadığımı ben bile unutuyorum be blog. neyse.

tiyatro güzel şey (haha cümleye bak! merhaba ben ilkokula gidiyorum!). devlet tiyatroları yorgunları için 0.2 ekibinin oyunlarını öneririm. henüz bir türlü dot'lanamamış bendeniz 2 oyun birden izlemiştim eylül ayı akşamlarında. daha önce niye yazmadığımı bile bilmiyorum, hatta yazmadığımı bile yeni fark ettim. heralde taslaklar dehlizimde duruyodur. neyse.

efendim ilk oyun limonata. on yüz bin yerde övgüleri olduğu için, ben tekrar yazmayayım. gugıldan bakın, azıcık çalışın, emek harcayın, di mi ama? neyse, sanki 0.2 ekibiyle tanışma oyunu limonata. salon küçük diye midir nedir, sanki siz onlarla tanışırken, onlar da sizle tanışıyor. gibi gibi. deniz türkali'nin gözleri sahnede on kaplan gücünde, büyüyor büyüyor. öksürmekten filan korkuyorsunuz, deniz hanım size bakabilir ve bakarsa görebilir. ekipteki oyuncular dizide filan da oynuyomuş galiba ama "hangi dizi?" gibi bir soruyu bana sormayacaksınız tabii ki, gugıl bilir. bir de, ekip oyuncuları arasında limonata da sayılabilir bence. durduğu yerden, sahiden iyi rol kesiyor. mesela ben aşırı şekerli olmadığına gayet eminim.

benim limonata'da asıl sevdiğim şey başka. tiyatro- sinema fark etmez, engelli bir karakter olduğunda genelde o sadece engellidir. kadınların da sadece anne veya aşık olması gibi, kürtlerin sadece kürt olması gibi. genelde maalesef, artık "rolün hakkını vermek için derinleştiriciiz" kaygısından mıdır, mesaj vermek için midir, nedir, boğuyor insanı ve ben o an hop, oyunun içinden çıkıp günlük hayatıma dönüyorum: "hmm x lira verdiğim biletimle ve yanımda y sayıda insanla oturmuş z sayıda başka bi insan grubunu izliyorum" oluveriyor. böyle bir püskürtülme. belki de yazılan rol buna müsait değil, bilmiyorum; ama oluyor. çoğunluk filmiyle ilgili bir itirazım buydu mesela. herkes pek derin ama herkes sadece 1 tek şey. sayıyla: bir. püskür.

neyse işte, limonata öyle değil. yazana da oynayana da alkış. bi kere limonata'nın ege'si, çok şükür ki sadece engelli değil. hatta aslında galiba, oyunda en çok kimliği olan tek kişi ege. sanki seyirci melihten veya anneden veya koraydan veya mügeden bile daha fazla şey beklerken, tam tersi. o yüzden de oyuncunun gerçek hayatta da a) engelli b) eşcinsel olduğundan %100 emin olan bir grup da vardı salonda. hani ikisi birden oynanamaz gibi.

egenin evet, tekerlekli bir sandalyesi var, o sandalyeye biniş hikayesi var, hemcinsi bir sevgilisi var, pek sorunlu bir ailesi var ve kocaman bir vicdani reddi var. oynaması zor mudur, zevkli midir bilemem ama, bence o karakterin varlığı ve bağırmaması ("bak ben bi engelliyim!"/ "bak ben bi eşcinselim!"/ "bak ben vicdani redçiyim!") çok güzeldi. bir hastalığı var mesela, bilmediğimiz. güzel bilinmezlikler bunlar. mügenin diğer dertlerini bilmeyişimiz gibi. öbür türlü, şirinler köyü hissi geliyor da gitmiyor: sinirli şirin, engelli şirin, ağlak şirin, kaçak şirin filan. herkes ve her şey paylaşılmış ve belirlenmiş - aman diym.
izlemeyi reddettiğim, hayır hatta protesto ettiğim incir reçeli filmindeki HIV pozitif profilini ve aldığı eleştirileri düşünüyorum mesela. o HIV pozitif kişinin AIDS'i yanlış bilmesi gibi komedi durumlar yok. valla ege gayet "normal"di. hani niyeyse bizim ezberden hep pek bir "anormal" bulmamız gereken 3 ayrı kimlikle, çok da normaldi. o normalliği de pek iyiydi.

sonra efendim, ikinci oyun olarak "kainatın en hızlı saati"ne gittim ben. farkında olduklarını sanmam, karşı binanın penceresinde dans kursu filan vardı galiba, oyunun ilk 15-20 dakikasında arka fonlarında tango yapan bir çift vardı. üstelik o çift de gözü pencerede oyunu izledi. iki taraftan izlendiler. bir an "acaba kurgu mu?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. modern zamanlarda karşı pencereyi dekor olarak kullanmak filan? değildir canım, yok artık daha neler. ama sahnede kaptan varken ve UV ışıkları parlarken ve kuşlar beyazken, arkadaki tango yapan çift cuk oturdu. hem, ridley izlemiş olacaksanız canlarım, daha ne. üstelik öyle "tikkat bu aslında çeviri bir metindir!" demeyen, gayet güzel bir dil. bir de limonatanın koray'ı foxtrot darling oluveriyor, öyle bir sürpriz var. bi arkadaşınızı izliyomuşsunuz gibi saçma bi tanıdıklık oluyor. dedim ya, onlar da bizi tanıyomuş gibi.

henüz aut'u izlemedim, disosya harikalar dünyası'na bilet bakacakken de - hop, aralık biletleri bitmiş bile. ikinci kat çok güzel, çok gizli, sanki böyle gizli bir komünmüşsünüz hissi veren bir sahne. evet bi keresinde tepeden su damlıyordu, evet arada gürültü oluyor, evet havalandırma lay lay lom - amaaan, o zaman gidin demirören'de filminizi izleyin. başlatmayın şimdi konforunuzdan! durup dururken de kızabilirim, evet. anladınız siz.

bu arada ekibin van depremi sonrasındaki oyun gelirleriyle van'a yardım ettiğini de belirteyim. incelikler, güzel şeyler. bu da yazmayışımın diyeti olsun. aklıma gelince elime de gelen zamanları geçirmişim azizim.

* bölüm sonu, bölüm başı *

her şey çok hızlı allahım, her şey bayır aşağı koşuyoruz gibi - ama bi güzel, bi güzel. uç uç uç. bana bıraksan zaman duracak, o yüzden bu hız güzel. sabahın 7'sinde midemde kelebeklerle kalkıp hop, durdum öyle. oysa ben uyanamam. ben tavanı seyrettim. bir fotoğrafa diktim gözümü, yılların fotoğrafına. yılların gülümseyişine. ne güzel geldi. fena aşığım ben, ne güzel şey. mesai saatleri evriliyor, devriliyor, günler geçiyor ama hep güzele, hep güzele.

bu arada sevgili gülş hanımcığım beatles deyince fark ettim ki sahiden bizim hükümetin sorunu beatles dinlemeyişleri. belki bu kadar basittir sahiden? ne bileyim, hadi onlar pis ingilizler, mesela ezginin günlüğü, yeni türkü filan dinlemediklerine de hemen hemen eminim. yok yani, insanın ruhunu yumuşatan basit ezgiler onlara nüfuz etmiyor gibi. etse yüz kaslarından anlardık gibi. hep  çok sinirli, çok gergin, çok bilmiş, çok emin, çok güçlü, çok muktedir ve çok mutsuz, mutsuz, mutsuzlarmış gibi.

* son söz, adios *

yine amma uzattım. huyum kurusun.
neyse, buyrun size boğaziçi bandistası. okulum diye demiyorum, hem güzel zıplarız, hem iyi eğleniriz ve zevkle hatırlatırız: şeyma özcan yalnız değildir. asla.
siz de unutmayınız.

11 Aralık 2011 Pazar

ha bu ışıklı dünya

hadi hop, daldan dala dandanakan:

takvim bi garip şey. mesela "10 aralık'a daha ohooo, çok var"dı. halbuki geçti bile. neyse, narsis hanımcığım benden daha genç olduğu için tabii ki o hatırladı da dün buluşabildik ve hatta bir kaktüs mesaisi yaptık ki bence maaş alabilirdik. kedi sahiden ne güzel bi hayvan bu arada. koltuklar için mırmır minderi gibi bi şi. yanınıza gelip teklifsizce uyuyan kedi kadar zarif şey sahiden az.


enflasyonu ayvalık tostu fiyatı verilerinden takip ediyorum.

dünkü güneşten sonra bu pazar grisi biraz ayıp oluyor ama neyse.

yıl 2011, radikalin websitesinde "kürtler neden dağa çıkıyor?" başlıklı bir haber var. hayır canım, retro pazar sayısı filan değil, devletim rapor filan hazırlıyormuş. demek ki 30 yıldır bir gıdım yol gidemeyişimiz bundanmış, demiyorlar. aynı şeyleri sorup aynı cevapları almalara doyamadığımız için, diyemiyorlar. yok yani sahiden bu kadarı bana aşağılama geliyor. nedir yani bu soruyu soruşumuzun 28. yılını filan mı kutluyoruz bugün? yazıp yazıp okumadığımız raporlara kardeş gelsin, birileri bundan para ve itibar kazansın da çark dönsün diye mi, nedir? yok bu çok bambaşka bir çalışmaysa, azıcık geç kalınmadı mı? neyse, sakin.

Halkevleri Ankara Film Atölyesi'nin hazırladığı "öyle bir gün gördük - otuzbir mayıs hopa olayları" belgeselini izlemekten zarar gelmez. buyrun burdan.  gözaltına alınıp serbest bırakılan hopa muhtarını, uğur'un annesini, dilşad'ı özellikle dinleyin. "henüz bir terör örgütü saptayamadık ama saptayamayacağımız anlamına gelmez" diyebilen yargıcı dinleyin ki hukuku düşünün.

sonra, bir de sudaki suretler'i izleyin bence. 74 dakika çok uzun bir süre değil. enerji-elektrik-kalkınma goygoyundan sıkıldıysanız, bir temiz çam nefesi. izleyin ki kurmaya korktuğunuz cümleleri haykıranlara selam olsun. en çok da munzuru seyredin ama, olur mu? dersimin meramını anlatmaya, anlattıkça anlaşılmamaya mahkumiyeti, nasıl bir işkencedir? nasıl bir kısır döngüdür? munzurda kaç baraj yapıldığını saymaları bile 1,5 dakika sürüyor. dersimlinin munzurla bir yaşaması, varlığını da inancını da şekillendirmesine izin vermesi, bu kadar mı büyük bir suçmuş? kim hangi cüretle, neye güvenerek, nasıl. aklım almıyor. almasın, daha iyi.
şu 74 dakika boyunca konuşan, haykıran herkesle, tüm kalbimle gurur duyuyorum. her gün her saniye manşetlerde elleri öpülmüyorsa, bu basın utansın.

cumartesi anneleri dün 350. kez toplanmış. siz hiç 17 yıl boyunca, toplam 350 kere aynı soruyu sordunuz mu?  bu soru "kürtler dağa niye çıkıyor?" gibi defalarca cevaplanmış bir soru da değil üstelik. bu, sordukça dayak yediğiniz bir soru ve aradıkça bulamadığınız cevaplarla ilgili bir mesele. şimdiye kadar delirmedilerse, acılarından. buna bile saygı duyulmuyor.

tüm bunlar, hiç ilgilenmeyene nasıl anlatılır ki?

10 Aralık 2011 Cumartesi

berna

6 ayın sonunda, Hopa davasında dün tahliye kararı çıktı. tutuksuz yargılama devam ediyor mu bilmiyorum gerçi, yine de sevinç sevinç.

boğaziçinde starbucks işgali. hiç yazmayacaktım ama duramadım. dışardan bakınca, "solculuk oynayan amerikan okulu gülleri" görüldüğünü biliyorum. başka bir dışardan bakınca da "devrim kampüsten başlar yoldaşlar" görülüyor. ikisi de değil oysa. yani o gençlerin "burası alışveriş merkezine dönmesin" deyişinin ardında gayet kampüs özeli dertler var. bunların ideolojik bir şekilde sunulmuş olması bir şey eksiltmez veya katmaz. anlatıcam.

öncelikle, sahiden çimlere basmadan protesto kültürü olan bir okul boğaziçi. istanbul üniversitesi gibi her daim olay yaşanmaz. öğrenciler sabırla her seferinde rektörlüğün kapısını çalar, bir muhatap arar. derdini anlatmak için arar. gaz ve toz bulutundan başlayarak anlatıcam çünkü sahiden sinire kesiyorum hariçten gazel okununca.
ben bildim bileli (nerdeyse 10 yıl oluyor) öğrenciler muhatap bulamazlar. 1 yıl boyunca kulüpler arası kurulun başkanı (ki 39 kulüplü boğaziçinde uslu bir sınıf başkanı gibi bi şi oluyor bu arkadaş) bile randevu alamadı. sonra bir öğrenci dekanı statüsü atandı, yanlış hatırlamıyorsam psikoloji bölümünden sevilen ve iyi niyetli bir hocayı atadılar. beyfendi rektörlüğün kirli çamaşırlarını tahmin edemiyor olacak ki kapısına yığılan öğrencilerle başedemedi. o da bir süre sonra "ben akademisyenim, rektörlüğün memuru değil!" dedi haliyle.

o sırada öğrenciler ne istiyordu? saymanlık, 39 kulüp bütçesinin adil dağıtımını bir türlü beceremeyince, "siz yapın!" dedi öğrencilere. öğrenciler öncelikle böyle bir yükü istemiyordu. onlar saymanlıkla, rektörle görüşüp bunun şeffaf bir düzene oturtulmasını istiyordu; yoksa herhangi bir memnuniyetsizlikte "kendiniz yaptınız!" denecekti. öğrenciler, birbirine adil olamamaktan çekindi, bunu bile anlamadılar. öğrenciler, okulun hem tiyatro, hem dans, hem sinema gösterimi yapılabilen ve aynı zamanda derslik olan tek salonu MDS'nin yıkılmasını, üstelik de tam da 1 yıldır sahnelemek için bekledikleri gösterileri öncesinde yıkılmasını istemediler. MDS gidince onlara yer kalmayacaktı. Bugün MDS yok ve okul yönetimi söz verdiği muadil binayı hala yapmış değil. daha doğrusu şöyle: salon var, ama bedava kullanım yok. MDS için kıyametler koparken bir tek Yavuz Selim Karakışla öğrencilere destek verip, "biz zamanında saatli binada takılırdık, şimdi sizi içeri sokmuyorlar, MDS de aynı şey!" demişti. evet, böyle binaları var okulun. güzel, şık, orda ve öğrenci giremiyor.

MDS sonrasında habire pişirilen, "kulüpleri erkek yurdun altından çıkaralım, yatakhane yapalım" muhabbeti başladı. okulda mevcut durumda bile kulüpler sığamazken 30'a yakınını yersiz yurtsuz bırakıp ortada projesi bile olmayan bir binada yer bulacaklarını söylerseniz, pardon ama kimse yutmaz. öğrenciler efendi gibi yürüyüp protesto etti, kulüpler yerinde duruyor.

bu arada mesela, zaten daracık kaldırımlı güney yokuşa şu otobüs duraklarında göreceğiniz dev reklam panoları yerleştirildi. böylece kaldırım panoların oldu, biz yoldan yürüdük, çok şirindi. karahisar anarşistleri miydi kimdi hatırlamıyorum, ısrarla her panoya kan kırmızısı boya attılar. şu an o panolar yok ve bence olmaları da gerekmiyor. o kampüs "manzaralı yolda ilan verebilirsiniz!!!" reklam alanı değil. bir şey yapacaklarsa iki kişinin yan yana yürüyebileceği genişlikte kaldırım yapsınlar.

dur yok, bitmedi. okulda faşistler solculara bıçak çekti. rektörlükten bir tek kınama bekledik, sesi çıkmadı. okulda yine yürüyüş oldu. 10 binler yürüdü gibi anlaşılmasın ama yürüdük. film gösterimi de olacaktı ki rektör "faşistler gelip basarsa sizi koruyamayız" diye iptal etti. canım. sonra hazırlık öğrencileri kilyos kampüse sürüldü. öğrenci kulüplerinin stand açabilmesi için okulun öğrenci hizmetlerinde x saat çalışması koşulu geldi. çimlerde film gösterimleri olurdu, o bile yasaklandı galiba bir ara. keyfiyetlerlerlerler.

devam edelim. o kampüste attığım ilk imza yemekhane fiyatlarının indirilmesi için toplanan imzaydı. ben heralde 4 yılda toplasanız 5 kere yemekhanede yememişimdir ve okulun en lüks yurdunda kaldım. ama bunlar imzamı geçersiz yapmaz. bu yemekhane fiyatları konusu, okul yönetiminin "devlet para vermiyorsa biz yaratırız"cı tutumuyla birleşince ortaya starbucks çıkıyor. ondan yazdım.

neyse, devam. sıradaki parça liberaller için geliyor: adil rekabet. ben starbucks'ın varlığına temelde karşı değilim. nasıl derler: per se. o olmasa, kahve dünyası olsa, yine aynı şey. lüks kahveci işte. "kampüste olur-olmaz" tartışmasına girerseniz, ortalama bir iktisatçı size burun kıvırıp "ay pis romantik yaa" der.  o yüzden onların dilinden konuşarak anlatacağım. per se demeyi de özlemişim bu arada. neyse:

smith der ki rekabet adil olunca güzeldir. bunu hepimiz kabul ediyoruz ki o yüzden bir rekabet kurumu var bu ülkenin. burda anlaştık sanırım. bir de pazarlık gücü denen bi kavram vardır, satıcı-müşteri ilişkisinde taraflardan birinin diğerine göre yüksek pazarlık gücü varsa, zayıf olan bi anlamda mahkum olur. boğaziçi yemekhanesi bu güçlü arkadaştır. istanbul üniversitesi yemekhanesini işleten aynı firma, aynı yemeği orada 75 kuruşa burada 2.25'e satmaktadır (zamlandığını düşünsem de). şimdi bunu okuyan bir liberal "canım isteyen yemekhanede yer, isteyen starbucks sandviçi yer" diyebilir. diyor da. o zaman hemen kendisine azıcık iktisat 101. hani çok bilmem ama bildiğim nettir:

1) "isteyen": isteyen dediğiniz an, denk mallar arasında kendi değer yargısına göre bir tercih yapmaya dönüyor iş. elma mı armut mu filan. elma mı, kereviz mi değil yani. halbuki burada bütçe kısıtına bağlı bir alternatifsizlik söz konusu; çünkü ikinci seçenek ilkinin 3-4 katı fiyatta. elinde 3 lirası olan bir öğrenci için seçenek 1 tane, 2 değil. fiyata bağlı kısıtları es geçen bir cümle bu.
2) bu iki şey birden yemek gibi okunuyor ama değil. ilki bu bütçesel mahkumiyetin satıcı tarafından sömürüldüğü bir ürün. yemek değil. lapa halde pilav, pişmemiş et, kirli salata, sulandırılmış çorba... bunlar o sandviçin yanında yemek sayılamaz. hani "iki  denk şeyin hür birey tarafından kıyaslanması"yla bi değer biçeceksek, maalesef mümkün değil.
3) şu an kampüste o sandviçin o fiyat aralığında alternatifi çok; ancak yemekhanedeki yemekolmayanyemek için düzgün bir alternatif yok. amcalar CD grubu tüketici şık bir tekel konumunda. fiyatın yüksekliği de bundan zaten, verilen bir değerden fiyat biçecek olsak o ürünleri çöpe atması gerekirdi. şimdilik yemekhanede "beğenmeyen evden getirsin karrddeşimmm!" hizmeti veriliyor; çünkü rekabet yok.

evet liberaller, o kampüste rekabet yok. o kampüste rektörün para hırsı, yemekhanenin tekelleşmesi ve 3 öğün yemek yiyemeyenlerin hakkını savunan öğrenciler var. evet günaydın: böyyük corporate'ların en sevdiği okulda 3 öğün yemek yiyecek parası olmayan öğrenciler, mevcut. günaydın. bence starbucks işgalinde söylenecek en etkili şey şu olurdu: kampüse bakıp liberal ekonomi savunanlara oyunun kuralını hatırlatmak.

on tane cafe açınca o yemekhaneye alternatif gelmiyor. çünkü vakko açınca da lcwaikikiye alternatif gelmiyor. aynı şekilde, superdorm'u açınca da 8 kişilik avuç içi kadar yurt odasına alternatif gelmiyor. hoş, starbuckstan çok önce, bence wonderland kampüse geldiğinde verilmesi gereken bir tepkiydi ama o böyyük bir marka değil. oysa wonderland, yemek tabağı 10 lira civarında olan bir güzel tesis. her bir ürününü çok severim, ama böyle başladı işte her şey. abbas waffle gelince tamam derseniz, starbucks'a itirazınız biraz suni kalıyor. bence yani. iş en temelden, "okulun kısıtlı yemek alanının kiralamasını yaparken her bütçeye uygun seçeneklerin çeşitliliğinin sağlanması" hedefi olmalı .hani rekabet filan. teorisi de vardır bunun elbet.

yani konu starbucks'ın orada olmasından çok, zaten çok kısıtlı bir alan var olduğundan, o olunca başka bir yerin olamayışı. kiralar artıyor örneğin, "xyz markalarına kiraladık, şık komşularınız olacak!" reklamı dolduruyor portfolyoyu. onun yanına bir menemenci bu yüzden gelemiyor. bunun da teorisi var kuşum. dar alanda kısa paslaşmalar. okul mağaza karması yönetir hale geliyor bir süre sonra.

*
bittabii burada, ayağınızdaki ayakkabıya bakarak ortak kantine ait olmadığınızı düşünen bazı solcu cicileri de anmadan geçemeyeceğim. şu an starbuckstaki ekip için söylemiyorum bunu, ayrıca yazıyorum; çünkü onları tanımıyorum. benimki şahsi deneyim: devrimci tutarsızlığı.

onlar ki eşitlik duygusuyla dolup taşarken ilk küfrü ya orospu ya da ibne olanlar. işte canım, sizin işiniz daha zor. sizi çünkü, sizin dilinizden anlatamıyorum. mesela manzarada hararetle marx anlatıp işçi hakları nutukları atarken zevkle kedi tekmeleyen bir manyak da gördüm. kavga ettik, günün sonunda ben tabii ki sermaye aşığı pis kahpe filandım. veya ne bileyim, karşılıklı oturup bi sorun çözmeye çalışırken slogan atmadan kendini ifade edemeyenler. şükür ki  en azından boğaziçinde çok değilsiniz, ama varsınız. bir şeylere çok kızgınsınız tamam; ama bi anda o hiç sevmediğiniz faşolara dönüşüverdiğinizi keşke görseniz. ben size "bağırmayın" demiyorum, "dibinizde sizi dinlemek için dururken bağırmayın" diyorum. anlatabildim mi ki? daha ne dediğimi duymadan gırtlaklamayın diyorum. bir de birileri sizi dan dan etiketliyor diye isyandayken elinize kendi etiketlerinizi alıp alternatif etiketlemeye başlamasanız, tam olacak. nacizane önerim. nokta.

böyle "ona da tüü, buna da püü" gibi oldu ama heralde anlatabilmişimdir. 68 devrimi misali, 2012 devrimi de bizim kampüsten başlasa hiç fena olmazdı tabii ama bence şu yemek sorunu çözülse, o da bi şidir. ufak hedefler başarısızlık anlamına gelmiyor, aksine büyük manalar yüklemeye çalışınca altında kalıyorlar. amacı çok bulandırmamak lazım o yüzden. o sevmediğiniz pis kapitalistler kendi dilinde olmadıkça hiçbir şeyi dinlemiyor veya anlamıyor. zaten tıkalılar yani.
neyse. ben zaten okuldaki her iki cepheden de "seni tam anlamadık, bekliyoruz, izliyoruz" lafını duymuş biriyim. "ortada kuyu var yandan geç"im hatta. o yüzden tüü ve püü. ortayolcu bi sosyal reformcuymuşum filan hatta? ahaha. aman diym. kendi kendime eğlendim.

neyse, kapa parantez.
ha demem o ki, nolur şu okulun işlerine dışardan laf atılmasa. başka okulların öğrencileri arkadaşlarına tabii ki destek verir; ama sözcülük yapmasa. bizimkiler de iş sanki starbucks olunca sorun da kahve dünyası veya "hikmet amcanın lüks çayı" olsa sorun olmayacakmış gibi davranmasa. rektörlük karşısındakilere "birinizle görüşürüm! lordum ben! temsilci seçin" demese de azıcık öğrencilerinin arasına karışsa. tüm rektörler bir zamanlar çok sevilen hocalardı biliyor musunuz? öğrenciler "canım hocam"dan "ruhsuz rektör"e dönüşen kişileri görünce küstü önce.

*
neyse evet, boğaziçi university, liboş bir mekandır arkadaşlar. bakınız işgal ediyorsak da rektörlüğü değil, starbucks'ı ediyoruz. sevmeyin bizi. yöntemi /söylemi beğenmeyebilirsiniz tabii ama eğer sahiden hiç anlamıyorsanız da rica ederim, ahkam kesmeyin. çünkü şu an o kampüste, o starbucks'ta evcilik oynanmadığını garanti ederim.

bir de bu protestoya katılan berna'yı kck davasından tutuklamışlar galiba. elbet dışarı çıkar, çünkü onun yeri kampüs. yeter ki diğer berna'nınki kadar uzun sürmesin.

edito: yanlış istihbarat benimki- isim berna diil, şeyma'ymış. şeyma, berna veya ayşe bir şey değişmeyeceği için başlık böyle kalsın bence.

6 Aralık 2011 Salı

"düş karışmamış ham gerçeğin pek öyle tadı yoktur"

2 post yazdım, öylece duruyor. biri onur yaser can'la ilgili, diğeri onur hamzaoğlu'yla. belki daha sonra. o kadar kötü zamanlar geçiriyorum ki bir yandan,her iki onur'un da canını sıkanlara sarsam bu sinirle, onları delirtebilirdim.
 neyse. güzel şeylerden bahsetmek istedim; bir ihtimal tanımadığınız, duymadığınız bir güzel insandan.

Vedat Dalokay. benim niyeyse arada bir açıp, vikipedi'deki özgeçmişini okuduğum kişi. gökçek öncesi Ankara'yı yaratan kişi. Ankara'yı bildiğimiz, sevdiğimiz hale getiren kişi. bakınız "biz" dedim, hani ben de aslında Ankara'yı sevebilirdim. Ankara'nın parkları ne güzeldir ve mesela ulus meydanı, kızılay meydanı, heykelleri. başkent olacakken, tam da olacakken yani, son hız koşarken birileri dur demiş gibi bir şehir oldu şimdi ankara. neyse. şimdiyi biliyoruz zaten, boşverin.

Dalokay mimardı. Ankara mimarlar odası başkanıydı. sonra 1 dönem CHP'den başkan seçilmiş, %65 mi ne oy almış. şehre parklarını, meydanlarını, "göbek"lerini, anıtlarını vermiş. Kocatepe Camii için düşündüğü "çılgın" kabuk kubbe, mühendislik açısından zor ve riskli bulunmuş; ama ondan da önce zaten yeterince "cami" bulunmadığı için reddedilmiş, olası maliyet bahane olmuş. o da gidip Pakistan, İslamabad'da 1970'te bir cami yapmış. camiyi bir görmeniz lazım. Beğenmek- beğenmemek ötesinde, bambaşka bir şey. Mesela Taksim Meydanı proje yarışmasını da o kazanmış. Dalokay her yere yetişebilen bir mimarmış işte.

benim için en büyük sürprizi de, hala inatla bulup okuyamadığım Kolo'dur. YKY'ndan çıktığını bilmeme rağmen, hep bir şekilde aklımdan çıkar, unuturum. Keban Barajı'nın yapıldığı yıllarda, bu barajın suları altında kalan keçi Kolo'yu anlatan Dalokay'a zamanında TDK ödül vermiş, ingilizceye çevrilmiş ve 1995'te de ABD'den bir ödül kazanmış. Bir insan, bir mimar, bir şehircilik uzmanı, çocukluğunu yaşadığı köyün ve tüm anılarının 40 metre su altında kalışına masal yazar mı? Yazmış işte. hatta diyor ki, mimarlığıyla yazmış kitabı. kitap 2000 yılında nihayet zazacaya da çevrilmiş, kolonun diline.

dalokay, bizim bugün konuştuklarımızı 1980de yazdığı kitabın önsözüne işlemiş işte:

Baraj öyküsünde, Doğu’ya uygarlık götürüyoruz diye yola çıkan bir devletin, doğayı ve insanı, yani tüm yaşamı nasıl umursamadığını, bin yıllık yaşam ve yüz bin yıllık doğayı nasıl yok ettiğini anlatmıştım. Bunu gözlerimle görmüş ve yaşamıştım. Jandarmalı devlet gitmişti ama daha beteri, barajlı devlet gelmişti. İkincisi daha beterdi Şako Bacı ve Kolo için."

Gerçek hayatta baraj için yapılan yolda ezilerek can veren Şako Bacı için, masalında yatağında ölüm yazmış Dalokay. Ama sonra noldu biliyor musunuz? Sonra Vedat Bey, eşi ve bir çocuğuyla bir trafik kazasında hayatını kaybetti. diğer 4 çocuğuna nasıl bir sabır geldi de yaşamayı sürdürdüler, bilmem. yaşamak böyle bir şey.

 *
 Ben Dalokay'ın kim olduğunu çok geç öğrendim.  Benim için Vedat Dalokay, dedemin çok yetenekli, çok zeki, çok takdir edilen bir üniversite arkadaşıdır. "ah o eski dalokay zamanları"dır.  Vedat değil, dalokaydır. isimden çok sıfat gibi. Ben kendisiyle maalesef hiç tanışmadım; ama duydum sadece. haliyle, ben de vikipedi kadar tanıyorum onu aslında. fark yok.

Çankaya'daki bir garip nikah salonu dışında, ankarada hiçbir yerde dalokay'ın adı geçmez. muhammed ali cinnah'tan kennedy'ye kadar herkesin bir caddesi vardır da, onun yoktur. gökçek'in adı, sanı, gülümseyişi, yağlanmış saçları ve o her daim eğri gibi gözüken kravatıyla tüm şehri kaplaması normaldir de, Vedat Bey işte, üslubuyla silinerek gitmiştir Ankara'dan. Edebiyle silinmiştir sahiden.

Ankara'yı seviyorsanız eğer, Dalokay'la tanışmanıza ben sevindim. başlıktaki cümle de Kolo'nun önsözünden. eskiden ankaraya düş karışabiliyomuş belki de, şimdi maalesef, en kitsch haliyle bir ucube gerçekliğe dönüşüyor.

30 Kasım 2011 Çarşamba

mor

çok şikayet edebilirim; ama etmeyeceğim. vazgeçişler sessizlikle geliyor be blog ve ben o kadar güzel vazgeçiyorum ki. beceriksizlikleri, üslupsuzlukları, arsızlıkları ve sırtıma yaslananların yükünü düşünmeyeceğim. çünkü şu zavallı beynimin gri hücreleri günde 10 saat bununla zonkluyor zaten.

oysa ben mutluyum, çok mutluyum.bir tek bunu düşünmek istiyorum. 
şöyle bi şi, tıklayınız:


mesela ben marshmallowlu sıcak çikolata yapıyorum evde, en sevdiğim şeylerdendir. içiyorum onu, mis. mesela benim portakallı earl grey çayım var, binbir aromalı bir beyaz çayım var. içiyorum, mis. arkadaşlarıma duble rakı içiyorum, o da mis. bak bir bardak sıvı insana nasıl da yetiyor. öyle bir şey.

uzaklardan kart atmak istiyorum, tek yöne biletler istiyorum. anneannemin sözünü dinlemek istiyorum. benim anneannem, her şey bir yana, "vizyoner kadın"dır. öyledir o, hep bilir. şimdi düşündüm de, mesela 1946'da o rollercoasterda olabilirdi. böyle gülebilirdi. 

oturduğum yerde başka bir aleme gidiyorum, bambaşkalardayım. haberleri filan okumayı da bıraktım, takip etmek istiyorum ama iç karartısından bunalıyorum. yapamıyorum. kota aşımı gibi.  belgesel izleyeceğim, bir sürü. onun hayalindeyim. mesela menekşem yine mor mor çiçek açtı, tazecik yaprakları büyüyor. bu bana yetiyor. burayı değil, uzakları düşünmeye başlamak istiyorum, menekşeme bakıp bakıp.

Helvacııı helvaaa, şeker pamuk bu helvaaa

bu aralar en çok güldüğüm şey, twitterdaki tatlı_sozluk hesabı. gördüğüm kadarıyla en büyüğü 8 yaşında olan ama genelde 3-5 yaş aralığında çocukların laflarının kayıtları. hani "ay ne kadar da büyümüş de küçülmüşler, ne şirinler öyle!" halleri yok, bunlar sahiden çocuk. yoksa anasının lafını babasına satan çocuktan korkarım.

öyle zamanlarda öyle şeyler denk geliyor ki, günlük fal niyetine kullanıyorum sayılır.
bugünkü falımız 3,5 yaşındaki Ali Mert'ten :


-Ali Mert söyle bana bu hayattan beklentin ne? Nedir yani istediğin?
-Helvacııı helvaaa, şeker pamuk bu helvaaa.

benim de öyle ali mert, vallahi benim de öyle.

28 Kasım 2011 Pazartesi

bugün hava güzel

bu aralar blogcum, hayat bana güzel. hayat hızlıyken güzel, aniden güzel, birlikteyken güzel, bir anda güzel. hayat, hayatlığını yapınca güzel. hayat gözbebeğinde güzel. hayat en içten haliyle "hadi" dediğinde güzel. hayat öyle tuhaf bi şi ki aslında hiçbir fikriniz olmadığı anlarda en güzel. hayat tersliklerle güzel, güzel işte. en bilmediğiniz zamanlarda çok iyi bildiğiniz için güzel. bilmekle güzel, bildikçe güzel.

bugünlerde her şey pek bi orhan veli; ama en çok da cemal süreya. bugünlerde her şey güzel, en çok da hava güzel. hele ki anılar düş değeri kazanıyor ya, en çok da ondan. bugünler, o günlerden blog. hiç haberleri yokken, ne kadar da güzeller.

bu aralar kelimeleri tepe sersemi yapacak hallerde olduğumdan, pek yazmak gelmiyor içimden. bir kilo pamuk mu ağırdır, bir kilo demir mi gibi gibi. kafam bir kilo demir gibi, kalbim bir kilo pamuk gibi. aslında ikisi de kuş tüyü gibi. ne bileyim işte, hayat güzel.
 



22 Kasım 2011 Salı

yılbaşı listesi gibi

bu ülkede etrafımızda olan bitenle az biraz ilgiliysek, gazete filan okuyorsak, içimiz şişiyor. yılgınlıkla, bezginlikle doluyoruz. despot yönetimlerin üzerimize yağdırdığı o karanlık mutsuzluğa, o ümitsiz teslimiyete giderek daha çok gömülüyoruz. bu durum da pek bir normal, niyeyse.

22 kasım, geriye dönüp "buralar dutluktu ve biz çocuklar gibi şendik" diyeceğimiz gündür belki de. merhaba TİB, her nerde kime sinir olup, kimi kara listeye alıyorsan. yeni neslin mandrake'si olarak, şapkadan tavşan, internetten öcü, demokratik haktan örgüt çıkaracağın günlerin şerefine.

~ ~ ~

mesela ben, başbakandan başlayarak, bakanlar, müsteşarlar, genel müdürler, daire başkanları, memurlar ve hatta taşere personel de dahil olmak üzere, kamu çalışanlarının terbiyesini dert etmek istemiyorum. her cümlesinin hakaret, alay ve üslupsuzluk olduğunu hissederek, "seçilmiş"liğini üstümde kutlayan birilerini dinlemek istemiyorum. bana söylediği şeyle değil, söyleyiş şekliyle ayar veren bir "kamu" istemiyorum. dinlememeye, kaale almamaya dayalı bir güç kullanımı istemiyorum. üstelik bu ne menem bir güç gösteriyse, belediye otobüsü şoföründen zabıtasına hepsi "ben devletim ulan!" kafasıyla sizi terörize edebiliyor. vatandaş olarak, bana bakınca azarlanacak çocuk, kulağı çekilecek köle gören bir devlet istemiyorum. adam yerine konmak istiyorum, devletin beni "beğenmeme" lüksünün olmamasını istiyorum.

madem kendinden yukarda görmeyi gururuna yediremiyor, bari göz hızasında kalayım; ama ben o vergileri, bir bakan çıkıp da "duble yol yaptık ya, ehü ehüehü" diyebilsin diye ödemiyorum. her gün saat başı emeğimin karşılığında, acısından susan bir aileye "oğlunuzu terörist sanıp vurduk ama iyimser olup diğerinin yaşadığına şükretmelisiniz" diyen bir içişleri bakanı almak istemiyorum.

kendini yetiştirmiş, yetişebilmiş insanı küstürmeyelim istiyorum. kafası çalışan, becerikli, özverili, eğitimli, efendi bir sürü arkadaşımın işsiz güçsüz aylar geçirdiği veya bir iş bulduğunda onda biri kapasitede olmayanlarca ezilerek sömürüldüğü bir ülkedeyiz. dünya da böyle. ama mesela bu insanlardan bazıları kamu görevinde çalışıp, vatan millet sakarya için faydalı olmak istediğinde, ayaklarına basılmasın, hevesleri kırılmasın istiyorum. bir işin çok üstünde özelliklere sahipken, iti ite kırdırma yöntemiyle en azın da azını almalarını istemiyorum. kendim de dahil, böyleyken böyle. askere giden arkadaşlarımın, askerlik dönüşü boş boş aylar geçirip karamsarlığa gömülmelerini istemiyorum.

bu ülkede yaşatılmış olan ve yaşatılmaya devam edilen acıları bilmek istiyorum. benim vatandaşlığını taşıdığım, nüfus kağıdını, pasaportunu gösterdiğim devletin, diğer vatandaşlarına nasıl davrandığını bilmek istiyorum. birilerinin can acısını, çığlığını duymak için çabalamak veya sırf bu acıyı duydum diye bile suçlu durumuna düşmek istemiyorum. 1994'te 3 yaşında bir çocuğun telsizli amcalarca götürülüp bir daha geri gelmediğini 2011 yılında öğrenmekten utanmak istemiyorum. kıyametler kopsun istiyorum, 3 yaşındaki bir çocuğun 20 yaşında olamayışı rüyalarımızdan çıkmasın istiyorum. ben "bunlar olurken neredeydim, nasıl duymam, nasıl görmem?" diye can acısı, vicdan sızısı çekmek istemiyorum. bir devletin canı acımıyor diye, benim gözlerim dolsun istemiyorum, tarifi zor. birileri sorumluluk alsın istiyorum. bunları görüp söyleyenlerin de aynı sonsuz kayboluşa mahkum edilmemesini istiyorum.

neyi, nerede, ne kadar ve nasıl düşüneceğimi bana söylemesinler, bana sürekli daralan çemberler çizmesinler istiyorum. düşünmekten korkmamak, utanmamak, çekinmemek istiyorum. düşününce, dert edince, iç sızı duyunca, birileri "aferin" desin istiyorum, destek olsun istiyorum. anayasal hak olan parasız eğitimi başbakanın gözüne sokarak hatırlattı diye gencecik insanların hapis yatmasını istemiyorum. her itirazın örgüt üyeliği olmamasını, örgüt kelimesinin akla suçu getirmesini değil, mesela sivil toplumu düşündürmesini istiyorum. meslek odalarının yegane adalet arayıcılar olarak kalmasını, onların da ilk fırsatta baltalanmasını istemiyorum.

bir suç işleyip hapse düşmüşlerin, engizisyon zindanlarına atılmışlar gibi bir muamele görmesini istemiyorum. ortalama bir bireyin "kana kan, dişe diş"diyebileceği anlarda, devletin devlet olup "kardeşim burda kanun var, adalet var!" diyebilmesini istiyorum. höt diyecekse, adalet için desin istiyorum. hapiste diye hastalığının tedavisinden mahrum bırakılmak, psikolojik şiddet ve izolasyonla tehdit edilmek, türkü söyledi diye 1,5 yıl görüş yasağı cezası almak, böyle keyfiyet istemiyorum. her ne olursa olsun devletin, nüfus kağıdı verdiği kişiye bakınca anayasal haklara sahip eşit vatandaş görmesini istiyorum. gözaltında, hapiste, sorguda çocuğu kaybedilmiş binlerce ailenin hesap sormasının "terörizm" olmasını, her şeyin bu kadar kolay "terör" ilan edilmesini istemiyorum. devletin, vatandaşıyla it dalaşına, mahalle kavgasına tutuşmamasını istiyorum.

sonra mesela, doktorun, öğretmenin, savcının avukatın, insan gibi çalışmasını, emeğinin kutsallığından şüphe etmeyecek kadar takdir edilmesini, hakkını almasını istiyorum. bir öğretmenin atanamamasını, bir doktorun hasta bakamamasını, bir avukatın adliyeye üstü aranarak girmesini, bir polisin yakaladığı her suçlunun savcı tarafından serbest bırakıldığını bile bile çalışmasını istemiyorum. fedakarlık yapanın takdir edilmesinin, saygı görmesinin normalleşmesini istiyorum. Normalimizin sürekli anormalleşmesini istemiyorum ben. 

Meslek içi ihlallerinin denetiminin de cezasının da benim adıma yapılmasını istiyorum, ensesi kalınların keyfiyle değil. çevrenin, sağlığın, işçi güvenliğinin her toplantının son üç konusu olmak yerine, başlı başına toplantı gündemi olmasını istiyorum mesela. imza atmalara doyamadığımız; ama uygulamadığımız uluslararası standartların hayata geçmesini istiyorum. mesela bir zahmet veri tutulmadığı için, Türkiye'de hiç iş kazası yokmuş gibi görünmesini istemiyorum. Zamanında tersanelerde kum torbası yerine kullanılan işçilerin ölümünün alnımızın en kara lekesi olarak kalmasını, maden işçilerinin ölümünün kömürden kara olmasını istiyorum. ben unutsam da, siz unutsanız da, orada birilerinin tek işinin hesap sormak ve hesap vermek olduğunu bilmek istiyorum.

Yetkililerin zafiyetler karşısında kendilerini ve kurumlarını değil, öleni, arkada kalanı, vatandaşın hakkını korumasını istiyorum. Selde, depremde benimle alay etmeyi bırakıp işini yapsın istiyorum. İşi nasıl yapacağını bilmiyorsa, yüzünü kızartıp, bunu kabul edip, hemen bir bilene sorsun istiyorum. kendi inadı ve egosunun insan hayatının üstüne çıkmasını istemiyorum. acil durum planı olmayanların, her günü her şeyin normal geçeceğine güvenerek yaşayanların görevden alınmasını ve hatta "halk güvenliğini tehlikeye atmak ve görevi kötüye kullanmak"tan yargılanmasını istiyorum.

birilerinin kimliğinin sürekli afişe edilmesini, dilinin, dininin, cinsel yöneliminin, avaz avaz bağırılmasını istemiyorum. bireyin de kurumların da sürekli bir hak ihlaliyle boğuşmasını istemiyorum. birilerinin eşitlerden daha eşit, birilerinin de eşitlerden daha aşağı olmasını istemiyorum. görünmez ama bilinir hiyerarşiler istemiyorum. barıştan korkulmasın istiyorum, barışabileceğimize inanabilelim istiyorum. ne olduğunu bildiğimiz bu ülkenin, birilerinin en faşo hayallerine uydurulsun diye şekilden şekle sokulmasını istemiyorum. insanın insandan korkmadığı bir denge istiyorum. ölmenin o kadar kolay olmadığı, yaşamanın, mücadelenin en yüce değer olduğu bir ülke istiyorum.

denizin, ormanın, sulak alanın, kurak alanın, bozkırın, makinin, her türlü yaşamalanının rantiye olarak görülmesini istemiyorum. bu ülkenin 2 boyutlu bir haritadan ibaret olmadığını, 3 boyutlu bir doğaya sahip olduğunu sindirelim istiyorum. Avrupanın en fazla endemik türüne sahip olan bir ülkede 4 bin tane baraj projesinin planlanmasının, plansız bir histeri olduğunun kabul edilmesini istiyorum. çevreden bahsedince manisa tarzanı muamelesi görmek istemiyorum. hani hıristiyanlıkta 7 günah vardır ya, işte ülke yönetiminde de o 7 günahtan azıcık korkulsun istiyorum. sokak köpeklerini düzenli olarak zehirleyen belediyelerin "yetkili"lerinin partilerinden ihraç edilmesini istiyorum. pet shoplar kapatılsın, barınaklardaki hayvanlara ev bulunsun istiyorum.

şehrin benim olmasını istiyorum, parkın, sahil yolunun, yürüyüş alanlarının. çocuk parklarının paslı tenekelerle dolu tetonoz abideleri değil, mesela zemini yumuşak betonla kaplı, ahşap, çocuklara faydalı yerler olmasını istiyorum. şehrin yüzme havuzlarının, spor tesislerinin olmasını istiyorum. olamadığı yerlerde de bari kaldırımları ispark otopark olarak işletmesin istiyorum. anadolu şehirlerindeki nüfusun büyük şehre sanki rüya alemiymiş gibi imrenmesinin bitebilmesini istiyorum, kültür, sanat, çevre, spor konularında bir minimumun her yerde sağlanmasını istiyorum. Yaşadığı yeri sevebilen kişinin sahipleneceğini de bilen yerel yönetimler istiyorum. parayı nereye harcıyorsa, ne planlıyorsa, tek tek anlatsın, hesap versin istiyorum. la hey'deki ilçe belediyesi yıl sonu bütçesi artı verince yaşayanlara "park mı yapalım, x y z mi yapalım?" diye sordu, oy birliğiyle çocuk parkı yenilendi. bu kadar basit bir katılımcılığın bize çok görülmemesini istiyorum.

kamu da özel sektör de, işini ehliyle yapsın istiyorum. Turisti görünce masayı silen esnafın, yerli müşterisine burun kıvırmamasını istiyorum mesela. her türlü aksilikte "aman bizim halka müstehak! böyle pisler, vandallar!" demek yerine, en iyisinin verilmesini istiyorum. turisti de yolunacak kaz değil, insan görsün istiyorum. çalışanın en iyiye layık olduğunu düşünmesini, kendisi için de her türlü hakkı savunmasını, gelen müşteriye de böylece saygı duyabilmesini istiyorum. insanların işlerinden nefret etmeyeceği bir sosyal devlet istiyorum. kendi emeğine saygı duyabilme hakkımı istiyorum. engellinin, kadının çalışabilme hakkını hepimiz dert edelim istiyorum.

her konuda, her fırsatta ikilik yaşamak yerine, uzlaşma kültürü istiyorum. birbirimizin gözünü oymamanın daha büyük bir fayda yaratmasını istiyorum. trafikte delirmeyelim tabii; ama birbirimize girmek yerine belediyeden ulaştırma için daha iyi hizmet talep edebilelim istiyorum. söylenmek yerine harekete geçebilelim istiyorum. devlete en sade soruları bile sormaktan korkup sonra her fırsatta yanındakine hırlayan manyaklar olmayalım istiyorum.

insanlar istediğini sevsin, istediğiyle yaşasın istiyorum. eşcinsel çiftleri, transseksüelleri taşlayan vatandaşın da memurun da o kızgınlığı bir zahmet  pedofillere göstermesini istiyorum. Sorunu sadece bir "kadın" sorunu olarak değil, "ataerkil düzen" sorunu olarak görebilen yetkililer istiyorum. kadının sadece ana veya sadece çocuk olmadığı bir sistem istiyorum. 5 kadından 4'ünün ev kadını olmasının bize utanç vermesini istiyorum. taciz şikayetiyle polise gidince, polisin önce saatine bakıp bana "ama geç saatte dışardasın" imasında bulunmaya cüret edebilmesini istemiyorum. birbirini sevenlerin öpüşmesinden korkmak yerine, etrafındaki kadınlara hayatı dar eden manyakların "psikolojik işkence"den ceza almasını ve hayatı boyunca gözetimde tutulmasını istiyorum. çocuklara cinselliği tü kaka, sevgiyi ayıp diye anlatmak yerine, olası tacizler karşısında susmamayı, bedenlerini sevmeyi, ona sahip çıkmayı öğretelim istiyorum. 

çocukların bizim oyuncaklarımız değil, TC vatandaşı bireyler olduğunu fark edelim istiyorum.  sadece temiz, uslu ve akıllı çocuklar değil, tüm çocuklar sevilsin istiyorum. tinerci çocuklara canavar gibi bakılmasın istiyorum. mesela şam fıstığı kırmak için parmakları unufak olan minikler istemiyorum. pamuk tarlasından koca yatağına giden minikler istemiyorum. gözünün içine bakabileceğim çocuklar, gençler istiyorum ben; gülümsemeyi unutmamış insanlar.

çok basit şeylerin, hayattan zevk almanın, geleceğe güvenle bakmanın, kendine vakit ayırmanın, basit reklam metinlerindan fazlası olmasını istiyorum. kör kurşunla, seken kurşunla, ay pardon yanlışlıkla, çukura düşerek, kuyuya düşerek, alt geçitte selde boğularak, düğünde vurularak, çalışırken veya tatildeyken, ölüvermek istemiyorum ben.

bu kadar kolay ölemeyelim istiyorum. şuncacık hayatımızı çok sevebilelim, sevmekten utanmayalım, sevgimize, varlığımıza, emeğimize saygı duyulsun istiyorum.

*
başka şeyler de var tabii.
çok şey istemediğimi de biliyorum; ama bunları istedikçe aldıklarıma bakıyorum, bakmaktan yoruluyorum.

21 Kasım 2011 Pazartesi

...and we're back!

aay ay bu blog bu kadar ara verildiğini görür müydü yahu? sanırım bir ilk. galiba iki parça halinde yazmalıyım? neyse, başlayayım, uzasın gitsin. siz bölerek okursunuz.

- intronun sonu, derin nefes -

neyse, gittim, geldik. ne güzel oldu.

bayram tatili sonunda londra'yla ilişkimin temeli: saygı. korku değil. "çok pis döver" gibi değil de, "çok pis bozar" gibi. hani haydarpaşa merdivenlerinde "seni yenecem istanbul!" dersin de, mesela liverpool street station'da bunu yapsan akabinde "hohoho" diye bi kahkaha patlar gibi. ne bileyim, simpson severler için: bart'tan değil, lisa'dan çekinmek gibi.

o british museum var ya, there's nothing british in it. kimse bana "ama döönnyaaa tarihini eeepimize ücretsiz sergiliyollaa!!" demesin. versin efendim o zaman tur paketlerinin, hediyelik eşyaların parasını! 19. yy sonunda ne halde olduğunu bildiğimiz osmanlının, ingiltereye kafa tutamaması da cahillikle falan açıklanmasın rica ederim. orası çok güzel düzenlenmiş, harika işletilen, örnek bir talanhane.

tapınak vardı orda. koca tapınak. nereid tapınağı. arkasında mesela zakkumlar, lacivertler, begonviller olacak bir tapınak, rüzgarsız, iyotsuz bir odada hapis tutuluyor. biliyoruz bunları, yeni değil; ama peşpeşe görmek dehşete düşürdü beni. karakalem resmini çizen öğrencilere "arkasına deniz filan yapın nolur" diyecektim, yaşlanıyorum heralde, bi şi demedim.
didimden giden heykeller, knidos, bodrumun güzelim mausoleum'u, likya, xanthos, her yer, her şey. yunanistanın parthenon davasıyla ilgili "yunanistan ne istiyor? müzemiz ne diyor?" bilgilendirmesi vardı. istediğini anlatsın, hikaye. minicik ilkokul çocuklarının müthiş bir zevk ve disiplinle resmini çizmeyi denediği her şey, HER ŞEY akdenizin. her şey lacivert ve tuzlu olmalı aslında, gri ve yağmurlu değil. 1 salonluk kuzey-batı avrupa dışında her şey.

hayvanat bahçesi gibi bir şey o müze; içinde zorla tutulanlar hayvan değil mermer heykel, o kadar. dünya mirasını yemişim, yok böyle bir yalan, talan! iç acıtıyor. afrika bölümünü gezerken, bir vitrin dolusu maske vardı. bir tanesi de "beyaz turist maskesi". bildiğiniz, panama şapkalı, hafif kilolu ve sırıtan, vasat amerikalı turist; ama 19. yy'dan. ahşaptan oyma bir maske. bu fotoğraftan tam belli değil. uzun uzun oturdum karşısında, güler misin ağlar mısın?  beyaz adam, törenlerde bir karakter.

neyse, müzenin tamamını gezip bacak ağrısıyla kıvrandıktan sonra, yürüyüş hakkımı şehre ayırmaya karar verdim, başka müzeye gitmedim ve tabii ki 8 günü ingiltereye söverek geçirmedim. oyster sayesinde dön dolaş. piccadilly, soho, portobello, brick lane, thames, columbia market ve ve ve diğerleri. bu arada arkadaşlarla buluşmaca bile sıkıştırdık ki bence çok güzel oldu. buckingham'dan gelen süvarilerin geçidini bile gördüm adamım, kraliçenin de tahttaki 60.yılı, jübilesiydi. daha nolsun? londra, bizim olabilir, olsundur.

- birinci bölümün sonu, çay ve ihtiyaç molası -

müzesi içimi buruşturup atmış olsa da, londra, canımız. bir kere, kaldırım neymiş öğrendim. bizimkiler kaldırım değil, yol tırtığı. yayalar olarak arabalardan tırtıkladığımız ve yerden yükseltebildiğimiz kısımlara kaldırım diyoruz ya, aslında öyle diilmiş o. bir tek arabanın bile işgal etmediği, 4 kişinin yanyana yürüyebildiği, düzgün taşların döşendiği bir şeymiş kaldırım. inanmazsınız, bebek arabası, tekerlekli sandalye filan da gidebiliyor üstünde. çok enteresan bir şey. bi an için sanki yaya olarak varılma hakkınız bile oluyor. yaya geçitlerinin de yoldaki zarif zebra desenlerinden fazlası olması, iç gıcıklatıcı. çılgın ingilizler.

bir de efendim, vatandaş-kamu ilişkisi. bir garip, bir tuhaf. nerdeyse bizimkinin güzelliğinden şüphe edecektim. mesela kraliçe victoria'nın parkı var, tamamı tellerle çevrilmiş, 2012 olimpiyatları için süsleniyor. şimdi öyle bir tel olsa burda, üstünde ne yazar? "yenileme çalışması- girmek yasaktır!" filan, di mi? buradaki versiyon şu:
"hepimizin çok sevdiği yapay gölü şimdilik kuruttuk, temizleyip yeniden doldurup içine balıkları getireceğiz. kurutttuktan sonra çıkan atık toprağı da ilerideki alanda saklıyoruz, uygun bir şekilde bertaraf edeceğiz. hepsi bittikten sonra parkın bu bölümü aşağıdaki canlandırma resmindeki gibi olacak" - AÇIKLAMA!
höt zöt değil, resmen izahat! ayrıca "yapılmaktadır- edilmektedir" tipi bir soğuk savaş emir-komuta zinciri diliyle değil, "biz" diyerek, samimi bir şekilde. dünyam şaştı.

"sen anlamazsın, uzak dur salak!" değil, uzun bir hesap veriş; çünkü o park, vatandaşın. çünkü o parkı tellerle çeviren kamu birimi, vatandaşı o göl etrafında dolaşmaktan alıkoymuş gibi hissediyor kendini, açıklıyor: sizin için, bunu şunu yapıyorum. park, belediyenin, valiliğin adım basmamıza izin verdiği özel mülkü değil yani, bildiğiniz vatandaşın alanı. devlet, vatandaşa bu kadar basit bir şey için bile 4 paragraf izahat verebiliyor işte canım blog. sen daha otur, vatandaş ne, devlet kim, kamusal alan filan. "kamu"sal alan budur işte: park. o parkın, öncelikle benim oluşu, benim bile olabilişi.

hyde park'ın umumi tuvaletini ayrıca yazmam lazım. bugün, benim diyen restoran bu kadar temiz değil istanbulda. adamlar neyi nasıl ve ne hızla temizliyor bilmiyorum, en kalabalık metro ve otobüs duraklarının dibinde ve hyde park'a bağlı tuvaletin hem kadın hem erkek bölümü az önce kullanıma açılmış gibi temizdi, sıcak su akıyordu, el kurutma makinesinin enerji verimliliği konusunda yine uzun bir izahat vardı. fotoğrafını çekmediğime yanarım. sabiha gökçen havaalanı ise sabah 8de bile kokan ve girilmez halde olan kabinleri için "ah bizim insanımız pis işte, ondan bu rezillikte tuvaletler!" demenin ötesine geçmiyor mesela. yoksa hyde park'a hep lordlar ve düşesler gidiyor, İSG yönetimi haklı. bu vesileyle söyleyeyim, "bizim insanımız pis" kadar aşağılık bir savunmayı bana yapan yetkiliyle sabah güneşi eşliğinde kavga ettik.

londra derken: sonra mesela en alakasız otobüs durağında bile oradan geçen hatların her bilgisinin yer alması, bilgi kağıdı olmayan panoda ise "bu metni okuduğunuza göre bilgilendirme yazısı yok demektir. lütfen hemen xxx nolu telefonu arayın, nerde olduğunuzu söyleyin, telafi etmemize izin verin. elimizden geleni yapıyoruz, sizlerin desteğiyle daha iyisini yapacağız. teşekkürler." yazması. ben de işte böyle "aaa vatandaşlık demek böyle bi şiiiii...." diye aval aval dolandım.

bunun dışında, yılbaşı vitrinleri, bonfire neşesi, müzikaller, kabareler, bira bira bira efendim. bir de en bi havalı doğumgünü hediyelerim. 8 gün azdı; ama dolu bir girizgahtı. üstelik, londra en güzel haliyle 2 kişilikti.

- ikinci bölümün sonu, ana öğün yenebilir-

sonracığıma, istanbula geldiğim gibi ertesi gün yine gittim: cannes. 2 gün boyunca en bir angarya şekilde çalıştım ama bi yandan da her türlü deniz ürününü yedim, isilik dökmekten korksam da bir şey olmadı. salyangoz güzel bir şeymiş, çekirdek gibi yenebiliyormuş. 2 michelin yıldızlı aşçı yemeği bile denedim; ayrıca fiyatları da öyle uçuk değildi. sağolsun şef yemekten sonra bize mutfağı ve köşkünü gezdirdi. 

cannes'da hava çok güzel ve güneşliydi efendim, gerçi ben vampir gibiydim ama camdan bakınca güzel görünüyodu. yine de işte, anılarım genelde akşam yemeğiyle ilgili. bu arada çok yakınımdaki mariage freres mağazasını gördüğümde çoktan kapanmış olması, hüzünlü bir tesadüf. neyse efendim özetle cannes, lüks ve şaşaa içinde yaşayıp gidiyor.

dönüş yolunda air france ve CDG kardeşlere doya doya söverek, aktarmalı iç hat rötarı yüzünden istanbul uçağını kaçırıp 6 saat pariste havaalanı kuşluğu yaptık; gerçi la durée'li bir havaalanı ve yedi adet dekorasyon-tasarım dergisi ile vakit beklenenden hızlı geçti. sonra bi saat daha rötar. 

sıfır uyku ve istanbul, ev, 2 saat uyku ve ankara. uçuşumu iptal edip yarım saat sonrasına bilet kesen; ama bana bilgi vermeye gerekli görmeyen sevgili thy, o yorgunluğun üstüne tuz biber oldu. tam 24 saati yolda geçirerek kendimden ve oturmaktan sıkıldım. zaten paris-istanbul uçağında bi ara koridorda koşmayı bile düşündüm, onun yerine şarap içtim.
yine de yollar güzeldir ve kitaplarlarlar okunur. şikayetim bel ağrısından, başka şey değil.

- üçüncü bölümün sonu, yemek üstüne bi kahve fena olmaz -

esenboğa havaalanının kazuletliği beni üzüyor. çok "şık" olabilir; ama batılılaşmanın şapka takarak olmadığını geçen yüzyıl öğrenmiştik sevgili dostlar. ödül de almış olabilir, her 5 kişiden 4'ü ödüllü zaten. ben mekanın kullanım kolaylığına takılmış durumdayım. yıl 2011, çok şükür işinin ehli tabelacılar var. tam çıkışa gelmişken "otobüs biletinizi almadan çıkmayın!"ı minicik yazmak, bilet satışını dingil bir şekilde sigara büfesinden yapmak; ama bunu hiçbir tabelayla izah etmemek, yönlendirme koymamak, büfede bile bir "bilet burda" ibaresinin olmayışı "ankaraya sadece ankaralılar gelir hemşerim!"den başka bir şey değil. her şeyi infoya sormak, sormak, sormak. o zaman ödülünü de ingilizce tanıtmayıver.

bileti alıp dışarı çıkınca koca esenboğa-kızılay ego hattının durağının olmaması, durağı gösteren şeyin üzerinde, 10 punto times new roman ile yazılmış, "DUYURU! sayın yolcularımız, lay lay lay hepsi türkçe bir metin bu" yazılı bir A4 olması- AAGH yani. sabah 7.30 itibariyle otobüsü beklerken "VICTORIAAA!" diye bağırmak istedim, sesim çıkmadı. 

içim şişiyor böyle beceriksizliklerden. hoş bu beceriksizlik bile değil - umursamazlık. o yüzden de çok büyük bir terbiyesizlik. ayrıca otobüste bilet satışı kaldırıldı diye, elinde 3 bavul ve bebek arabasıyla binen çifte "içeri girip alıcan, 20 dakika sonrakine binicen" diye şoförün arsızlığı, inanılmazdı. gardiyan gibi, bekçi gibi, o da "devlet!" işte. hepimizden çok. normalde bir şoför bunu söyleyemez. "sonraki otobüse 20 dakika var" diyebilir, hatta uygulama değişikliği ile ilgili bilgilendirme yapılmadığı için özür de dileyebilir mesela; ama "20 dakika sonrakine binicen, in şimdi!" diyemez. ama o otobüs belediyenin olduğu için, hepimiz melihiz tabii, diyebilir ve netekim- diyor canım ülkem. o otobüste buna takılan sadece 2 kişiydik.

- sonsöz-

neyse, ankara, ev, geçmiş olsunlar, sağlık olsunlar, sevmek güzel şey. 2 gün ne dolu, ne doyurucu geçti,öncesinde de londrayla ne güzel tanıştım! şimdi odamda 3 ayrı bavul, tuhaf eşya yığınları ve toz var. döne döne temizleyecek olmaya üşenmiyorum bile, tören gibi yapıcam sanırım. bu sabah da ofise saat 7de geldim, olsun varsın. 2 kadranlı saatimi aynı ülkeye ayarlamak, bambaşka.

devamı vardır belki; ama şu an, budur.

3 Kasım 2011 Perşembe

44


 bu hafta bitince yola çıkacağım; kavuşmalara. ben bu yola çıkmayı çok bekledim. çok güzel bir 8 gün geçireceğim. tatil değil bu, daha fazlası. şehir haritalarınca bir bekleyiş, başka bir şey, tarifi zor. hem ihtiyaç hem başlangıç bu. ilk. iğne oyasının başlangıç ilmeği gibi. çok yabancı olana merak değil, çok tanıdık olana hasret. hani film fragmanlarında "bu tatil zamanı...her şey farklı olacak..." der ya boğuk bir ses, ondan sonrası.

şu yukarıdaki fotoğrafa bakıyorum günlerdir. pek güzel; ama aslında beni çok heyecanlandırmıyor. beni heyecanlandıran şeyi buradan bakınca göz seçmez, orada bir ufak nokta. bir ufak nokta, bir koca dünya. yoksa ışıklı bir şehir, istanbul veya paris veya londra veya tokyo veya buenos aires, zaten güzeldir. bu şehre bakınca beni heyecanlandıran şey, bu fotoğraftaki güzelliği değil.

bu kadar işte.

31 Ekim 2011 Pazartesi

ayak

13 yaşındayken, benim ne yiyeceğime bile büyük oranda hâlâ annem karar verirdi, hür irademle gidip kabak, karnıbahar, bakla filan yemeyeceğim için, hani bari boğazımdan sebze geçsin diye çorba yapardı mesela. 13 yaşındayken ben, vücudum bir süreliğine benim değildi, öncesi-sonrası fotoğraflarının geçiş dönemindeydim tam da. bir şeye doğru büyüyor muydum, değişiyor muydum, neyse artık, pek bir emanet gelirdi bana. koca koca sınavlara girip çıkmıştım; ama yine de taşındığım şehre alışamamıştım. ben 13 yaşındayken en çok yeni arkadaşlarımı sevmiştim, bir şehri özlüyorum diye ağlamayı nihayet kesmiştim. ben 13ken kardeşim vardı, 5 yaşındaydı ve benim canlı oyuncağımdı. ne bileyim, ben 13 yaşındayken mesela, günlüğüm vardı, harıl harıl yazdığım.

"bundan bize ne?" diyeceksiniz; çünkü o kadar sıradan. ben 13 yaşımdayken, babam veya dedem yaşındaki 26 adamın tecavüzüne uğramadım. aynı 26 kişi bi heves bu suçu örtbas etmediler. sonra bu saldırı için yine babam ve dedem yaşındakiler "bu senin suçun, sen istedin, sen yaptın ve hatta masum adamların başını yakıp yaptırdın" demediler. suçlular için en düşük cezay vermek için yarışmadılar. bunlar olsaydı, ben heralde bunu duyduktan sonrasını düşünmezdim. biterdi. "benim en guzel cocuklugumu ahmak bir ayak ezdi" demiş ya asaf halet çelebi, ezilir giderdi en güzel çocukluğum.

bak işte N.Ç'ninkini ne ahmak ayaklar, ne kolaylıkla, nasıl da hiç utanmadan eziverdiler. neleri bitiriverdiler gencecik bir ruhun içinde.  o öncesi-sonrası geçişinin arafındayken tarumar ettikleri bedenini iyi edeceklerine, bir de ruhunu, aklını, içindeki umudu kuruttular, ezip geçtiler. kim ne hakla, onlarca adi herif uçkurunun cezasını az çekecek diye, gencecik bir ruhun elinden geleceğini alır ki? her tecavüz mağdurunun zaten "ben mi sebep oldum?" diye kendini yediği psikoloji 101 düzeyinde bir bilgiyken, küçücük bir kız çocuğunu neden kör kuyulara atar ki insan? nasıl yapar? nasıl kıyar da sonra akşamına aile sofrasına oturup mesela içli köfte yer, ayran içer, maç seyredip uykuya yatar? nasıl devam edebilir günleri?

ne bekliyorlar ki o kızdan? bu haksızlığa hırslanıp avukat olmaya, savcı olmaya, hakim olmaya, polis olmaya, adli tıp doktoru olmaya filan mı karar vermeli, manşetlere çıkmak için? n.ç., o güzel adından utanmamak için, adını açıkça yazma hakkı kazanabilmek için, olan bitene ağlamayıp hırslı bir kahramanlık hikayesine mi başlamalı? manşetlerde, "başkalarının canı yanmasın diye x-y-z olacak!" yazıp böhür böhür ağlamalı mı medyacığım? hangi bir ikiyüzlülüğe malzeme edilmeli?

şimdi siz aynı yargıya güvenin, adalet dağıtsın depremde ölenlere, parası iç edilenlere, kanı yerde kalanlara. o mahkemeler ki sadece ahmak birer ayak benim için artık. pis, kokulu ve ahmak ayaklar.

29 Ekim 2011 Cumartesi

röt

iki koli yapabildim. içine birer ikişer koyabildiğim her şeyden, oraya tonlarca lazım. 1999 haberlerini taradım biraz, o zaman ne gerekmiş diye. malum, hiçbir şey değişmiyor. kızılay sağolsun "doğru koli nasıl olmalı"yı depremden 5 gün sonra tv'den duyurdu (hatta başkan ayar verdi); ama hala websitelerinde filan yer almıyor. bize zaten hep öğretirler böyle incelikleri, benim öğrenmemiş olmam hata. dün ece temelkuran "tuhaf gelebilir ama çöp torbası lazım" yazmış. battal boy çöp torbası da koymuştum ben; en kötü ihtimal yırtılır, naylon örtü olur diye. akıl etmeme sevindim, 10 poşet kime neye yetecekse? neyse işte, yaptığım koliye baktım, baktıkça utandım azlığından. hani buraya yazıyorsam da, o azlık hissinden ve kızılay başkanının rötarına sinirimdendir.

sonra maliye bakanını dinledim. deprem vergileriyle yol-su-elektrik hizmeti getirdiklerine göre, yol-su-elektrik için ödediğimiz vergilerle ne yapıyorlar? hoş, zaten nerden çıkardık ki depreme harcanacağını? vergilerin hepsi bir büyük havuza gidiyor. özel isimler ve amaçlara göre toplasalar bile, hepsi aynı kocaman vergi havuzuna akıyor. çöp verginizin de çöp toplamakla bir ilgisi yok mesela. neyse işte, "haa desene yol su elektrik diye, biz de şeettiniz sandık, çok pardon" dedim 74 milyon adına. malum, artık hepimizin duble yolu, hep akan suyu, hiç kesilmeyen elektriği, tam kapsamlı okulları ve hastaneleri var. bizim vefasızlığımız.

bu arada, van normal şartlarda en yüksek "yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfus"a sahip şehirlerden. türkiye kıyaslamalı değil, kendi bölgesi içinde dahi böyle bu. depremde, ellerinde olmayanı kaybettiler. o yüzden rica ederim, dünyası başına yıkılmıştan metanet beklemeyelim. her felakete uğrayan melaike değil ve karaborsa afet bölgesinde oluşan ilk örgüttür, biliyorum. ama ben biliyorsam, bu devlet de bilmeli. vatandaşını aklıselime ve metanete davet etmeyip, gerekli önlemi almalı. biz de bunu talep etmeliyiz, çünkü istanbul, ankara veya izmirin de başına bambaşka şeyler gelmeyecek. yalovada, gölcükte, japon usulü tek sıra, uslu dağıtımlar mı yapıldı sanıyorsunuz? çocuğunun gözü parktaki kum havuzundan mikrop kapsa belediyeye şikayet edenlerin, bir afette kendilerine içecek su bile ulaşmayacağını idrak etmesi artık şart. üstelik bence, elinde yokken kaybedenlerin aksine, elinde varken kaybedenler, çok daha vahşileşebiliyor. aklınızda olsun.

biliyor musunuz, vanda kaymakamlık deprem molozlarının atılacağı yere bir türlü karar veremeyip, "göle dökün" demiş. diyebilmiş. o kaymakamın van'la olan ilişkisi, van'a da, vanlı'ya da saygısı bu kadar işte. istedikleri açıklamayı yapsınlar, van gölünün şekli değişmeye başlamış. bu cüret aklımı alıyor başımdan. tabii ben bunları dert ederken birilerinin "ama afet zamanı kamu yararı için rerörö" demesi çok doğal, çünkü kamu yararı insanın işine geleni giymesidir.

...ve daha bir sürü şey. yazmıştım, sildim. yazdıktan sonra aslında ne demek istediğimi izah edecek takatim olmadığı için risk almıyorum. modern zamanlarda, dıp dı dıp.  hem, anne evindeyim, hiç uğraşamayacağım.

*
bunun dışında, kişisel alemimden mini notlarla, ben nihayet: londra. ve hatta bonfire night. ben sonra devamında tombaladan, cannes. 2011 demek, leyleklere inanmak, bir de sağlık melekleri, sağlık dilekleri.

23 Ekim 2011 Pazar

baaaarrrııııııışşşşşş

bu ülke, "zorunlu askerliği neredeyse bir yüzyıldır deniyoruz, 40 yıldır da yerdeki kan kurumadı. bir de kaldırmayı deneyelim" dediğinde, güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler. erkekliği askerlikten, türklüğü bile askerlikten tarif etmeyi bıraktığımızda, yepyeni kapılar açılacak, en güneşli, barış dolu kapılar. ne güzel demiş vakti zamanında ufacık bir kız çocuğu, ona savaşı anlatan babasına:
"suppose they gave a war and nobody came". 
biz de koşarak gitmeyelim artık her savaş çığlığına.

maç spikeri gibi ölü sayısı takip eden ve her yangına körükle gidenlere, "bir ülkenin vatandaşlarının ölmeyi ve öldürmeyi seçmeme hakkı da vardır" diyebilmeli bu devlet, artık demeli. zorunlu askerlik ve vicdani ret sebebiyle aldığımız uluslararası cezaları, uyarıları filan da okuyabilmeliyiz gazetelerde. gizlenmemeli bu geri kalmışlığımız, ölüme mahkumiyetimiz. bu kör horoz hallerimiz bitmeli. 

marşlarla yolunu gözlediğimiz medeniyet, barışla gelecek; ölerek, öldürerek değil. vatana hizmeti sağken, sapasağlamken de yapabiliriz, illa cenazelerimizle değil. ölmeden neler yapabildiğimizi düşünmeliyiz artık, ölerek değil. öldürmekle övünmeyi bırakıp, sıkıyosa bir zahmet, 40 yıldır beceremediğimiz barışı getirmeliyiz.

silah altında ölme ihtimali olmayan biz kadınlar, ülkenin bir koca yarısı, bu konuda ağzımızı açtığımızda "aman sen askere mi gidiyosun sanki!" diye aşağılanarak susturulmamalıyız artık, vatandaşlık silahla tariflenmemeli. bu konuda konuşurken, askere gitmeyişimiz utanç vermemeli, tuzukuru hanfendilerin romantik düşleri olmamalı söylediklerimiz.

çok basit bir denklemi yeniden yazdı geçenlerde pınar öğünç: ben bu ülkenin vatandaşıysam, barışı devletten, hükümetten beklerim, "dağdaki terörist"ten değil. beni duyması gereken devlettir. neyi nasıl çözeceğini düşünmesi gereken, ölümler karışsında kükremeyi bırakıp özür dilemesi gereken devlettir. vatandaşın öncelikli muhatabı devlettir; çünkü devlet vatandaşa karşı birinci dereceden sorumludur. çok basit; ama unutturuldu bize: bizim muhatabımız devlettir. bana karşı barış borcu olan, devlettir. vergimi, emeğimi, benliğimi, aklımı fikrimi sahiplenen devlet, bu kadarından sorumludur.

hani askerlik vatani görev ya, vatandaşın zorunlu hizmeti ya, artık sıra vatandaşın haklarına da gelmeli. ölmeme, öldürmeme, barış içinde yaşama hakkına. görevlerimizi ziyadesiyle ezberledik, biliyoruz, sıra haklarımızı hatırlamaya gelsin. şu  pek bi kolay olan, "şartlar olgunlaşsa" hemen geliverecek olan; ama niyeyse beceremediğimiz barışı getirmek için çabalayalım azıcık. bakalım sandığımız kadar kolay mıymış? belki de ülkece en zor görevimiz barıştır, haberimiz mi var? tüm görev ve sorumluluklarımız arasında barış, sahiden bu kadar ihmal edilebilir bir şey midir? hakkımız olan için sorumluluk almak, belki artık bu lazımdır bize?

22 Ekim 2011 Cumartesi

evet dedi, çok mutlu

efendiiiim, ortaköyde biricik dostum gözdeciğimle dalgalarla ıslanmadan boğazı seyrediyoduk. malum, boğaz köprüsü artık old school media player gibi bir şey, renkli çubuklar inip çıkıyor, dalgalar halinde ışık geçitleri, görsel bir şölen, maviler sarıya, sarılar kırmızıya filan dönüyor. ister istemez dikkat çekiyor. sonra köprünün alt kısmında 2...3... gibi yeşil renkli lazerle tutulan bazı sayılar gördük. derken "olgu" yazdı. olgu dershanesine gitmiştim ben ilkokul 5. sınıfta, onu hatırladım. birlikte gitmişiz, hatta. neyse, "kızımız olgu'nun doğumgünü mü yoksa evlenme teklifi mi geliyor?" diye düşünerek, çay içen diğer ortaköy sakinleriyle birlikte beklemeye başladık.

hop -"seni çok seviyorum her şeyim" yazdı! dalgalı deniz yüzünden arada kaymalar olsa da, sonra "olgu ve arda" parladı. evlenme teklifi adım adım! sonra pat: "benimle evlenir misin?" yazdı. tam kendi kendimize "ayy durum raporu versinler bari" derken,  lazer "olgu evet dedi, arda çok mutlu!" yazdı, uçan kalpler filan. resmen şahitlere raporlama. uzakta olduğumuz için alkış filan yapmadık tabii, insan bi zafer turu atar. sonra efendim, "arda çok mutlu" yazısı uzuuun bir süre tek başına kaldı, dans eden kalplerle. teknede ufak maytaplar filan yakıldı, o da hoş. sonra tekne mutluluğa dümen kırmak üzereyken bir anda, bu hizmeti veren firmanın websitesinin adresini ve telefonunu yansıttılar! modern zamanlarda dıp dı dıp - reklamlar! ayh, kötü bir kapanış. insanların bu kadar kıymetli bir gününde reklam telaşında olmak pek bir dıp dı dıp; ama belki onlar takılmamıştır.

neyse, olgu ve ardaya mutluluklar dileriz efendim. en azından köprüdeki ışık geçişlerini çamaşır makinesi seyreder gibi seyredişimize bir anlam kattılar. sonra da paket programda yer aldığı üzere, boğaz turlarına devam ettiler.

21 Ekim 2011 Cuma

palto

buna mı takıldın diyeceksiniz ama:
askerlerin cenazesinde bir fotoğraf: gül paltosuz- atkısız. bence, o acı ölümleri engelleyememiş bir devletin en üst düzey temsilcisinin kıyafeti bu olmalı. o annelerin, ailelerin karşısında bir zahmet takım elbisesiyle durmalı.

başbakan erdoğan'sa, soğuktan nasıl sımsıkı koruyor kendini, atkısı var, paltosu var. üşümemeli. orada ciğeri yananların yanında, o nezle bile olmamalı. burnu akmamalı mesela. hatta bakın bir fotoğraf daha buldum, bir tek o paltolu. o öyle üşümedikçe, o öyle bir görevi yıllardır yürütüp yine de bir cenaze süresince bile üşümeye gelemedikçe, ben sinire kesiyorum.

azıcık samimiyet yahu. azıcık sorumluluk almak, azıcık yerini, haddini bilmek, azıcık kendinden başkasını düşünmek lazım. o ailelerin yerinde olsam, sanırım o paltoyu, o atkıyı, o taranmış saçları dağıtmak için atlardım üstüne, tutamazdım. kusura bakmasınlar.

bugünün, bunca günün, bunca yılın üstüne, bence bu palto her şeyin özetidir. böyle bir fotoğraf görünce beynime bir sürü şey üşüşüyor:

bir operasyonda askerler ölür, karşı operasyonda dağdakiler ölür. herkes, hemen ölüverir, ölebilir. bir anda on, yirmi, kırk, seksen. sayılar, sayılar insan değil. oysa onların da vardır elbet, yün atlet giydiren anneleri, atkı ören sevdikleri. burnu akınca nane limon kaynatan birileri. ölümlere karşılık ölümlere acıkanlar kadar, onların da vardır sevenleri, hayalleri. 35 yıldır, taş çatlasa 35'inde olan binlerce insanı bu kadar "ölebilir" görmeyen birileri vardır elbet. "bizden misiniz, onlardan mı?" demeden önce, "barış" diyebilenler kalmıştır illa ki.


anneannem hep "allah soğukla terbiye etmesin" der; çünkü fena terbiye eder soğuk. üşümek, iliklerince üşümek, bazen en iyi terbiyedir. bilmem belki de ölümün soğukluğuna yaklaştığı içindir. hani belki, cenazelerde biraz üşümek gerekiyordur?

bir de, gogol'un muhteşem bir öyküsü var "palto" diye. Akakiy'in hayaleti geri döner de paltolarına yapışır kasabadakilerin. başka bir sebepten elbet; ama işte aklıma geliyor, geliyor da gitmiyor. acaba başbakan hiç gogol okumuş mudur? kısa öyküler hem, okusa hemen biterdi. belki de bu cümlelerimi okusa, bana sinirlenmekten sonunu getirmezdi. başbakan hep sinirli gibi geliyor bana. hep kızgın; ama biz ona hiç kızamıyoruz.

sonra işte böyle bir anda, tek bir fotoğrafa takılıp kalıp, paltoyla, atkıyla kavga ediyorum ben. ölümlere, ölmelere karar verenlerin üşümeye gelmeyişine takılıyorum, takılıp kalıyorum. başbakan üşüsün istemem tabii, hâşâ. bana kalmadı zaten; bende kimin ne yapacağını veya acı çekip çekmeyeceğini belirleyecek güç ve yetki yok. birilerinde varsa bu güç, iyiye, güzele doğru kullanıyolardır, değil mi?

ah işte böyle fotoğraflarca geçen günler, blog.
ne güzel demiş orhan veli:
neler yapmadık şu vatan için!
kimimiz öldük;
kimimiz nutuk söyledik.

ne acı ki hâlâ böyle orhan'cığım.

20 Ekim 2011 Perşembe

salarha

internetin faydalarına inanan biriyim; özellikle de alternatif bilgi kaynakları ve hatta karşı-örgütlenmeler için. örgütlenme ne kadar illegal geliyor kulağa, yönetimler sağolsun. kendisi de bir örgüt olan bir siyasi parti, hükümet olunca "örgütlenme" işini suçla özdeşleştirdi. pek bi enteresan gelebilir; ama değil.

ben karadenizli pek tanımam. ailede 4. kuşak var, o kadar. inatlarını hepimiz biliriz, duyarız o ayrı. bence, bir insanın doğru bildiğinde diretmesi bambaşka bir beceri.

Rizeli Kazım Delal, ineğini sattı, o da yetmedi kredi çekti ve Salarha Vadisi'ne yapılacak HES'le mücadele ediyor. eminim ki o koca avukatlı, koca bütçeli şirketler bu adamın arkasında iç ve dış mihraklar olduğunu, en iyi ihtimalle "kandırıldığını" filan iddia edeceklerdir. o kadar paraya rağmen hala bu eski yöntem PR'la iş yapıyolar. PR'cılarını kovmamalarını anlamıyorum; ama işime geliyor. Çünkü paradan da emekten de anlamadıkları hemen belli oluyor böylece.

neyse, Kazım Amca'yı herkes okudu ve biz artık onunla tanıştık. şimdi, ona yardım etmek mümkün. çünkü "helal olsun" demenin bir adım ötesi, senin benim için, üşenmeyip hamlesini yapan, varını yoğunu ortaya koyan bir vatandaşa teşekkür edebilmek. destek olduğumuzu gösterebilmek. ne bileyim, bi zahmet bi bira az içmek.

kampanyaya çevrilmesin dendiği için, bu konuda özel bir rica olduğu için, size ff'den bir stream göstereceğim. okuyanlar, sabrı olanlar, işin özünü anlayacak. zaten mesele, sabır. üşenenler, zaten tahminen bu işin devamında harekete geçmeye de üşenecek. her şeyin bir tıkla dalga dalga yayıldığı şu sanal alemde, daldan dala RT edilecek veya paylaşılacak yeni bir link yaratmak istemedim. o yüzden, sabredenler okusun, bir kısmı zaten harekete de geçecektir.

ha bunu yapınca ne olacak? Kazım amca'dan şaşkın ve mahçup bir teşekkür alacaksınız tahminen. yetmez mi? yeter; çünkü işini yapmayan PR'cıların insafına bıraktıkları vicdanlarıyla karayı aklamaya çalışan şirketlerin aksine, onun sadece kocaman, berrak, rize ormanları gibi ferah bir kalbi var. ötesi de gerekmiyor zaten, daha n'olsun.

18 Ekim 2011 Salı

elbet bi zaman o da oldu

eveeet fotolar. efendim soldaki odamın manzarası. gündüz kötüydü, gecesini koydum. sağ taraf, otelin içindeki süsler. böyle bi 20 kat filan iniyolar aşağı. otel bi çember şeklinde, ortası boş. o boşluğa dev konfetiler dizmek yerine bi otel daha yapılabileceğine karar verdik. bi de bugün otel bana memnuniyet anketi yollamış, tabii ki "buz gibiydi beah!" diye çemkirdim; çünkü elin singapurlusu klima ayarı yapmayı öğrendiğinde bana madalya takacaklar.




raffles hotel, evet bu o. daha doğrusu, ön cephesinin bir kısmı diyelim.






maalesef ki diğer günlere dair pek fotoğraf yok; çünkü tüm gün kameraman cevat kelle gibi 2 makineyle gezince akşam sersemleyip odada unuttum hepsini. zaten olanlarda da ben kadrajda değilim, gugıl fotoğrafları gibi o yüzden. bi kısmını da koymaya üşeniyorum. olsun varsın, devam.

sentosadaki müzeden bi çocuk oyuncağı. bi nevi eski zaman barbie evi sanırım, tabii tek farkı kıymetli taş ve madenlerden yapılmış olması. minik rahip, kuşlar filan, barbie ve zen.

devam edelim efendim. sentosa island üzerinde, şu meşhur uydurmasyon yaratık, merlion heykelinin 37 metreliği filan mı ne var, bakınız aşağıda, solda. bu müzeden sonra bindiğimiz teleferikten bakınca ise ortadaki gibi görünüyor. benim yükseklik korkumu yendiğim an ise, en sağdaki fotoğraf. çekebildiğime şaştım. neyse, her yer şantiye memlekette. ağaoğlu singapurlu bile olabilir. denizi doldurup alengirli bina yapıyolar, bi tür örf adet anane ( şu fotoğraflar aynı boy değil ya, ne sinir bi şi oldu öyle).






sonraaa, dali sergisi. lady godiva, kelebekleriyle. dali'ye göre kelebek insanın ruhuymuş efendim ve ben lady godiva'yı pek severim. sağdaki de mum bacaklı fil, felsefi detaylarını bilemem. daha çok dali fotosu var ama bloga koymaya üşendim, uslu bi çocuk olursanız görebilirsiniz.



 *

bu sonbahar, evimin civarında 50den fazla leylek görmemin etkisinin bu kadar büyük ve hızlı olacağını sanmazdım; ama şu an ingiliz konsolosluğundaki pasaportum (umarım vizeyle!) geldiği gibi büyük bi hızla fransa konsolosluğuna gidecek. vize yetiştirme telaşından ölüyorum. uçaktan inip, 2 gün sonra yine uçucam filan. ne iş yaptığımı bilmesem havaya giricem, sahiden garip bi haller.

yine de biliyo musun blog, ben bu bavullarıma bakıp hala o tek ve aynı yere gidip orda kalmalarını istiyorum.
her şeyin başı sağlık ve ben bu yıl gördüğüm tüm leylekleri verip iyi bir sağlık haberi almayı tercih ederim.

2011'le tuhaf bi ilişkimiz var, o kesin.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker