28 Mayıs 2012 Pazartesi

hop!

şöyle bir insan tipi var (genellemezse ölecek hastalığı):

"ah keşke" diyorsun, "e ne duruyorsun, anlamadım ki?" diyor. bahaneni söylüyorsun, "peh, laf! ertelemen çok saçma" diyor. belki de biraz kızıyor filan, dudak büküyor.  "ama x y z" diyosun, "o zaman onlar için bi şi yap?" diyor. öyle mi böyle mi evirip çeviriyosun, "başlasan bitmişti" diyor. bunu söylerken dürtükleyen arkadaş değil de artık baş öğretmen mi diyeyim, dırdırcı teyze mi, bilemedim, öyle bir havada. üstelik kendi bunları yapıyor. yani evet, ertelemiyor, üşenmiyor, lafının eri. haliyle sidik de yarıştıramıyosun.

işte ben bu insanlara sinir oluyorum, sonra sinir oluşuma sinir oluyorum. o her şeyi yapıveren, ediveren hallerinin her şeyi gayet "kolay"laştırıvermesi ve öyle olmadığını iddia edenlere burun kıvırmaları aslında şahane. yani söylediklerine itiraz etsem ve "yalan mı?" dese, değil. aksine, haklı. lanet olsun ki çok haklı. canı tezlik midir, nedir bu?

bi yandan da gözlerimi kocaman açıp "sen kolay san, hiç de bileeeeğğ!" diye haykırmak istiyorum. Ben atalet havuzlarında kulaç attım, her daim onun yorgunuyum bi kere. bir yandan çok imreniyorum, bir yandan da sesleri yankılanıyor kafamda: "imreniyorum diyene kadar sen de dene bi, ölür müsün? ne kaybedersin yani?". Hiç açık kapı yok yahu, illa ki çat çat çat!

Sonra senaryolar türetiyorum. "ölümden filan dönsem, hayati bi kaza filan geçirsem, heralde her an, her saniye bambaşka görünürdü gözüme" diye düşünüyorum. Kendi ölümünden çok yakınlarının ölümünden korkan her ölümlü gibi, bu ikinci senaryoyu düşünmemeye çalışıyorum; ama bu da bir senaryo tabii. heralde işte tam da o zaman, o carpe diem zırvalarını kemiklerimin iliğinde hissederdim. belki de bu kişiler de (kimsenin bilmediği veya herkesin bilip sustuğu) benzer bir deneyimle ışığı görmüşlerdir? ah vah etmeyi bıraktıkları gün olmuştur, mesela? hani "kimse görmesin" dedikleri bir ışıktır o belki; o yüzden böyle aksi, böyle kızgınlıkla konuşuyolardır tüm tembellerle?

...dedi beyaz türk burjuvası. belki de sadece tembel değillerdir? hani bir ihtimal?

 

24 Mayıs 2012 Perşembe

fonksiyon

İstanbul'da benim totemim Şişli Likör Fabrikası'ydı. Biraz sakat bir tercih olduğunun farkındayım, her an yıkılabilecek bir bina. Neyse işte, öyleydi. O bina durdukça, satılamadıkça, yıkılamadıkça umut vardı. Bloga da hıçkırır gibi bikaç kez yazdım, o güzelim binanın Tekel Müzesi olmasını çok isterdim. Ne nasıl olurdu, neler yapılabilirdi diye annemle, arkadaşlarımla uzun uzun konuştuğumuz güzel bina. Mecidiyeköy'ün ortasında, insandan çok arabalara ait o semtin göbeğinde insana dair bir yer olabilirdi. Bugün okuduğum ilk haber der ki: çok geç.

Fonksiyon saplantısı bana çok enteresan geliyor. İktisat okumanın verdiği deformasyon olabilir, her şeyi her şeye uydurabilirsin. "Fonksiyon" nedir, kime göredir, neye göredir? İş görmek midir yani? "estetik" ve "fonksiyon" gibi iki ayrı şeyi uzuun uzuun tanımlasak da bence "rasyonel birey" estetikte de bir fonksiyon bulabilir; mesela damlalıkla da olsa estetik anlayışa sahip yerel ve merkezi yöneticiler muhakkak ki fonksiyonel. Yani insanoğlu bu, öyle formüllere, denklemlere gelmiyor. Sevgili likör fabrikası, yine muhakkak ki "fonksiyonunu çook uzun zaman önce yitirmiş, atıl bir bina" olarak anılacak. Siz bize öyle anlatacaklar işte: Kötü bi şi yapmıyoruz efendiler, aksine, elimizi öpün! En azından araba park edilecek! Mide krampları burada başlıyor işte: rasyonel birey salak yerine konmakta bir fonksiyon bulamıyor. Rasyonel birey ağzını açtığı an mahallenin ağır abisinden ensesine bi tokat yemekten bıktı. Rasyonel birey bi durup düşünmek istiyor, izninizle.

Benelüks bölgesi şehirlerinin güzel yanı, o mini mini hallerine rağmen, "şehir müzesi" ile dolu olmaları. Bu müzeler sadece o şehrin tarihini anlatmıyor, daha da güzeli o şehirdeki yaşamı anlatıyor. Brüksel'e gidip herhangi bir bira fabrikasını gezerseniz, Brüksel'den çok Brüksellileri öğrenirsiniz. Bira tankını temizlemek için içine girip kokudan sızan ergen çocuklara gülümsersiniz mesela veya meyveli bira denen güzelliğin resmen meyve turşusu kurma girişiminin sonucu olduğunu öğrenirsiniz. Bunlar canım, işte bunlar fonksiyondur. Ayrıca daha net fonksiyonlardan bahsetmek gerekirse, para kazandırır. Müze girişi 3 eurodur da işte tadımla 6 euro yaparsın onu, nakte çevirirsin filan. Yani demem o ki yapılacak onca şey varken, güzelim binayı yıkıp sonra "amaan cepheyi aynı şekilde yapçez yeaaa" demek, nerden türediğini merak bile etmediğim bir western film dekoru fetişi ve bu numarayı yutmuyorum. Ben onlara ağız dolusu küfretmemeliyim; ama onlar bir şehre vinçler, kepçeler dolusu küfredebiliyor.

Yenisini, güzelini, beton kokulusunu yapacaklar ya, o bina cumhuriyet tarihinin ilk beton yapılarındandı. Fallik bir bina değildi, belki ondan kaybetmiştir? İstanbul'un fallik bina merakını bir mimar araştırır belki. O binanın bahçesine zaten önce Ali Sami Yen Stadı tecavüz etmişti (ibret-i alem için şu fotoğrafa bi bakın, neden bahsettiğimi anlayacaksınız), yani likör fabrikasının bahçesi denen yer, at koştursanız atı yoracak bir güzel alandı. Güzeldi işte, böyle paramparça ederek unutturacaklar; ama o bina, mecidiyeköy'ün başına gelen en güzel şeydi belki de.

arkitera der ki: Fransız mimar Robert Mallet-Stevens'ın Fransa dışındaki tek eseri (tıklayın bi).

Ben inatla o müzeyi hayal ediyorum. Eski sigara paketleri, rakı bölümü, likör bölümü, şaraplar mesela. Üzüm ve bağcılık turları, tadım kursları. Tekel birası da var üstelik - hop, buğday çeşitleri! Savaş yılları, afişler. Hediyelik eşyalar. Ödüllü likörler - siz dünyaca ünlü altın likörünü tattınız mı? içinde altın tozları olan portakal likörü, artık üretilmiyor veya sınırlı üretimi var, annem azimle her yıl ava çıkıp bir şişe alır. Bardaklar mesela, içki bardakları koleksiyonu. Tekel dediğin bu ülkenin iktisadi tarihinden başka bir şey değil ki, anlat uzun uzun işte.
 
 N'olacak ki? Bu hükümet döneminde hayal etmeme gülenlere sorarım, başka hükümet olsa hayal edebilecek miydiniz sanki? Bu müzenin imkansızlığı hükümetten değil, bizden. Ne olurdu sanki? Müzesi yapıldı diye burnumuzdan kulağımızdan alkol mü sokacaklar? Çoluk çocuk okuldan kaçıp Tekel Müzesi'nde mi sarhoş olacak? Nedir bu yenilemeyen korkumuz? Nedir bu "ay neymiş o?? bilmiyorum, elleme, dokunma, at gitsin!" halimiz - her şeye, her yere?

O fabrika açıldığında, öyle bir mimara yaptırıldığı için, kocaman bahçesinin güzelliği için, Türkiye Cumhuriyeti devleti likör de üretebileceği için, birçok sebeple bir gurur kaynağıydı. Tarihte bir gün o binanın açılış töreninde alkışlar koptu. Şimdi kartonpiyer dekordan hallice bir şeye dönüştürülecek o koca yapıda tarih ve insan var. Yıktılar ve yıkarken bize, size sormadılar. Yarın öbür gün Topkapı'yı yıkıp her bir taşını Sotheby's de açık artırmaya çıkarmalarını, oradan kazandıkları muazzam parayla da Türkiye'nin AİHM davalarındaki tazminatlarını ödemelerini bekliyorum. Ah, "Topkapı'ya bi şi olmaz canım, o kadar da değil", di mi? Duvarı çatlak. Marmaray öptü Topkapı'yı ve yarın öbür gün alçıpanla sıvanmayacağının garantisini veremezsiniz. Alçıpan çok hafif ve fonksiyonel bir malzeme neticede.

*

parka gittim bunu yazdıktan sonra. 4 saat çimlere uzandım. uzandığım yerden parkın ne başı ne de sonu görünüyordu. hyde park veya regents park kadar büyük olmayan sevgili victoria park, londrada kimsenin aklına gelmemiş seni eskiciye satıp yerine mandal almak, ne şanslısın.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

brick

Portekiz, daha doğrusu Schengen bölgesi ihtimalimiz bir başka bahara kaldı. Vize uzatma başvurusuyla çakışmalar, çelişmeler filan falan. Biz de vize gerektirmeyen Akdeniz ülkeleri listesinden ilerliyoruz, Türkiye dahil. Okyanus bulamıyolarsa Akdeniz içsinler.

Dün hava aniden 19-20 dereceye fırladı. Sıcaklığı da geçtim, güneş açtı. Güneş, gülümseyen yüzler demek. Herkes birbirine "bugün hava güzel" deyip duruyordu ki sahiden, güzel az kalır. Sizi gidi ingiliz ayçiçekleri.

Neyse efendim, ufak tefek işleri hallettikten sonra yürü yürü yürüdüm. Hava güneşli, memleket renkli filan derken - kendimde böyle bi  potansiyel görmüyodum; ama resmen instagramda timeline fucker olabiliyomuşum ben. Çıkıdı çıkıdı - bok var. Hiiiç çekilmemişti sahiden o sıradan poz, o nokta, o "şey"! En nihayetinde, devrim niteliğinde kareler değil benimkiler. Bi de sokakta filan bi şi çekerken çok rahatsız oluyorum aslında, etrafın bomboş olduğu anı bekliyorum (esnaf izliyosa bonus). Absürd geliyor o sahne. Başkası çekince değil; ama kendim için.Yazar burada aslında ne kadddaarrr utangaç olabileceğini anlattı bize, breh breh. Neyse, çıkıdı çıkıdı işte. Esas sevgili lomocuğum için yeterince güneş vardı, onunla çıkı çıkı.

Ayak bileğimi sahiden burkmuşum ben, bu yürüyüş pek iyi gelmedi. kremlerim, sargılarım ve ben yatıyoruz. Şimdi yavaş; ama seri hareketlerle yedi düvelin aşısını olmaya gideceğim. Bir de "bu aralar tarihin farkında değilim" derken şaka yapmıyodum, tiyatro öbür haftaymış. Ben bugün ayın 23ü olduğuna sahiden şaşırdım, bence gayet 30 mayıs tipi var. evet çüş: tam 1 hafta.




21 Mayıs 2012 Pazartesi

- Ne zamana hazır olsun?
- Yarın sabaha olsa iyi olur.
- Demek sabah... Sabah nedir?
- Öğleden önce? Mesela 11 filan?
- Hmm... Sen öğlen gel.

Alt tarafı kuru temizleme; ama adam her seferinde hayatı sorgulatıyor.

aşı haftası

efendim, teknolojik bi devrim yaparak ayfonlandım. neticesi, netbook ekranı bile olmayan bi avuçluk şeye bakar halim oldu. bence bi kuş, kedi filan görse çok güler. neyse, twitter hesabı açtığımda blogcuğumu etkiler mi filan gibi şeyler düşünmüştüm. şöyle bi etkisi oldu sanırım: gündemle ilgili şeyleri oraya kaydırdım. 140 karakter büyüsünden çok, RT kolaycılığı. haber linki orada sabit, birileri çoktan yorumunu da yapmış. söyleyecek, ekleyecek bir şeylerim kalmamış gibi hissettiriyor çoğu zaman. iyi mi, kötü mü, önemli mi onu bile bilmiyorum. buraya da daha günlük, benlik şeyler kaldı galiba. sonra ayfon gelince, bunların da çoğu instagrama kaydırıldı. ne saçma di mi blog? aynı anda 4-5 ayrı yeri kontrol ediyosun, "acaba benle iletişen var mı?" diye; ama söyleyeceklerinin yerinde yeller esiyor. 1,5 aya varan zorunlu internet diyetimin sonucu da olabilir tabii, aletlere bok atmamak lazım. neyse, sıçar gibi yazma huyum değişmedi de işte, düşündürüyor arada.

evimizin ilk sanat eserini aldık. fotoğraf sanatçısı bir arkadaşımızın pek bi güzel multiple exposure (çoklu pozlama?) çalışması. ne garip tabii, kendisi bu işi okumuş etmiş; ama "fotoğraf" deyince bi de bunu ayrıca belirtmek gerekiyor; çünkü herkes fotoğrafçı. mesela düğün fotoğrafçılığı diye bir kategori var, iyi bir makine ve biraz estetik gözle hemen herkes aday olabiliyor. kötülemiyorum, kategori meselesi; para kazandıran bir meslek oluyor işte o zaman fotoğraf. sanat değil, arşivleme. iyi arşiv yapana parasını veriyoruz. bir ürün olarak arşiv. şu ara barthes'in camera lucida'sını okuyorum, belki de ondan. çokça ondan. ölü zamanların canlı arşivleri. neyse, biricik eserimizin çerçevesi gibi temel bir derdimiz var. çerçeve ne pahalı şey bu ülkede yahu. onu da halledince baş köşeye asacağız.

hava sıcaklığı 11 derece. kalorifer yanıyor. bi haftadır sinirimden, üşüsek de yakmıyodum; çünkü mayısın ikinci yarısındayız. bugün artık dayanamadım, sabah açtım. birazdan kaparım. tek sonucu insanı bezgin bekir yapması; ama bahane arayacak değilim.

ayak bileğimi burktum. zaten çok çürüğümdür. dizim, belim, omzum, bıkbık her yerim bi şekilde ağrır. bu sebeple ayaklarıma hiç aldırmıyorum, bi ayak ağrısı eksik. sık sık bileğimi burkarım zaten ve gerçek bir burkma bile değildir, şişmez. sonra biraz "acımadı kii" diye susturulan çocuk biraz da sezen aksu taktiğiyle "bileğim yok, ağrımıyo" telkinlerine gömülürüm, geçer. yine o şekilde idare ediyorum, 3 gün oldu. yürüdüm ettim, takılmıyorum. koşmaya kalkışmayacağım, bi 10 yıl önce olsa onu da denerdim.

bu hafta sonu "bileti önceden alınmış etkinlikler" zamanımızdı. vodvil sirkine nihayet gittik. cantina, 1 saat boyunca bizi mest etti. sirk çadırı kurmuşlar, bavuldan kontrbas yapmışlar filan. simli topuklu ayakkabılarıyla ipte yürüdüler (bu bi video, bence izleyin).  Avustralyalı sirk akrobatlarının kumpanyası. mesela onlar da bu işi okumuş, sirk okulundan mezunlar. büyülenmiş gibi izlerdim akrobatları küçükken, bu bi saat de öyle geçti. bence akrobasi insanı ağlatabilecek kadar zarif bir şey, hele ki canlı müzik, güzel kostüm ve güzel dövmeler varsa.

dün de efendim kallavi bir türk kahvaltısıyla altlık yaptıktan sonra, şarap tadım festivaline gittik. kıta avrupası ve yeni dünyanın en bi güzide şarapları oradaydı. tadım olduğu için her yere şarap tükürebileceğimiz çöp kutuları konmuştu ama tabii ki öyle bir şey yapmadık. henüz bi yudumluk şarabı tükürüp "oo harika, çok gövdeli sahiden ve meyve notaları var!" diyecek aşamaya gelmedim. konu şarap olunca, yemeği beğendiğini ağzını şapırdatarak gösteren japonlar gibiyim, hiiiç acımam. velakin bu tadım işinde mesele hızmış. pıt pıt o üreticiden bu üreticiye yürüyosunuz, şarap shotları gibi bir hal var. sonra işte fransız üreticilerden portekizlilere geçerken - ben çarpıldım. ispanyollara "türkiyede iyi üzüm var ama vergi yüksek" diye bi şiler anlattım, portekizli amca bizi bağına davet etti.. sonra gürcü şarapları da vardı ki benim için gürcü şarabı hollanda demek. Yemek reyonunda azıcık kendimize gelip tura devam ettik. Tabii ki eve gelip 2 saat uyumadan toparlanamadım. Ev yapımı pizza denememiz de berbat pizza hamuruna rağmen lezzetli malzemelerle kurtuldu.

bu çarşamba ise büyük gün: gündüz aşılar, akşam war horse. war horse bileti de haftalar önceden alınmıştı, bütün övgüleri okuyup gaza geldiğimiz için merakla bekliyoruz. aşılara gelince: çocukken olunan tetanoz-difteri-çocuk felci karışık aşısı yenilenecek, üstüne hepatit A ve sarı humma eklenecek, bi de bunların yanında 5-6 hafta boyunca sıtma ilacı alacağız; çünkü nihayet, ince planları neticelendirdik veeee  2 haftalığına Tanzanya'ya gidiyoruz!

Tanzanya olmasının sebebi, 2 hafta sadece denize girme fikrini sıkıcı bulmamız (bunu yazarken kendime höst dedim. evet: höst! sıkıcı ne be? kim sıkıcı?). Neyse işte, dağ tepe olsun, görebileceğimiz kadar çeşitli şey görelim istedik, o yüzden hep Tanzanya'ydı. Taşınma işleri filan derken balayımızı planlamaya geç başladığımız için bütçemize ağır bir yük olarak binen ilk plandan vazgeçtik. Serengeti & Kilimanjaro ikilisi başka bahara kaldı; temmuzda Selous Game Reserve üzerinden Zanzibar'a gidiyoruz. Selous'un büyüklüğü İsviçre'ye yakınmış, UNESCO mirası listesindeymiş ve ayrıca Rufiji Irmağı'nı kapsıyormuş. Dolayısıyla "Serengeti'yi göremedik" diye hayıflanmadan 4 gün bize gani gani yetecek ve sonra, en bi beyaz turist halimizle, 8 gün boyunca Zanzibar'ın beyaz kumlarına serileceğiz. Denize, sıcağa, güneşe ve en çok da kesintisiz tatile hasret olduğumuz için dört gözle bekliyoruz. Haliyle, aşıysa aşı, her şeye hazırız efendim. Hâlâ inanamıyorum ama rezervasyonlar hazır. Heathrow'u da adam gibi bir hale getirirlerse yola çıkacağızdır. tahtalara tak tak.

Bu büyük plandan sonra Ağustos ayı için hedef bi hafta Portekiz! Şu an neredeyse sadece fikir ve tarihler var elimizde; pek bir belirsiz. araba kiralayıp turlamak aklımıza yattı; çünkü sadece lisbon veya sadece sahil bizi kesmeyecek. tabii benim aklıma yatar, ehliyetim bile yok! neyse, Portekizli bir arkadaştan tavsiyeleri aldık, rota belirleyip bilet almak kalıyor. Lisbon'a biletlerin her tarihte, her havayoluyla ve hep hep hep pahalı olması ise tamamen absürd. bu üst üste tatil bereketimizin bir sebebi de "şu şu tarihler arasında 3 hafta tatil yapmak zorundasın!" diyen işveren güzelliği. benim değil tabii, keşke benim işverenim olsa. bunu demese bile severim onu.

Özetle, 2012'yle ilgili en büyük planım, 1 ay arayla 2 farklı okyanusta yüzmek. Fena da gitmiyor şimdilik.

Onun dışında, mesela bi blog okuyorum, beğeniyorum ve yazarı benden en az 5, en fazla 10 yaş küçük çıkıyor. daha doğrusu, ben ondan 5-10 yaş büyük çıkıyorum. Çoktan unuttuğum sayıları doğumgünü olarak kutluyor insanlar ve bu sebeple benden çok kardeşime yakınlar. oysa ben bi tanışsak feci kaynaşırız, dertlerimiz aynı filan sanıyorum inatla; oysa değil. ufaktan ufaktan, sıkıcı sohbetli yetişkin oluyorum. oldum bile belki? Kardeş dediğim de 20 yaşında bu arada, eşek kadar yani, bildiğin insan. Galiba yaşlanmanın ilk alameti bu: yaşıtlarından kaçmak. o eski, okullu, renkli, dertli; ama tasasız günlere doğru, satır satır uzaklaşmak.

17 Mayıs 2012 Perşembe

ben yazmamışım, siz okumamışsınız.

Kitap okuyabilirim, okumuyorum. Çok bunalınca kendimi dışarı atabilirim, ona da hayır. Hani "boş vaktim olsa ohohohoooo" dediğim tonla iş var, onlara da cık. yer gök müze, bedava ve bende vakit bol - yoo dostum yo. hiçbi şi yapmıyosan şu ojelerini sil di mi? ı-ıh. hıh işte, ıı-ıııhhh.

bunu yaptım, sayılır mı?

kısır döngü şu: hiçbi şi yapmama - hiçbi şi yapmayıştan nefret etme- kendini eve kapayıp bi şi yapmaya zorlama - zora gelince hiçbi şi yapmama - saate bakıp iyice sinirlenme - "bu saatten sonra olmaz" deyip yine bi şi yapmama - bahanelerime sinirlenip eve kapanma.

bugün bi değişiklik olarak tüm bu faaliyeti dikey değil, yatay yaptım.

kendime öyle sinir oluyorum ki kelimeler kifayetsiz. sevimsiz, nursuz bi haldeyim. derdim tasam da yok çok şükür, bi kendime uyuzum o kadar. boşta kalan bakkal bile daha yaratıcı, öyle diyeyim. her sabah 7de kalktığımı da ayrıca belirtirim, öğlen kalkıp "gün bitmiş" demiyorum yani, itinayla, dakika dakika öğütüyorum şahsen.

hayatta en sinir olduğum şeylerden biri de "üff sıkılıyorum, üff püff çok sıkıldım" halleridir, rahat batması tam. iyice bi silkeleyip kendine getirmek isterim bunu diyeni. "boş vakit" bence gayet burjuva bir zaman dilimi olup, fazlasından şikayet etmek bana "ekmek bulamıyolarsa pastayı birileri yedirsin işte üf yaa" gelir. hatta dileyenin ağzına terlikle vurabilirim, öyle bir sinir oluyorum.

yarın bunu mu denesem napsam. terlikse, terlik.
blogdan bile soğuttum kendimi ya.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

yeşil

Park en güzel şey. Nacizane şehirlerimiz için de bol bol yeşillik diliyorum. Türkiye'de şehir içinde en yüksek yeşil alan oranı Gaziantep'teymiş galiba, öyle bi şi hatırlıyorum, niyeyse. Yeşil, iyileştirir.

Bugünkü park turum da hepsi aynı anda doğmuş gibi görünen bissürü çocukbebek, hepsi aynı anda koşmaya başlamış gibi nefes nefese bissürü köpek ve tabii ki terapi gibi bi kahve molasıyla geçti. Ben koştum blog. yani koşmaya başlamak için ilk koşumu yaptım diyelim. ölmedim, iyiyim; çünkü bikaç gündür altyapı çalışmalarım sürüyodu. neyse, tabii ki sonra oturup kahve içtim; çünkü keyifli. koştum dediysem rocky değilim, yavaş yavaş.

Kahvemi alıp güvercinler gibi dizildiğimiz taburelere oturdum. yanımda kahve içen bi kız vardı. Bohem bohem gölü, yavru ördekleri ve ağaç budama çalışmasını izliyoduk. Başka bi kız gelip, "oo helloooo" dedi ona, öpüştüler. sonra niyeyse yeni gelen kız hızını alamayıp bana da "helloooo" dedi ki sesinde "insan bi selam verir, çok ayıp!" tınısı vardı (diller, kültürler üstü bir tını). Tam sarılmak üzereyken (bunların hepsi 1 saniyede oldu), suratımdaki "hayırlara vesile olsun, free hug mısın, nesin" bakışına kahkahayla gülen ilk kız "yok o benim arkadaşım diil, Diana daha gelmedi" dedi. sonradan gelen kızımızda hatlar karışmış biraz ama yine de hello'laştık, medeni memleketin hali başka tabii. Sonra Diana ve ordusu geldiler ve yanımda oturan kızın Alman olduğunu böyle anladım. kız almanca "ya benim arkadaş da şu yanınızdaki al yanaklı, nefes nefese kahve içen tipitipi sen sandı! ahahahaah" dedi çünkü. Almanca bilmesem de o gülüşü biliyorum. Bana sarılmaya çalışansa italyandı, "aksanımı kimse anlamıyo" diye hüzün hüzün içini döktü sonra. "sarılın da geçsin" demedim o almanlara, kendileri akıl etsin.

Parkın bu sevgili kahve molası durağı Pavillion'un en tatlı yanı, içindeki mesaj panosu bence. Hazirandan itibaren kendi hamurlarını yapacaklarını, ekmek alabileceğimizi haber vermeleri. Buna sevinmeleri, sevindiklerini okuyunca anlamamız. Tüm sebzelerin ingiltereden geldiğini, organik olduğunu bildirmeleri. Şu an satışta olan çayın sri lanka, kahveninse kenya (mıydı?) olduğunu belirtmeleri. Bunu duvara siyah boyayla yazmaları. Çalışanların hepsinin genç, güler yüzlü ve hoşsohbet olması. Her şeyin hafif ve lezzetli olması güzel bi de. Mesela bebek sandalyesi olmayınca lazımlığa oturtulan ufacık bebek, tüm tatlılığıyla, uslu uslu yedi yemeğini. Pavillion öyle bir huzur.

Burda kahveyi su bardağıyla vermelerini seviyorum. Uzun kollu hırkasıyla (bkz.tefal kızı) kahve kupasını avuçlayan güzel bukleli kadınlara selam olsun; cam bardakta cappucino biraz kantin, biraz bekar evi biraz da italyan işi.

Eve dönerken, parkın içinde müzik dinleye dinleye yürüyodum. Çıkışın hemen dibinde yeni biçilmiş çimlere dökülen yaprakları üfleyen bi amca vardı, gorgorgor makinesiyle. Beni görünce gülümseyip o yaprak üfleme makinesini susturdu. Ben müzik dinliyodum, duymazdım bile. O da işini yapıyodu, kimse laf edemezdi. Yine de durdurdu; çünkü günlük hayatta sebepsiz yere, tanımadığımız insanlara ufak bi jest yapınca incilerimiz dökülmüyor. Ben de başımla selam verdim, hızlı hızlı yürüdüm ve 5 adım sonra yine gorgor başladı.

Efendim, blogun en güzel yanıysa, sorularınıza doğru yanıt alabilmeniz, daha da güzeli yanıt vermeye üşenmeyen insanların sizi okuması. 6 yıldır benim yan odam gibisi yok, hep diyorum. bu sebeple, düşüciim yollara, alıciim meyveler zebzeler, eveeat!

elma

Burada aslında esas sorun sebze ve meyve. avrupaya ayak basan her türk genci gibi söyleyeceğim: memleketin kıymetini bilin.

organik yiyelim. yiyelim tabii, boynuzumuz çıkmasın. yiyelim; ama buradakiler burada yetişmiyor. size ortalama bir marketi anlatayım: elma- yeni zelanda (şansınız varsa hollanda), portakal- ispanya, armut - avusturya, kayısı ve şeftali- fas, üzüm- şili, erik- guatemala, çilek- hindistan... böyle gidiyor bu liste.

tamam organik yiyelim de ben sebze- meyve için CFC gazı salınmasına tahammül edemiyorum.  hele ki "ama bak organik yeni zelanda elması" filan, bence resmen oksimoron. üstelik organik olması da şart değil, hepsi bu durumda. gerçekten beni en çok zorlayan alışveriş bu. "yerli" ve "organik" sebze seçenekleri yine biraz daha bol, meyve sahiden hiç yok. tamam kayısı yemeyelim de yani bi elma, armut yiyebilelim yahu, di mi? o yüzden şimdilik, en yakından geleni alma yoluyla eliyorum. ispanya değil, hollanda elması gibi. semt pazarlarına gideceğimdir, ama her seferinde kaçırıyorum ve sona kalanlar pek yenebilir olmuyor. markette harcadığım vaktin büyük çoğunluğu bu meyve reyonunda geçiyor. süt ve eti hallettim ama bunlar sahiden dert.

derdim bu evet. o yemeyip burun kıvırdığınız kerevizmiş, baklaymış, pırasaymış filan, hepsini özledim.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

pazartesi raporu

Hava buzz gibi. Hiç güneş görmeden çiçek açan, yemyeşil yaprağa dolanan ağaçlara dehşetle bakıyorum, bize ilkbahar konusunda yalan söylediler ("bana yalan söööylediler" melodisiyle). Haftasonu pek bir limonataydı gerçi, biz de sokağa attık kendimizi.

Efendim, cumartesi günü nihayet Tate üyelik kartlarımızı çıkartıp, doğruca Yayoi Kusama teyzemizin kollarına attık kendimizi. Yayoi bizi aldı götürdü. resimleri, sabrı, nokta nokta kendini bir ruh hastalıkları kliniğine göndermesi, sonsuzluk, gerçeklik ve dokunma saplantıları, her şeyi çok güzeldi. Son yıllarda yaptığı resimlerin o fosforlu coşkusu da çok samimiydi. Infinity net'ler zaten insanı alıp götürüyor; ama en sondaki aynalı infitinity room gerçekten inanılmaz bir deneyimdi, gizlice süzülüp birkaç gün içinde kalmak istedim. Tamamen aynalarla kaplı, karanlık, her yerinden renkli küçük ampuller sarkan bir küp. bakınız sağdaki gizlice çekilmiş fotoğraf.

Sonra Trafalgar'a çıktık, Londra Senfoni Orkestrası'nın ücretsiz meydan konseri vardı. Tabii ki ahali her bir santimi doldurmuş ve yeni insan alınmıyordu. çıkan bir sürü insan olmasına rağmen almadılar, biz de biraz duvara oturup beleştepeden dinledik; ama kornalarla pek keyifli olmuyor.

Thames kenarı yürüyüş çok zevkli. Köprülerden birinden yürürüken güneşe yüzünüzü dönerseniz, bir an için nehirin kahverengiliği kaybolup mavi gibi oluyor, deniz gibi bile olabiliyor. O zaman işte, - boğaz'daki iyot dolu bir nefes alıp "oh" çekmiş gibi - "oh" diyorsunuz. Bunun dışında Thames, yüzyılı aşkın süredir pis ve kahverengi bir yer, diğer adıyla canavar çorbası.


Pazar günümüz ise canım Victoria Park'ta bir ingiliz ayçiçeği olarak geçti. Çimlere yattık, gözümüz bulutlarda, güneşi takip ettik.  "Güneş rejimi" ve "fetret devri" olarak  adlandırdığımız 2 ruh haline sahip hava; çünkü hep parçalı bulutluyuz. Bu fotoğraftan sonra mis gibi güneş açtı mesela.

Parkın yakınında ufak bi köy var. Köy diyorsam, gurme kasap, ev yapımı şarap satan butik dükkan, Sicilya restoranı, organik peynirci filan - kokoş biraz. Biz de şarabımızı, atıştırmalıkları kapıp piknik yaptık; çünkü hava güneşliyken başka bir şey yapmak saçma. 


Gayet kadınları ilgilendiren kokoş bölüme geçiyorum: yüz serumları. normal şartlarda bana lüks kaçan ama şu an damla damla kullandığım süpersonik bi ürün var. Kore markasıymış, bi de ABD'de satılıyormuş, denk gelen bence denesin. Tamamen doğal bitki özleriyle, Kore usulü hazırlanıyormuş. Güzellik ürünü için CFC gazların boğulmayı yanlış buluyorum; ama ben tee Singapur'a gitmişken hediye olarak verilmişti, o yüzden kötünün iyisi. Neyse, bu first care serum zaten en klasik ürünleriymiş meğer. Cildim hep sorunludur, çok kurur yağlanır, nemlendiririm yine yağlanır filan. Hani iş "doğal ürün" kullanmakla bitse, onu da denedim, hepsini denedim. Bu sevgili serum sayesinde gayet mutluyum, cildim insan cildi oldu. Ya bu serumlar genel olarak işe yarıyor ya da benim ilacım Kore otlarıymış, bilemiyorum; ama kıvamı, hafifliği çok iyi geldi.

Bu hafta sonu ise, önce vodvil sirki, sonra şarap festivali.
Türkiye'de schengen vizesi almak hiç dert değil ya,  söylenmeyip sevin memleketi.

11 Mayıs 2012 Cuma

yeni

Faşizme karşı omuz omuza!
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!
AKP halka hesap verecek!

Şimdiii diyelim ki bu sloganları duydunuz. Ne anlama geldiklerini de anladığınızı varsayıyorum, hissettiğinizi. Güzel. Peki ufak bir sorum var: bu sloganlar niye atılıyor?
a) bir 19 ocak yıldönümü
b) tutuklu gazeteciler için
c) tutuklu öğrenciler için
d) f tipine karşı
e) 1 mayıs
f) öğretmen atamaları
 g) tam gün yasası
.
.
.

liste uzayıp gidebilir. benim derdim, bu sloganların artık eskimesiyle. kötü oldukları, yetersiz oldukları için değil; neredeyse sadece bu üçü olduğu için. yoldan geçen alakasız kokoş kadın veya dükkanında oturan bakkal amca için her yürüyüşü birbirinin aynısı yaptıkları için. bunlarsız olmuyor ya, olmamasının sebebi alternatifsizlik olduğu için. "ay yine toplaşmış, belledikleri tekerlemeleri söylüyolar" denmesine sinir olduğum için.

bu yani. bence a-b-c-d-e-f-g- ve diğerleri, kendilerine özel sloganları hakediyor.
evet, buna takıldım; çünkü bugün "cihan'a beraat, puşiye özgürlük" denmesi güzeldi.

10 Mayıs 2012 Perşembe

fot

fotoğraf taleplerine şimdilik bu kadar yanıt verebiliyorum: evin en sevdiğim köşesi, mutfak penceresi. ters ışık yüzünden pek iyi çıkmadı, biraz oynadım renkleriyle, buyrun. baharat tapınağım ve mor çiçekli sevgili hatmi bey. ışık ışık mutfak, pek güzel.


süt

İnsanın kendini tanıması ne güzel. Mesela önce 2 günlük program yaptım, daha yaparken "bunları sahiden yaparsam dişimi kırıcam" diye düşündüm; yine de kendimden bi olgunluk bekliyodum. ertesi gün ilk gün listesinin yarısını yaptım, sonra işte atalet kardeş geldi, kedi gibi kucağıma kıvrıldı ve birlikte dizilerlerler izledik. bugün de ikinci günümdü, benzer bir şekilde, ataletle oynayarak geçirdim. Bu arada bi alttaki listenin de ilk maddesine saplanmış durumdayım: hepimiz ölücez tembelliği. oturup ağlayabilirim; halime değil kaçışıma.

Neyse, kendimi tanıdığım içindir ki bu iki günlük "olanaksızı deneme süresi"nin sonunda ikinci aşama olan "gerçekçi program"a geçtim. Sevdiğim kafeye gittim (internet için olan değil, başka), kocaman bi defter, küçük bi defter ve bi küçük defter daha açtım önüme. kocaman deftere 3 sayfa filan yazı yazdım, günlük mü dersiniz bilmem. günlüklerim daha paragraf formunda olurdu benim; bu daha ziyade maddelenmiş cümleler ve küçük resimler filan. sonra bi küçük deftere alışveriş listesi yazdım. o benim alışveriş listesi vb karalama defterim - atılabilir defter. diğer küçük defteri ise sayfa sayfa, aklımdaki ajanda gibi böldüm. eminim bu şekilde hazır ajandalar vardır; ama olsun. 1 sayfayı 6'ya böldüm; 5 haftaiçi satırı ve 1 haftasonu satırı. yan sayfasına da "bu hafta napsam" listesi yazdım. sonra onları eşleştirdim gibi bi şi oldu. güzel oldu bence.

 tabii ki her diyet gibi bu da önümüzdeki ptesi başlıyor niyeyse. pazartesi sendromu bundan zaten, haftanın ilk günü diye çok şey bekliyoruz pazartesiden.

*
neyse, ben şu süt meselesine çok takıldım. göz göre göre çocuk zehirleyip sonra "hazmedemediler" demelerine sinirlendim. "yuh artık" eşiğimizin sünmesine üzüldüm, artık hiçbir şeye yuh olamamasına.

mesela o bakanlar ve başbakan, bir ateisti, bir çevreciyi, bir feministi, bir eşcinseli veya herhangi bir "öteki"ni hiçbir şekilde hazmedemiyor ve hatta hedef gösteriyor. 19 yaşında tazecik bir annenin bebeğini doğmadan öldürenler, metin hocayı öldürenler, şeymanın hayatından 5 ayı çalıp utanmadan tehdit edenler,  gebze halkının şu ara başına gelen en dürüst şey olan onur hocayı halk düşmanı ilan edenler, gencecik onur yaser can'ı intihara sürükleyenler, minicik ceylanın, musanın ölümünü önemsizleştirenler, hepsi hepsi aynı güruh. hepsi, patlamak üzere olan bozuk bir şişe süt.

hazımsızlıkları ben de hazımsızlık yapanlar. bu insanlar, ki bence yatacak yerleri yok ve hatta mezara dik gömülmeliler ki bin yıllarca fark edilsin rezillikleri, roboski'de öldürülen 34 kişinin hesabını sormak yerine, pozantı'daki çocukların ruhunu iyileştirmek için uykusuz kalmak yerine ve on gram haysiyeti olan herhangi bir insan evladının, aldığı maaşı hak etme derdi olan herhangi bir insanın yapacağı onca şey yerine, el kadar çocukların zehirlenmesinden "icraat" çıkarmakla meşguller. onlar iş yaptı. onlar, o bonkör, o yüce gönülleriyle, bu fakir fukaraya, bu çürük elmalara süt dağıttı. görünmezleri 10 saniyeliğine gördüler.

quasimodo'nun dediği gibi: esmeralda bize su verdi, yaşasın! biz, şu kambur halimizle, nasıl olur da onun o güzel, o kıymetli ellerini öpmeyiz? biz zaten esmeralda'dan ne anlarız? iç işleri bakanı'nın ortalama bir psikolog tarafından ileri seviye paranoya olarak teşhis koyacağı "terör her yerde ve her formda, mesela film, mesela şiir!" demeçleri normal. bu adamların hepsi normal, o bıyıklarının santim şaşmayan uzunlukları, pantolon paçalarının asla düzeltilmeyen potları, ceketlerinin asla üzerlerine oturmayan omuzları kadar ölçülü, biçili her şey. kasıtlı değil, hayır: normal. onlar hep ellerinde cetveller, şablonlar, çok normaller.

mesela tiyatrocular, gazeteciler, akademisyenler bok. onların hepsi "monşer". bi ara diplomatlara monşer demişti başbakan da bir kısım medyamız çok sevinmişti, "bürokrasiye ölüm" hezeyanıyla. oysa o gazeteciler de monşer. hepimiz monşeriz; çünkü monşer değilsek, kamburuz. esmeralda olabilmek bize düşmez. esmeralda olunacaksa, onu da onlar olur. onlar bunca yıl devletten, hükümetten uzak tutuldular,  tahtını geri alan mazlumlar onlar. çingene kızı tabii ki prensle evlenecek bi kere! onlar milli selametten beri palazlanmadılar, bilakis hep mazlum ama mağrurdular. kambura su verdilerse kambur sevinmeli. kambur sevinmiyorsa normal değil. monşer buna bi kulp takıyorsa o zaten onun monşerliği. onlar artık esmeralda.


böyle yani. normal esmeraldaları herkes çok sever. kamburluk ve monşerlik yerine, herkes o normal esmeraldaların en yakın arkadaşı olmak ister, esmeralda en güzel, esmeralda en parlak. prens olamıyorsak bile, kambur olmamak da bir şeydir çünkü. ışığa uçar bütün pervaneler. eminim ki quasimodo, sırf esmeralda istedi diye takla da atardı, göbek de.

süt hazımsızlığımızı yenmek için her gün kusmalıyız. öğüre öğüre güçlenmeli midemiz; çünkü gör bak, daha neler yapacak bize esmeralda. ne sular verecek de biz yine ellerinden öpeceğiz. 1 mayısta taksime yarım milyondan fazla insan gitmişse ne gam, süt dağıtma "kudreti" hâlâ esmeraldalarda.

8 Mayıs 2012 Salı

hadi bakalım, kolay gelsin

şu günü planlama meselesindeyim hâlâ. kendimi fazlasıyla burjuva, beyaz ve şehirli hissediyorum, isteyen derdime ortak olabilir.

resim 1.a. durum bunun gibi bir şey.
 tonla vakti olan her insan gibi, ben de ağırdan alıyorum. Malum, okumuyorsanız veya çalışmıyorsanız, insana kişisel vahiy anı gibi gelen o "sıçtım laciverti"ni görme ihtimaliniz çok düşük. Ben bunca yıldır ne zaman panik olsam, endişelensem hep başka tarafa baktım. Hani karanlık koridorda canavar varsa arkanızı dönüp lambaya bakmak gibi bir şey. O yüzden ertelemeler, ötelemeler benim göbek adım. Bu postu da ondan yazıyorum zaten. Yoksa laptop şarjım bitmek üzereydi, bitseydi ben gerçekten bi şiler planlardım belki. fişe taktım, burdayım. yaş 28'e geliyor ve ben lambaya bakmaktan başka bir şey bilmiyorum.

Neyse, kendime bazı kurallar koydum. buraya da sırf bağlayıcı olsun diye yazıyorum, kendime yalan söylesem de bloguma söylemem:

1) şöyleyim-böyleyim- hepimizölücez tavrı yok. En olmadık zamanlarda, en karamsar halime şahit olmuş jelatin hanımcığımın dediği gibi: bu ne hal yani? azıcık silkelenmem lazım. Artık evde kendi kendime ruj sürüp oturmak mı olur, çayımın içine redbull katmak mı olur, bilmiyorum. arkamı döndüğüm karanlık koridor belki o kadar karanlık değildir, lütfedip bi bakmam lazım. bi yerden başlamam lazım (şu an da buna dahil). daha başlamadan sonuyla ilgili kıyamet senaryoları üretip, mutsuz sonlara bağlamakta üstüme yoktur. tembelliğin en mükemmel hali, karamsarlık. "bir boka yaramayacağını bildiğim için bi şi yapmıyorum" bilmişliğindeki tembellik tam bir sanat. bu kendime bile yeni itiraf ediyorum.

2) şu hayatta ne becerdiğimi bilmiyorum. yani kağıt üstünde olanları biliyorum, ya diploma ya da maaş verdiler şimdiye kadar; ama birçok zaman "saçmalama sen çok daha fazlasını yaptın!" itirazı duydum. övünmek için söylemiyorum; bence çok kötü bir şey. neyi başardığımı da bilmiyorum haliyle. böyle iş aranmaz. ararsın da bulamazsın gibi yani. bir zahmet, yarattığım küçük dağları keşfetmem lazım, hatta tanımam lazım, "acknowledgement" anlamında (bu kelimenin türkçede olmaması konulu perihan mağden yazısını hatırlayanlar? teşekkür ederim).

3) azıcık hırs. kendim için. kendine inanmak mıdır, hırs mıdır, kariyer aşkı mıdır, bilemem. ama köprüden önceki son çıkış yaşımda bi kariyer taklası atacaksam, arpacı kumrusu gibi düşünerek olmuyor. bakınız üstteki 2 madde.

4) tebdil-i mekanda ferahlık vardır. Efendim, gelen öneriler ışığında, ev basıyorsa kendimi dışarı atacağımdır. nasıl olsa resmen internet kafesi ilan ettiğim bir yer var, oraya gidebilirim. ayrıca ekmek bulamıyolarsa pasta yesinler: eğer ev basarsa, iş aramaktan bunalırsam kıçımı kaldırıp en az 45 dakika koşmaya karar verdim. koşmaya üşenirsem geriye tek bi seçenek kalıyor: iş aramak. ne kadar zekice di mi?

5) kabul etmem gereken bir ev rutinim var. evet, bulaşık-çamaşır-temizlik-yemek filan, şu an bunların hepsi benim işim; çünkü başka bir işim yok. bu işin de, daha doğrusu bu işi düzgün, 2 kişilik idare etmenin de, acemisiyim. neredeyse 1,5 ay oluyor ve bence fazlasıyla hallettim; ama yine de bi düzen fena olmazdı. "bugün 35 dakika mutfak temizliyciim"den bahsetmiyorum, anladım ben onu.

6) konu londra olunca gezilecek bir sürü müze, park var. bilet alınacak etkinlikler, bedava konserler filan var. bunları takip etmek de bir iş - zevkli bir iş. kaçırmak istemiyorum.günümün en azından 30-45 dakikasını bunlara şöyle bir bakmaya harcamak istiyorum; çünkü mesela vodvil sirkine indirimli bilet alınca çok mutlu oluyor insan. yani çok abes bir madde oldu bu biliyorum; ama bu benim can simidi maddem: bir şey kaçırmıyosun deryik, bi sakin.

7) bir sürü rutin istiyorum: ev işi rutini, spor rutini, iş arama rutini. sonra da bu rutinleri kırmak istiyorum. çok tatlıyım yani.

resim 1.b. durum aslında bu, sanki.
böyle işte efendim. boş defterlerim filan var. planlarımı da yaptım sayılır, hazırım aslında.

bir de keşke iş ilanları olsa. çok olsa ama, ohooo yani bissürü. neyse.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Croeso i Caerdydd*

1774. postummuş bu efendim. Ne garip, sanki öyle değil gibi. Sanki yenileri yazınca eskiler öğütülüyor gibi; ama gayet, dimdik oradalar ve ben tabii ki blogumun 6. yılını kutlamayı kaçırdım! Hayır yani, işim gücüm de yok; ama kaçırdım işte. En vefasız davrandığım zat, blogum. 26 Nisan'da buralar 6. yaşını kutladı. Eylül'de de okula yazdırıcam kendisini - unutmazsam tabii.

*
Efendiiiim, hafta sonu Cardiff (*Cardiff'e hoşgeldiniz). Avrupa'nın en eski dili olan Galce yine her yerdeydi. Gallerin başkenti yüzümüzü kara çıkartmadı. Her fırsatta yüzme yemini ettiğimiz için, günlük tempomuz yoğundu. Gelir gelmez kaleye koştuk, dolu dolu gezdik. Cardiff'e ve kaleye kadar gitmişseniz, avluyla yetinmeyin, 3 pound daha verip odaları da gezin, cimriliğe gerek yok. Odalar Victoria döneminde bilmem nerenin 3. markisi tarafından bir "orta çağ fantezisi" olarak dekore ettirilmiş. yani bir nevi orta çağ-mış gibi yapma hali. Kış odası mesela, "zaman" temalıydı. Tavanda 12 burç işlenmiş. Camlarda haftanın 7 gününü temsil eden (biri uydurma) 7 iskandinav tanrısı, köşelerde güneşin doğuşu- yükselişi-batışı ve gece. şöminede mevsimler. Rehberle gezdiğiniz için zaten her ayrıntıyı anlatıyor.

Akşam olunca, Londra'dan alıştığımız bilgilendirme-tabela yığınlarını bulamayıp yürüyerek körfeze gittik. Halbuki adama sorarlar, "İstanbul'da mı alıştın?" diye, di mi? Londra arsızlığı işte. Körfezin en güzel, en manzaralı yerinin Bosphorus isimli bir Türk lokantası olması bizim suçumuz değil, rakı-balık için bahane oldu. Körfez küçük; ama özenerek düzenlenmiş, güzel yürüyüş yolları var. Biz arada yüzme molası verdiğimiz için yollara geç düştük ama akşamüstü de keyifli olurdu kesin.

 Dünse efendim, Hıdırellez Cardiff'deydi. Bitmeyen ingiliz yağmurlarına miss gibi, güneşli bir ara verdik. St. Fagans denen açık hava müzesine gitmek için yola çıktık (tabii önce yüzdük. yüzmeden olmaz).  Arada kısaca bir tarih müzesini de turladık (daha doğrusu 50 dakika otobüs beklememiz gerekiyordu). Bu müze çok büyük bir yer değil gerçi; ama biz sanat kolleksiyonunu yetiştiremedik. Komik belki ama, esas "seyirci" kitlesi tahminen 3-12 yaş olan "Tarih öncesi Galler" kısmında takıldık kaldık. Kaya oluşumuymuş, galeksilermiş, yok efendim fossillermiş filan - sahiden çok güzel anlatılıyor. Malzemeden çalınmamış, anlatabildim mi? Zaten yeryüzü şekilleri açısından gayet renkli bir bölge olan Galler'i almışlar Big Bang'den, evrim devrim, bugüne getirmişler. Aklımız kaldıysa, çocukken gidemediğimiz içindir.

Neyse, St. Fagans, Galler genelinden toplanmış 40 adet iyi durumdaki yapının bir araya getirildiği, aslında suni bir kasaba.  En güzel ahırlar, köy evleri filan toplanmış, burası yapılmış. Halen işler halde bir fırın var ve satış yapılıyor, öğle yemeği atıştırmalıkları için iyiydi. St. Fagans Kalesi (eski ölçekle malikane, şimdi kalecik) en ihtişamlı yapısı. Bahçesinde çiçekler, çimler, minik bir ırmak ve 6-7 tane beyaz güvercin vardı. Güneş açınca uzanıp tadını çıkarttık. Yarım güne yakın vakit geçirdikten sonra şehre dönüp bahçelere, parklara vurduk kendimizi. Güneş insanı şebek yapıyor, martılarla gülüştük filan.

Akşam yemeği için yaptığımız tüm planlar "kapalı mutfak"lardan sekti, biz de kendimizi 10 foot tall'da bulduk. İyi ki de orada bulmuşuz. Yemek çok muhteşem değildi; ama bir tapas & kokteyl bar için gayet geniş bir mekandı. Eski bir binayı alıp dekore etmişler, pek şıktı. Mozaik zemin, duvar ebatında ayna filan. Tüm duvarlar ahşap kapılarla kaplıydı, tavanda en az 8-9 tane farklı lamba vardı. Alt kat pub/ bar, orta kat yemek, üst kat canlı müzik diye ayrılmış. Memnunduk efendim.

Bunun dışında, özellikle biricik kocacığım Cardiff'lileri pek bir zevksiz buldu, hatta "bunlarda hiç posh'luk yok yahu, bir ikisi biraz farklı olsun bari" diyerek beni dahi şaşırttı; ama haklı. hep bir süklüm püklüm, salkım saçak haller. Biz pasaklı doğu londra kızlarının bile dudağındaki kırmızı ruja, yok efendim saçındaki 20'ler buklesine filan alışığız. Diana'nın bir zamanlar Galler Prensesi olmasının bu bölgenin başına gelmiş istisnai bir mucize olduğuna, bunun kıymetini bilemedikleri için bir ömür prens olarak Charles'la cezalandırıldıklarına filan kanaat getirdik. "Bunun dışında" gayet iyiler, kendi hallerinde, eğlenceli ve sade insanlar. Biz mavi kanlılar olarak kendilerine az biraz daha "bling" diledik. Sonra tren ve Londra.

Sonrası? bakalım. 4 günlük haftaları seviyoruz.

4 Mayıs 2012 Cuma

ajanda çömezi

Madem internetim var, post. evet.
İnternet olunca ben iş aramaya başlayacaktım, plan buydu. Başlamak ne, mesaim bu olacak. Yani aslında geciken bu internet bağlantısı, bolca aylaklık ve biraz da tempo oturtma süresi olarak yanıma kâr kaldı.

Bugün cuma olduğu için, sonra haftasonu tatili olduğu için filan - ilk günden buna başlamadım. Kendimle ilgili bildiğim yegane şey, "evden çalışma" işini asla beceremeyen biri olduğum. Lise yıllarımda "ölene kadar sandalyesinden kıpırdamadı" insanlarındandım ben, yemeği filan unutup 8-9 saat makine gibi çalışan. Üniversitede de sıçtım lacivertini beklediğim günlerde, artık yumurta kapımıza haşlanmış ve hatta çürümüş olarak geldiğinde, aynı şekilde, heykel gibi oturabiliyordum. Hani kütüphaneye gideyim, arkadaşlarla toplanalım, birbirimize soru soralım filan- pek bana göre değildi ("ihya?" mesajları yollayıp can havliyle bana bilgi enjekte etmelerini istediğim zamanlar hariç).  İş hayatındaysa bana n'oldu bilmiyorum, iş evde yapılan bir şey değil. Bir tür "ders" değil. Çok sevdiğim bir konu da olsa, 3 yıl boyunca burnumdan soluduğum işim de olsa aynı şey: evde olmuyor. Bana ofis lazım, masa, telefon, başka insanlar, tercihen de bi doz sinir stres lazım. O zaman tekerinde mutlu bir hamster gibiyim. Koşmakta bir sorun yok, durup düşününce adım bile atamıyorum.

Neyse, demem o ki: iş aramak da bir iş. Üstelik evden yapılan bir iş. Yaş 28 olmak üzereyken, bunu kendi haline, şansa bırakamam. İş aramak, hele ki Londra denen dehlizde iş aramak (dehliz benim kibarlığım. Aslında burada sözü Sweeny Todd'a bırakıyoruz- Benjamin Barker'ın Londra'ya dönüş sahnesi) zaten insanı geren bir şey. Kanım bitlenip kendimi dışarı atmasam bile evde eminim kendimi oyalayacak tonla şey bulurum, zaten insan girdabı. O yüzden en baştan, derli toplu gitmeliyim. Kendime karşı en güçlü silahlarımı kuşanacağımdır.

Düzgün düzgün, özene bezene ajanda kullanan biri de olmadım hiç. Metis ajandalarını bile bakmak için alıyorum, birkaç sayfada da hevesli notlarım var. Profesyonel ajandacılar birbirlerine gösterip gülebilirler. Aynı şekilde, dosya-klasör işinde de çok beterdim; ama onu halletim. Kişisel ajanda kullanamamak ise berrrbat bir beceriksizliğim. Hatta, sabahları o gün yapmam muhtemel şeyleri ve bol vaktimi düşünüp kitlenip kaldığım çok oldu burada. Far tutulmuş tavşan şaşkınlığı: vakit de var, yapacak şey de! Vakit bolluğu, karar veremeyip hiçbir şey yapmama veya tek bir işi abartmaya dönüşüyor. Kitleniyorum ve sinir oluyorum. O yüzden zaten, saat sabahın 10'uyken "of bugün de bitti!" diyebiliyorum. İstanbul'da kıt vakitlere takla atttırıp burada bolluktan saçmalamak da sinirime dokunuyor. Üstelik başkası için de gayet iyi yapabiliyorum, kendime hayrım yok.

İnternette bakındım biraz, yaşam koçundan bol ne var? Anacım adamlar resmen matriksli sistem öneriyor! yok işte günlük işlerinizi önce saatlerine göre listeleyin, ama hem de önceliğe göre sıralayın (renk, sayı vererek bi de! bi de kodları hatırlayacağım yani. lejant anahtarlı ajanda!) sonra bunlar arasından rutin işleri ayrıca işaretleyin, onu haftalık programa taşıyın, ama haftalık program o kadar da sıkı olmasın; yine de bazı maddeler olabilir. bi işi ajandanıza yazarken onunla ilgili ara stepleri de yazın ki son gün elinizde patlamasın (mesela x'in doğumgünü ve öncesinde x'e hediye alma günü, gibi). bik bik bik. manyak mısınız be?! ben bu kadar düşünsem ajanda patlar yemin ederim, etrafa kağıtlar saçılır. "İlk düşündüğünü hemen yazma ama boş kağıda not al, sonra eleyerek ve yerlerini değiştirerek üzerinden gidip ajandana yaz ama silebilecek şekilde yaz" - sanki sistine şapelinin tavanı! Sanki Obama, ama sekretersiz kalmış!

Bakalım işte. Rejime başlamak gibi bir şey: planlı günlere başlıyorum; ya da en azından günlerimi planlamaya. Ajanda- defter işi olabilir, hatta tercihen bilgisayarda bir organiser programı olabilir (outlook'u saymıyorum, o başka bi şey. onu seviyorum zaten). bir şey olmalı.

öneriniz varsa açığım, hatta "ben de böyleydim, şimdi bir güne üç gün sığıyor ve hiiiç yorgun hissetmiyorum" hikayelerine açım.

imza: her okul dönemi hevesle aldığı klasörü de ajandayı da 1 aydan fazla kullanamayan, ders notlarını defter arasında saklayıp önemli şeyleri de eline yazan pasaklı.

tataaa taaam

İnternöt! bu sabah nihayet postacı geldi. Cama yapışmış, Royal Mail kamyonlarını gözleyen bir bakpostacıgeliyor kızı olmuştum resmen. Geldi ve adımı bile sormadan modemi teslim edip gitti. Yanlış kişi de olabilirdim ya, neyse. Modemi bu kadar hızlı kurabileceğimi bilmiyordum, 30 sn filan sürdü.

Emektar, hesap makinesi kıvamı nokia'm şarj olmayı redderek ötenaziyle aramızdan ayrıldı ve benim bir smartphone almamak için başka bahanem kalmadı. Haftaya bunu da halledeceğimdir artık.

Bu haftasonu için karar verilen yer: Cardiff. Benim için, 5 yıl sonra yeniden; ama bu kez daha uzun. Hava sıcaklığı taş çatlasa 15 derece olduğu için (ki o zaman güneşe dönen ayçiçekleri gibiyiz) daha kuzeye çıkma fikri pek iyi gelmedi, o heralde anca ağustosta filan olur. Cardiff'teki Norveç Kilisesi'nde Roald Dahl'ın vaftiz edilmiş olması ise işte, tarihin cilvesi mi diyeyim, her yol Büyük Britanya'ya mı diyeyim, öyle bir şey.

Peynirlere sarmış vaziyetteyim. Simply Food da sağolsun "deneme boyu" peynir yapmaya başlamış. Tam bir peynir tabağı hazırlamalık ebatlar. Hem böylece bir sürü çeşit alabiliyorsun, bozulma vs derdi yok. Haliyle dün mesela, şaraplı bir peynir tabağı akşamıydı. Artık sadece peynir-ceviz-elma vs yiyerek doymadığım için yanına azıcık patates salatası ve yine azıcık sebzeli bulgur filan gibi "bunlar tutucak seni, azıcık yi!" yemekleri de yaptım. Sebzeden bi zarar gelmez.

Kıyma arayışım mutlu sona ermişti. Köftelik kıymayı bulmuştum, üstelik baharatı vs katılmıştı. Azıcık ekmekle dünyalar benim olacaktı. Parmağım kadar kalın çekilmiş kıymayla uğraşmayacaktım. Köfteleri yapmak kısa sürdü; ama içinde kesinlikle tanımlayamadığım türden acı bir şey var. Baharat ötesi bir şey, gözyaşım burnumdan ve kulağımdan çıkacak gibi bir şey yani. Böyle durumlarda ayran harika bi kurtarıcı.


Camdan dışarı bakınca "çişini tutamayan çocuk" suratlı bir hava var. Hani şimdilik tutuyor ama tam kafamızı uzattığı an çok geç olabilir. Bu sebeple, özünde gayet kazıkçı bir turistik pazar semti olan spitalfields'a gittiğimde, en bi çin stili, en bi beyaz şemsiyeyi aldım. Formu şunun gibi ama tabii ki fırfırsız, çok rica ederim. adeta madame butterfly, çok zarif ve sapında püskül var. Sürekli paltolu, botlu ve şemsiyeliyiz, püskül lazımdı.

Şimdiye kadar niyeyse etraflıca dolaşmadığım Spitalfields'taki standlara bakınca özet şu: Atlas Pasajı'nın boşaltılmış bir Salı Pazarı formatında düzenlenmiş ve tezgahtarlarının Doğu Asyalı olduğu versiyonu. Bence anladınız. Bu arada bizzat standda duran kişi tarafından elde yapılmış çok güzel t-shirtler, kolyeler filan da var; ama fiyatları çok abes. yine de, tabii ki dolandım durdum. Miskinlik başka, aylaklık başka.

Bunun dışında, ailemiz eşrafının, turizmde yasak bölge olarak gördüğü "aşı gerektiren memleket" eşiğini aşma hazırlığındayız. Çok tazecik olduğu için, pırpırlarımı henüz yazmıyorum; ama "her yeni evli çift balayını planlayacaktır" efendim. bence bize bol sabır, hatta milli piyangodan da para.

Dün Londra'da seçim günüydü efendim. Bu gidişle İşçi Partisi kazanacak. Ya sadece 1 aydır burdayım tamam; ama oy verebilseydim "asla Tory'lere oy vermem; ama sırf İşçi Partili diye Livingstone'a da oy vermem" oyu verirdim heralde. Neyse, sonucu görüciiz.

Bence ben yürüyüş yapiym.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Laura

Orange ve internet bağlantısı hikayem, benim mini sinir krizlerim dışında bir yere gitmiyor. En son geçen hafta aradığımda binbir özür dileyerek yeni bir modem teslimat talebi girmiş ve 2 haftalık bedava bağlantıyı "özür hediyesi" olarak sunmuşlardı. Bu haftaki teslimat gününde aradığımda öyle bir talep girilmediğini; ama ah tam da o an girebileceklerini ve 1 aylık bedava bağlantı vereceklerini söylediler. Efendim Laura benle konuşmuş etmiş; ama talebi girmemiş. Maalesef. Orange'ı bırakmak istersem 67 pound ödemem gerekirmiş ve bunu istemezmişim- heralde. Aslında şu strese çözüm olacaksa 67 pound bile dert değil, yeni bir firma aramak, yeni bir talep, yeni bir kontrat filan - gözümde büyüdü. Yaş işte. Bu sefer "valla" girmişler talebimi. Cuma gelecek modem. "Ya nerdeyseniz ben gelip alayım, belli ki postaya veremiyosunuz!" dedim, olmazmış. Müşteri hizmetiymiş eve yollamak. 5 hafta sürmüş olması ise işte, "maalesef".

1 Mayıs haberlerini merak ediyordum. Yurtdışındayken şöyle bir sistem oluyor ister istemez: en felaket haberleri SMS'le öğreniyorsun. Mesela bu "süt dağıttık, zehirlenenlerin hazimsizliği!" haberini öyle öğrendim. Haliyle dün bir felaket sms'i gelmeyince, "acaba güzel mi geçti?" diye neşelendim. İyi geçmiş sahiden. Bunca yıl çekilen o anlamsızca yasaktan kurtulmanın coşkusu, daha uzun yıllar artarak sürer umarım.

Ben en çok, "transfobik devrim istemiyoruz!" sloganını sevdim; çünkü emekçi olmak demek, "heteronormal"likten uzak olmak anlamına gelmiyor. Emekçi hassasiyetinin her alanda olabilmesi için, belki de en zor alan LGBTT hakları. Sendikalardaki kadın üye/ yönetici sayısı bile düşündürücüyken (kreş talebi, eşit işe eşit ücret talebi vb gündem maddelerine girmiyorum) bence en kısa ve öz slogan olmuş.

Neyse, 700 bin kişiye yakınmış kalabalık. Bize bizden korkmayı öğütleyenlere, öğretenlere inat, birlikte, coşkulu ve barışçıl bir kutlama olmuş. Olabilmiş yani. Biz, birlikte olmayı beceremeyenlerin, illa birbirinin gözünü oyanların memleketi değilmişiz. Kendinden başkasını sevebilmekle, ona güvenebilmekle başlayacak güzellikler; her yerden üzerimize püskürtülen nefrete kapılmayarak başlayacak. Nefret edecek şey o kadar çok ve her yerde ki, zaten zor olan etmemek. Zoru severiz, kolaya kaçmamaktan ötürü.

Pazartesi yine yeniden bank holiday. Efendim, bahar tatiliymiş bu, her mevsime bir gün. Havalar her ne kadar genellikle kapalı, nadiren güneşli olsa da, o deli manyak yağmurlara birkaç gündür ara verdik. Mayıs ayında hala kalorifer yakmamız bile o kadar can sıkmıyor. bir de nereye gideceğimize karar verebilirsek, oh ne ala.

Haftasonu sevgili Simge'ciğim misafirimizdi, 3 gün yoğunlaştırılmış ve yer yer yağmurlu bir programın sonunda şemsiyesini bana bıraktı. "Al yahu lazım olur" deyince, "Hatırlatmak istemezdim; ama mayıs ayında İstanbul'da... lazım olmuyor" dedi. Yutkundum blog, sadece yutkundum. Buradaysa çantanın sapı gibi, ayakkabı bağcığı gibi bir şey.

Biraz güneş açsa da fotoğraf çeksem, filmi tab ettirsem ve şu gri havalara uygun, yeni bir film alsam. Laura ve diğerleri işlerini sevseler, derdimi anlasalar, şu modem gelse. Modem gelse ve ben sonra, nihayet, smart phone teknolojisine aşama yapsam. Ben efendim hala hesap makinesi gibi bir antika nokia kullanıyorum ve yine ben onu bırakmadan o beni terk ediyor: artık şarj olmamaya başladı.

Bunun dışında, dergiler ve kitaplar. Kitaplar hızlı bitiyor ve çok şükür ki dergiler ucuz. Yani bir i-D'nin Türkiye satış fiyatıyla buradaki fiyatının alakası yok. Poundu TL'ye çevirseniz bile yok.  O yüzden dergilere gömülmek gayet mümkün. Ayrıca NTV Tarih yerine BBC History almaya başladım, ısınma turları. İngiliz hanedanlarının sırasını filan unutmuşum, tey tey tey. bir tur daha okuyacağım. vakit bol.

İşte yine kafe kapanıyor ve ben kovuluyorum.
Buradaki her çay- kahve fişimi Orange'a göndermek istiyorum. Gırrr.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker