12 Aralık 2011 Pazartesi

ikinci kat

daha önce yazdığımı sandığım şeyleri bazen yazmamış oluyorum. düşündüğüm her şeyi yazmadığımı ben bile unutuyorum be blog. neyse.

tiyatro güzel şey (haha cümleye bak! merhaba ben ilkokula gidiyorum!). devlet tiyatroları yorgunları için 0.2 ekibinin oyunlarını öneririm. henüz bir türlü dot'lanamamış bendeniz 2 oyun birden izlemiştim eylül ayı akşamlarında. daha önce niye yazmadığımı bile bilmiyorum, hatta yazmadığımı bile yeni fark ettim. heralde taslaklar dehlizimde duruyodur. neyse.

efendim ilk oyun limonata. on yüz bin yerde övgüleri olduğu için, ben tekrar yazmayayım. gugıldan bakın, azıcık çalışın, emek harcayın, di mi ama? neyse, sanki 0.2 ekibiyle tanışma oyunu limonata. salon küçük diye midir nedir, sanki siz onlarla tanışırken, onlar da sizle tanışıyor. gibi gibi. deniz türkali'nin gözleri sahnede on kaplan gücünde, büyüyor büyüyor. öksürmekten filan korkuyorsunuz, deniz hanım size bakabilir ve bakarsa görebilir. ekipteki oyuncular dizide filan da oynuyomuş galiba ama "hangi dizi?" gibi bir soruyu bana sormayacaksınız tabii ki, gugıl bilir. bir de, ekip oyuncuları arasında limonata da sayılabilir bence. durduğu yerden, sahiden iyi rol kesiyor. mesela ben aşırı şekerli olmadığına gayet eminim.

benim limonata'da asıl sevdiğim şey başka. tiyatro- sinema fark etmez, engelli bir karakter olduğunda genelde o sadece engellidir. kadınların da sadece anne veya aşık olması gibi, kürtlerin sadece kürt olması gibi. genelde maalesef, artık "rolün hakkını vermek için derinleştiriciiz" kaygısından mıdır, mesaj vermek için midir, nedir, boğuyor insanı ve ben o an hop, oyunun içinden çıkıp günlük hayatıma dönüyorum: "hmm x lira verdiğim biletimle ve yanımda y sayıda insanla oturmuş z sayıda başka bi insan grubunu izliyorum" oluveriyor. böyle bir püskürtülme. belki de yazılan rol buna müsait değil, bilmiyorum; ama oluyor. çoğunluk filmiyle ilgili bir itirazım buydu mesela. herkes pek derin ama herkes sadece 1 tek şey. sayıyla: bir. püskür.

neyse işte, limonata öyle değil. yazana da oynayana da alkış. bi kere limonata'nın ege'si, çok şükür ki sadece engelli değil. hatta aslında galiba, oyunda en çok kimliği olan tek kişi ege. sanki seyirci melihten veya anneden veya koraydan veya mügeden bile daha fazla şey beklerken, tam tersi. o yüzden de oyuncunun gerçek hayatta da a) engelli b) eşcinsel olduğundan %100 emin olan bir grup da vardı salonda. hani ikisi birden oynanamaz gibi.

egenin evet, tekerlekli bir sandalyesi var, o sandalyeye biniş hikayesi var, hemcinsi bir sevgilisi var, pek sorunlu bir ailesi var ve kocaman bir vicdani reddi var. oynaması zor mudur, zevkli midir bilemem ama, bence o karakterin varlığı ve bağırmaması ("bak ben bi engelliyim!"/ "bak ben bi eşcinselim!"/ "bak ben vicdani redçiyim!") çok güzeldi. bir hastalığı var mesela, bilmediğimiz. güzel bilinmezlikler bunlar. mügenin diğer dertlerini bilmeyişimiz gibi. öbür türlü, şirinler köyü hissi geliyor da gitmiyor: sinirli şirin, engelli şirin, ağlak şirin, kaçak şirin filan. herkes ve her şey paylaşılmış ve belirlenmiş - aman diym.
izlemeyi reddettiğim, hayır hatta protesto ettiğim incir reçeli filmindeki HIV pozitif profilini ve aldığı eleştirileri düşünüyorum mesela. o HIV pozitif kişinin AIDS'i yanlış bilmesi gibi komedi durumlar yok. valla ege gayet "normal"di. hani niyeyse bizim ezberden hep pek bir "anormal" bulmamız gereken 3 ayrı kimlikle, çok da normaldi. o normalliği de pek iyiydi.

sonra efendim, ikinci oyun olarak "kainatın en hızlı saati"ne gittim ben. farkında olduklarını sanmam, karşı binanın penceresinde dans kursu filan vardı galiba, oyunun ilk 15-20 dakikasında arka fonlarında tango yapan bir çift vardı. üstelik o çift de gözü pencerede oyunu izledi. iki taraftan izlendiler. bir an "acaba kurgu mu?" diye düşündüğümü hatırlıyorum. modern zamanlarda karşı pencereyi dekor olarak kullanmak filan? değildir canım, yok artık daha neler. ama sahnede kaptan varken ve UV ışıkları parlarken ve kuşlar beyazken, arkadaki tango yapan çift cuk oturdu. hem, ridley izlemiş olacaksanız canlarım, daha ne. üstelik öyle "tikkat bu aslında çeviri bir metindir!" demeyen, gayet güzel bir dil. bir de limonatanın koray'ı foxtrot darling oluveriyor, öyle bir sürpriz var. bi arkadaşınızı izliyomuşsunuz gibi saçma bi tanıdıklık oluyor. dedim ya, onlar da bizi tanıyomuş gibi.

henüz aut'u izlemedim, disosya harikalar dünyası'na bilet bakacakken de - hop, aralık biletleri bitmiş bile. ikinci kat çok güzel, çok gizli, sanki böyle gizli bir komünmüşsünüz hissi veren bir sahne. evet bi keresinde tepeden su damlıyordu, evet arada gürültü oluyor, evet havalandırma lay lay lom - amaaan, o zaman gidin demirören'de filminizi izleyin. başlatmayın şimdi konforunuzdan! durup dururken de kızabilirim, evet. anladınız siz.

bu arada ekibin van depremi sonrasındaki oyun gelirleriyle van'a yardım ettiğini de belirteyim. incelikler, güzel şeyler. bu da yazmayışımın diyeti olsun. aklıma gelince elime de gelen zamanları geçirmişim azizim.

* bölüm sonu, bölüm başı *

her şey çok hızlı allahım, her şey bayır aşağı koşuyoruz gibi - ama bi güzel, bi güzel. uç uç uç. bana bıraksan zaman duracak, o yüzden bu hız güzel. sabahın 7'sinde midemde kelebeklerle kalkıp hop, durdum öyle. oysa ben uyanamam. ben tavanı seyrettim. bir fotoğrafa diktim gözümü, yılların fotoğrafına. yılların gülümseyişine. ne güzel geldi. fena aşığım ben, ne güzel şey. mesai saatleri evriliyor, devriliyor, günler geçiyor ama hep güzele, hep güzele.

bu arada sevgili gülş hanımcığım beatles deyince fark ettim ki sahiden bizim hükümetin sorunu beatles dinlemeyişleri. belki bu kadar basittir sahiden? ne bileyim, hadi onlar pis ingilizler, mesela ezginin günlüğü, yeni türkü filan dinlemediklerine de hemen hemen eminim. yok yani, insanın ruhunu yumuşatan basit ezgiler onlara nüfuz etmiyor gibi. etse yüz kaslarından anlardık gibi. hep  çok sinirli, çok gergin, çok bilmiş, çok emin, çok güçlü, çok muktedir ve çok mutsuz, mutsuz, mutsuzlarmış gibi.

* son söz, adios *

yine amma uzattım. huyum kurusun.
neyse, buyrun size boğaziçi bandistası. okulum diye demiyorum, hem güzel zıplarız, hem iyi eğleniriz ve zevkle hatırlatırız: şeyma özcan yalnız değildir. asla.
siz de unutmayınız.

1 yorum:

gülş dedi ki...

limonata'yı çok merak ettim sahiden, o karton karakterler durumu beni tiyatroda en çok geren konu çoğunlukla çünkü.

bir süreliğine mecliste aralarda, molalarda, yemekhanelerde, bürolarda yellow submarine çalınmasını teklif etsek sence bizi tefe koyarlar mı deryik?

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker