29 Ağustos 2012 Çarşamba

tek.

Insanların 30 yaşı gözünde büyüttüğünü düşünüyorum. 30'a atfedilen birçok şeyi ben 26 yaşımdayken yaşadım. 26 kritik bir yaştır. Anketlerden vize başvurularına kadar birçok yerde artık "18-25 yaş" olmamanın yaşıdır 26. artık "26-35"sinizdir ve o andan itibaren, 26 veya 30 veya 35 arasında pek fark yoktur. 26 öyle bir şey yani: artık 35liklere takılma zamanı. 18 olduktan sonra 25liklere takılmak, takdir edersiniz ki 26 olunca 35liklerle takılmakla aynı şey değil. Eh şimdi 28'e doğru giderken, bunun bir paraleli olan "18. yaşgünümün üstünden 10 yıl geçmiş" gerçeği de 30'dan daha gerçek bir dert gibi duruyor. lise mezuniyetimin 10. yılı geçti mesela. üstelik ben buna anca "ya bikaç yıl oldu tabii de ON YIL olmamıştır be" dedim. ama olmuş. yok ya olmamıştır.

falan. oysa ben yaşa, yaşlanmaya pek takılmam. daha 2 hafta önce benden kimlik istediler. öyle "içki alacaksan 24 göstermelisin" filan değil, resmen 18 yaş üstü oluşumu ispat için istediler. zaten benden 8 yaş küçük kardeşimden daha küçük gösteriyorum. anlı şanlı bir bodur tavuğum yani, 28'i yemişim, göz kremime bir şey olmasın.

bu satırları pijamalı yazıyorum. bütün gün pijama çıkarmama ataletinden bildiriyorum hatta. buraya geleli 5 ay oldu ve sevgili blogcuğum, ben iş aramalıyım. arıyorum da aslında; ama gerçek bir iş arayan kadar azimle veya istekle değil. rahatlığıma tüküreyim. iş istiyorum, o başka. işim olmazsa bu ev beni yutar, kemiklerimi bile bırakmaz. ben sabah 7de uyanıp iş kıyafeti giymek ve şanslıysam 8 otobüsüne yetişmek filan istiyorum.

bak şimdi blog: üniversiteyi 4 yılda bitirdim, son senemde çalıştım, üstüne yüksek lisansa gittim, tezimi teslim ettiğimin ertesi günü part-time bir işte çalışıyodum. bi sene sonra sabit bir işe başladım, arada sadece bir haftasonu kadar es vardı. 3 yıl çalıştım, ilk yıl iznim yoktu, sonraki yıllarda da standart 2 haftaydı işte. onun da hepsini kullanmadım hiçbir zaman. pek ara vermedim, kafamı kaldırmadım ve bilen biliyor, canım çıkana kadar, yarı ölü bir tempoyla çalıştığım zamanlar oldu. sonra bir anda durdum ve londra'ya geldim. eh haliyle ilk 1-2-3 ay, ben tatildeydim. ben bir mola vermiştim ve molamı da londra'da vermiştim, rica ederim yani. şehirle tanıştım, evlilikle tanıştım, hatta evle bile yeniden tanıştım. niye böyle bir yaşam özeti yazıyorum bilmiyorum. aslında biliyorum: ev beni yuttu blog. çalışmamak beni yoruyor desem inanmazsın.

neyse, tanıştım. tanıştık yani tamam, bitti. bir insan ne kadar tanışabilir? sonra sıra "yeniden"e geldi: tüm o tempoya yeniden kavuşmaya. bir şey yapmam gerekirken yapmayışım beni öldürüyor. ben gailba, "lisenin yıldız çocuğuydum" sendromunu yeniden yaşıyorum. üniversitede olmuştu: ben lisenin yıldız çocuğuydum, derslerim iyiydi, kafam basıyordu, iyi gidiyordu. sonra üniversite geldi; gerçek yıldızların mekanı. vasat bir not ortalamam olacağı gerçeğiyle yüzleşmek biraz sertti. ineklikten veya hırstan değil. aksine, yeterince inek veya hırslı olsaydım, heralde daha yüksek bir not ortalamam olurdu. ben "oturduğum yerden" yapmaya alışmıştım galiba ve artık oturduğum yerden olmuyordu. olduğu kadarla idare ettim. sonradan açıldım. ana derslere takılmadım, seçmeli derslere gömüldüm. oldu bir şeyler. neyse işte, yeniden yaşıyorum bunu: ben iş yerimde joker elemandım. her şey benim elimden geçiyordu, oturduğum yerden yapıyordum. yorucuydu, ah çok da sıkıcıydı ve sevmiyordum; ama çok iyi yapıyordum. yıldız çalışandım inanınız, az ve öz çalışanlı yerin yıldızı.

o eski halimden eser yok şimdi. şimdi bilmediğim bir ülkede, çalışmadığım ama okuduğum bir alanda iş arıyorum. daha doğrusu, iş bulmak istiyorum; ikisi çok farklı şeyler. cover letter yaz diyolar. "vereceğiniz işleri iyi yaparım, zaten iyi olmazsa kendimi yiyip düzeltirim" filan yazmak istiyorum. kapıyı ben çalmayayım, aralık bıraksınlar istiyorum; kendim girer, arkamdan kaparım kapıyı. bunları neyime güvenerek istediğimi de bilmiyorum ve işin fenası, çok sinir olurum böyle hayal alemindeki insanlara. tek işi evde oturup iş aramak olan birinin halinden şikayet etmesi bana fazlasıyla "burjuva dert" geliyor. kendime fazlasıyla gıcığım bu ara yani. bu yazıyı yazıyorum ya, birkaç ay önce bundan bi tane daha yazdım ben. onu da hatırlıyorum, daha da kötü bir his.

şansım şu ki yanımda bana benden çok inanan biri(leri) var. iş bulmamı benden çok isteyen, şeytanın bacağını kıracağıma inanan biri var. az daha çabalasam, hemen kabuğuma çekilip küsüvermesem, azıcık hırslansam yapacağımdan emin biri. bana moral verdiğinde utandığım biri. şu durumda moral verilmeye ihtiyacımın olması bana çok boş geliyor. "lan evdesin, bütün bir gün evdesin! hayatındaki tek hareket çamaşır makinesi kurup bulaşık yıkamak. iki mail atıp bi cover letter yazmayacak kadar tembelsin ve buna varoluşsal kılıflar uyduruyosun! yemişim his dünyanı. ben de o sırada eşek gibi çalıştığım için varoluşumu damardan hissediyorum tabii, kılıf gerekmiyo; ama yok, eve gelip bi de olmayan acılar dinliyorum!" dese, o veya herhangi biri, ben iyi bi tokatlasam kendimi, sanki daha etkili olacak. ben bana diyorum bunları çünkü, ohoo neler diyorum hatta.

sonra n'oluyor? bir azim dalgası. aman allahım, agresifçe girişmeler. iş listeleri, günü saatlere bölmeler. hayatı boyunca bir tek ajanda kullanmamış bir plansızın parodisi. debelenmeler. koşarak denize atlamak gibi.

şimdi güneş gidiyor. hava bulutlu, gri ve yağmurlu olacak. sorun değil. çok şikayet etmeme rağmen aslında derdim yağmur değil. tek derdim kısa günler. ben, pijama halini almış sevgili kabuğuma sarılıp "ay yemek, çamaşır derken gün bitiveriyor" muhabbetinden zevk almaya, bu blogu da el işi göz nuru bloguna çevirmeye filan başlayınca da beni gelip vurursunuz, acıma son verirsiniz artık.

dürtülmeyi bekliyorum. dürtük de yetmez, iyi bi tekme.

24 Ağustos 2012 Cuma

genler ve aforizmalar.

yok ya, tutamadım.

şu GDO konusu çok enteresan. Karşı çıkanların ne dediği belli aslında: "X- Y-Z zararları olabilir. olmasa bile, zararsız diyemiyorsunuz ve ben şaibeli bir şey yemek istemiyorum". bu kadar yani. punto. ben, ne idüğü belirsiz bir şey yemek istemiyorum, ülkeye girip düzgün tohumu, düzgün mahsülü bozmasını istemiyorum; çünkü yapabilir. siz "hayır asla yapmaz" diyemiyorsunuz ve bunu da kabul ediyorsunuz. tamam.

GDO destekçilerinin argümanları ise benim en sevdiğim şey; çünkü iktisat 101 veya mantık alıştırması gibi.  Bi kere zaman-mekan, tarih, insan yok. varsayıyoruz ismail. Bu tartışmaları okursanız ilgi çekecek yanı şu, genetik bilimi, biyoloji, flora- fauna vesaire işleri "karşıt" kampın argümanları. destekçiler daha ziyade iktisadi kanıtlar sunuyor. o yüzden, mantık oyunu gibi bir şey, çok eğlenceli. başlayalım:

1) "dünya 7 milyar, giderek artıyoruz ve kaynaklar kıt. aç çocukları düşünün": aklımıza malthus geliyor, ah eski günler. malthus joker bi adam aslında. "nerde çokluk orada bokluk, o zaman şöyle şöyle yapalım!" demek mi istiyosunuz, malthus sizin adamınız. kıyamet günü senaryosu, hepimiz fare gibi ürüyoruz! mesela "zaten çok kalabalık, milyarlarca insan aç, en iyisi en çok doğuran nüfus olan zencileri ve fakirleri hadım edelim!" de dediler bi vakit; malthus mu, malthus. neyse, çürütüverelim:

 a) canım malthus, milyarlarca aç var ve yüzlerce de fazla zengin var. bu bi piramit. bir zenginin kedi maması masrafıyla 4 kişilik aile doyabilir. dağılım eşitsizliği var, kaynak kıtlığı değil. senin çöplerin o kadar çok ki insanlar orada uyuyor.insanlar aç, çünkü sen yutamayacağın lokmayı bile ağzından çıkarmıyosun.
b) canım malthus, milyarlarca insan aç ve sen onları doyurmak için mısır ve soyanın genetiği değiştirip, glikozunu laboratuar ortamında ayırıp, işlenmiş gıdaya mı katacaksın?o işlenmiş gıdaya parası yetse, GDOsuz da alır zaten? hadi diyelim ki sahiden kaynak kıt, GDO'nun mahsül artırma vaadi yok ki. o yeşil devrimdi.
c) canım malthus, pis fakirler aç ve sen onları doyurmak isteyen tok adam olarak, doğalı onlara bıraksan da GDOyu kendin yesen? olmaz di mi? çünkü senin paran var. çünkü bu serbest piyasada, arzı daha da azalacağı için fiyatı artacak doğal gıda (organik değil bakınız) da senin hakkın, doğal olarak; çünkü paran var.onun yok, pis fakir; ama sen zengin beyaz adam olarak ona en azından 1TL karşılığı plastikburger sağlıyosun, öpsün elini.
d) aç çocuklar nasıl aç kaldı, onu da düşünelim mi? bu açlık durumu t=1 zamanı olsun. sen malthus ve ben ve o aç çocuk, t=0 iken aynı sofrada değildik zaten. o aç çocuk yer sofrasında, kendi tarlasının mahsülünü 5 kardeşine pay ediyodu muhtemelen. sonra malthus, sen doymadın. kallavi sofran yetmedi sana. onun tarlasına girip, onun yemeyeceği, yiyemeyeceği şeyler ektin malthuscuğum. tarlasını senin için ekti biçti, sırf sen ye diye, ye ki iki kuruş ver diye. o iki kuruşla gidip kendine yemek aldı malthus, canım malthus. sana sattıkları iki kuruştan daha kıymetliydi.

2) "genetiği değişmemiş ne var ki? hepimiz zaman zaman GDO'yuz":  bu heralde bilimsele en yakın argüman. başlıca dayanaklarını söyleyeyim hemen: "atalarımız tarım yapmaya başladı ve biz doğanın genetiğini değiştirdik. aynı buğdayı yemiyoruz, yabani buğday tarımla evcilleşti. yani tarım bile genetik değişim sürecidir icabında". başka biri de şu: "havuç turuncu muydu sanıyosun? turuncu olması da genetik müdahaleden, aslında mordu/ beyazdı; ama şimdi turuncu bilip yiyosun işte". bunların bi kardeşi de "oranın üzümünü ıslah yoluyla burada yetiştirdik, demek ki GDO" imiş, bugün öğrendim.
tabii bunları söylerken, GDO nedir bilmemek, pek enteresan. oysa bilmek zor değil. iyi ki vikipedi var da aynı bazallıkta yanıt verebiliyoruz: "genetiği değiştirilmiş organizma, genetiği genetik mühendislik yöntemleriyle değiştirilmiş organizmadır. farklı DNA molekülleri tek bir molekülde birleştirilerek yeni gen yaratılır. Daha sonra bu yeni gen organizmaya aktarılır ve böylece GDO oluşur". kabaca bu yani. evrim- mutasyon- adaptasyon farklarına girmiyorum bile.

ıslah denen yöntemdeki çaprazlamanın, "engineered" bir genle aynı olmadığını izahla uğraşmayacağım. sadece şunu söyleyeyim: kutup ayısıyla domates ıslah edemezsiniz; ama kutup ayısının genini domatese yerleştirebilirsiniz. utanmasalar aşılama yöntemini de GDO yapacaklar ve hatta belki insanlar da GDO'dur, boşuna mı evrim geçirdik?

buğdayı izah edeyim: on binyıllar içinde gerçekleşen bir değişim. anthropomutasyon mu öyle bi de adı vardı bunun, insan kaynaklı olduğu için: ama insan eliyle değil. o kendi değişime uğradı yani. kutup ayısı geni vermedik kendisine. havuç da hala havuç, mor ve beyaz formları da hala duruyor. mor ve sarı menekşeyi yan yana ekerseniz çizgili menekşeniz olabilir. bu da GDO değil.

3) "Hayır yani, açlığa çözümün ne anlamadım? Organik sanki ucuz! senin paran var tabii konuşuyosun! İnsanlara seçme hakkı ver!": Ah bu en sevdiğim. akla hemen su-pırlanta teorisi geliyor. şöyle: "su daha hayati olduğu halde, pırlanta neden daha kıymetli?" cevabı da burda: çünkü su daha bol, pırlanta daha kıt bir kaynak. bakınız böyle iktisat 101 anılarımızı tazeliyoruz, bi sebebi var.

Evet, organik gıda pahalı. Doğal gıda biraz daha ucuz; ama etiketleme sorunu bol. Peki neden? çünkü sera ürünü, hormonlu, ilaçlı gıda daha çok ve yaygın. Şimdi rica ederim, ben çıkıp da pırlantaları artırmayı öneriyorsam, bunu zengin olduğum için mi yapıyorum, yoksa herkes pırlanta takabilsin diye mi? Sen çıkıp da kendi yemeyeceğin gıdayı "su" kadar elzem ilan ediyorsan adama sormazlar mı, sen niye içmiyosun? Bu argüman iktisadi olarak maalesef tutmuyor. Madem organik/ doğal olanın pahalı olması asabını bozuyor, yaygınlaştırıp arzı artırırsan fiyatı düşer. arzı artırma kısmı da imkansız değil; tarım arazilerini ve kaynaklarını GDO kolaycılığına ayırmadığın sürece tabii.

4) "GDOlu ürünü canavar zanneden bilim düşmanı, duygusal cahiller! İzin verin sizi kurtarayım.": burada iktisadın "rasyonel birey" varsayımını alıyoruz, tarih derslerindeki "white men's burden" ile karıştırıyoruz. Az önce diyoduk ki insanlar aka fakirler seçme hakkına sahip olmalı ve GDO bi seçenek olmalı. onlar en mantıklı şekilde zaten karar verirler. o kadar istemiyosa yemez, yeter ki serbest piyasaya ot tıkama; sonuçta rasyonel insanlarız. E peki canım şimdi ben niye aynı rasyonel birey olamadım? Rasyonel bireyin rasyosu, bilgiye erişimle ilgili. niye GDOlu ürünü canavar sanayım, bilim düşmanlığı nerden? Sen bana tüm bilgiyi verdin, hepimiz pek rasyonel rasyonel okuduk, ben itiraz ettim sadece. Fakir itiraz etmeyip yedi, o rasyonel. Ben itiraz ettim demek ki rasyonel değilim, öyle mi?

Bi de senin bu kurtarıcı haller nereden kuzum? bi beni kurtarıyosun bi fakirleri, sen de bizim gibi ölümlü, rasyonel bir birey değil misin? yoksa farkın ne? bilim sana mı özel? neyi daha fazla biliyorsun? bizle niye paylaşmıyosun? ah yoksa aramızda sınıflar ve farklar mı var? bilgi bol da erişim mi sınırlı? Gıda gibi sanki, kulağa öyle geldi ama bilemiycem.

ayh neyse içim bayıldı. devam edemiycem. zavallı iktisat.

"afrikadaki açlar" diyenlere sorarım, siz oradaki tarımdan haberdar mısınız? yılda kaç ton pamuk ve kahve yetişiyor farkında mısınız? siz afrikayı çöl filan mı sanıyosunuz? başbakanla tura çıkmaya benzemez. tarım arazilerinde tek tip cash crop yetiştirilsin diye teşvik verilen ülkeler, kendilerini doyuracak gıda ürünlerini yetiştiremiyor o topraklarda. toprakları aşırı ilaç ve gübreleme yüzünden fakirleşti. GDOlu ürün denemelerinizi orada yaptınız. Afrika'yı da geç. Koskoca meksika yıllarca yemediği tahılları yetiştirdi sizler için. Hindistan'da su savaşları çıktı. Oradaki açlardan memnundunuz gerçi, GDO deneme tarlanızı süren açlar olduğu sürece açlıklarıyla ilgilenmediniz. Hem önce "Afrika" dediğiniz koca kıtadaki ülkelerin yarısını sayabilin bari. en azından. ödevinizi yapın; çünkü bambaşka iklim ve coğrafyalar var o kıtada. sanki umrunuzda ya! sanki umrunuzda! sizin için arada bi ajitasyon yapmak için kullanılan aç çocuk deposundan başka ne ki afrika?

viktorya gölü, kocaman. içindeki balıklar gitti, tek tip bi balık yetişiyor. o balık da fileto yapılıp avrupaya gönderiliyor, çok aç çünkü avrupa. balığın kılçığıysa tesisten alınıp halka satılıyor. evet balık kılçığı, kafası. birbirlerini ezercesine kapışıyolar, suyuna çorba yaparsa ne âlâ. Afrika aç; çünkü önündeki tabağı Avrupa yiyor. yemek bile değil, oradan aldıktan sonra, bi bakıyo ki raf ömrü dolmuş, tabağındakini bitirememiş veya bıkbık: çöpe atıyor. Balık filetosunun binlerce mil yol gitmesi normal çünkü. mesela avrupa kıtası dünya ortalamasının 2 katı mı ne deniz ürünü tüketiyor. ispanya ise avrupa ortalamasının 2 katı, öyle bir şey. kamboçyadaki, perudaki balık çiftlikleri ispanyaya çalışıyor. aman yesin, aman doysun espanya. yiyemedi mi? atsın nolacak? yeter ki her gün rafta aynı ambalajla durabilsin. yeter ki olsun raflarda. filetonun kılçığını bağışlıyoruz ya! perudaki balık çiftliklerindeki küçük balık stoğunun okyanuslarda küçük balık bırakmayışı ve büyük balık stoğunun hızla erimesi kimin umrunda?

devam edeyim mi? o batı arada bi içlenip doğaya acıdı diye, bioyakıtlar türedi. bioyakıt denen şey normal mazota en fazla %10 oranında bitkisel yağ karıştırmaktan ibaret. o yağ da genelde soya, palmiye vb bitkilerden geliyor. endonezyanın diktatörlük döneminde binlerce hektar verimli arazi bu bioyakıt için gerekli bitkilerin tarımına ayrıldı, hepsi fabrikalarda yağ, arabalarda benzin oldu. sonuç? tarım yapıp doyan halk aç kaldı. direnenler işkencelerden geçti, insanlar kaybedildi. dikta rejimi köşeyi döndü.ama bioyakıtlar "yeşillik! çevrecilik!" diye pazarlandı ve alıcı ısrarla var. ay ben bu aynı şeyleri kaçıncı kez yazıyorum acaba?!

toprak, arkadaşım, politik bir şeydir. gıda da öyle. şu gezegenin en eski politik davasıdır bu ikisi. ama yok öyle değilmiş! bir takım bilimsever rasyonel bireylerin afrikadaki açlara acımasından ibaretmiş olay. ben de monako prensesiyim.




*

toprağın bereketine güvenmemeyi anlarım, ben insanoğlunun bu kendine güvenine şaşıyorum. gübreyi, ilacı basıp kuruttuğun toprakta DAHİ büyüyebilen ucube bi tohum yapmakla gurur duyuyorsun. senden önce, o toprakta susuz tarım yapmak mümkündü oysa. aklına gelir miydi? bi rahat bıraksan, nefes alsa, herkesi doyurabilir. bu ağaçlara sarılan romantik bebelik değil, sahiden. az tüketmeyi, az yemeyi becermen lazım. bioyakıt için birilerinin hayatını kaydırmak yerine, araba almamayı becermen lazım.

ha tabii bunu deyince, a) bilim karşıtı b)şehir hayatı karşıtı filan oluyosun. çünkü bugün de tespit ettik, bilim illa GDO'nun yanındadır; başka bilim yoktur. GDO'ya karşıysan genetik araştırmalara da karşısın. Atom bombasına, nükleere karşıysan, evinde elektrikli alet de kullanma arkadaşım! Böyle yani, soğan acıdır, hayat da acıdır, hayat bir soğandır!

toprağı, yaşamı, tohumu tekelleştirenler bilimi, bilgiyi, araştırmayı sana bana bırakacak değiller ya. onlar da tekellerinde. mesele tekellere karşı çıkmak. en komik yanı da şu: piyasacı olan siz değil miydiniz kuşum? niye bu tekellere destek veriyorsunuz? hani nerde rasyonelliğiniz sizin? ironinizi yerim.

içim şişmese, organik- doğal-etik-yerel ayrımlarına filan da giricem de siz bi zahmet araştırın bulun. inek sidiği de organik, yüze sürüyolar şifa için hindistanda. keza bazı mantarlar da çok organik, yiyosun uçuyosun. neyse yani, bi şi organik diye tapacak değilim, onu anlatmak istedim. benim derdim, o şeyin bitki olduğundan emin olabilmek. içine kutup ayısı kaçmış bitki değil.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

bir küçük cezve

cuma günü sırf indirimli diye bi şişe şarap içip sonra sarhoş kafayla trene ucundan yetişen çift bizdik. ingiltere'de tren bileti alırken güya koltuk seçebiliyorsunuz. bizim de iki sabit isteğimiz var: düz oturalım ve masasız olsun. bu sistem sanırım "ne istemiyosa onu daya da terbiye olsun arsızlar" sistemi aslında. yine ters yolculuk. dönüşte de masalı ve tersti. henüz istediğimiz şekilde bi koltuğa hiç oturmadık ama seçmeye de devam ediyoruz inatla.

neyse, 2 saat sonra nottingham'daydık. çok büyük olmayan; ama kendine has yerleri ve tarihi olan bir üniversite şehri. "üniversite şehri" kalıbını da pek sevmem; aklıma eskişehir gelir. bir heves gittiğimiz eskişehirde yaşadığım hayalkırıklığı, daha önce bi post konusu olmuştu. yine de öyle sahiden. 2 tane üniversite var, çok büyük. biz ersininkine gittik haliyle. büyük, yeşil ve "sürdürülebilir" bi kampüs. içinde kuğu filan uçuyor, balıkçıl yandan sizi kesiyor, kendi enerjisini üreten binalar filan. kampüs neyse de, yurda gitmeyeli yıllar olmuş. yurt odasında kaldık, ortak mutfak filan. kendi payımı yaşadım bitti; ama nostaljik bir lezzet olarak iyiydi tabii. neyse, bir yurt gerçeği olarak geç yattık ve geç kalktık ve hep birlikte yemek yaptık. Edit: pitcher & piano'yu atlamışım! eski bir kilise, bara çevrilmiş. kocaman tavan, güzel müzik. öğrenciler tatilde olduğu için çok kalabalık da değildi. nottingham'da bi geceniz varsa, buraya gidin. ben nasıl atlamışım ya?!

şehir meydanını yapay kum, 2 karış derinlikte havuz, oyuncak vs ile doldurmuşlar, yaz bölgesi olmuş. çocuklar kuma bulanıp suda yıkanıyodu, fıskiye altında koşuyolardı filan, kendilerinden geçmişler. yetişkinler için de şezlong, içki-yemek standları vardı. hasır- ahşap kullanımıyla bi an için yazlık bi yermiş gibi oluyo sahiden. ilk gün şehrin kalesini gezdik, çocuklar için yapılmış robin hood bölümünde coştuk. nottingham = sherwood. haliyle robin'den kaçış yok. oradan sonra "ye old trip to jerusalem" isimli, 1189'dan beri aynı yerde olan güzel pub'a gittik. bir kısmı mağaraya oyulmuş tatlı bir yer. kudüse giden haçlı ordusu askerleri burada toplanırmış, adı oradan geliyormuş. minik minik odaları var birbirine bağlanan. kendi ale'leri meşhurmuş; ama hava çok sıcaktı ve çilekli-limonlu cider harika bir seçenekti.

oradan sonra miskinliğimizi de alıp yurda döndük, duble doğumgünü kutlaması için hazırlandık ve memsaab isimli bir hint restoranına gittik ki bence harikaydı. genelde pek bir geleneksel dekorasyon ve hindistanın dört bir köşesinden ortaya karışık olduğu için fazla karışık oluyor, öyle değildi. ayrıca mekan sahibi hanfendi de tüm gösterişiyle ordaydı. 3-5 dilde "iyi ki doğdun" dedik, yetmedi, yan masadaki 20-25 kişilik hintli grup da eşlik etti. sonra, 90lı yılların başına park etmiş bir DJ'in çaldığı minik bir mekana gittik. havasızdı; ama içkiler güzeldi ve duble koyuyolardı. bir takım danslar edildi, elbette.

ikinci günümüzü ise geyik koruma bölgesi olan bi parkta geçirdik. dark night rises'taki wayne malikanesi burdaydı, içini gezdik bi güzel.  Park diyorum; ama kocaman, sonsuz bi yeşillik. biraz yürüdük, biraz uzandık, uyuduk filan. yakınında golf sahası da var. tüm ciddiyetiyle 8. deliğe doğru atış yapan adamlar ve diplerinden yürüyerek geçen koca geyik. böyle bir şeyler.

özet: nottingham güzel, öğrenciler daha güzel. şehir pek bir boştu, bi de doluyken görmek lazım ki öğrenci şehri olduğuna emin olalım.

17 Ağustos 2012 Cuma

meanwhile in london...

victoria park
Efendiim, ben 1 aya yayılmış halde, taksit taksit tatil anısı yazarken günler durmadı tabii. Londra'dan bir koca olimpiyat geçti. Olimpiyat Stadı aslında bizim eve yakın, yürüme mesafesi denebilir (tamam, uzun bi yürüyüş). Bizim biletimiz yoktu; ama yer gök park ve parklara dev ekranlar kuruldu. Açılışı Haggerston'da yaptıktan sonra benim sadık yarim Victoria ile devam ettik. Hyde Park filan turist işgali altında, pek bi kalabalıkmış sanırım. Biz Victoria'da fena değildik, çok yığılma yoktu, dönmedolap vardı.kapanışta ise victoria park'taki o manyak kalabalığa girmeyip yakındaki türk restoranına gittik, mis gibi yemek yedik ve hatta sonra ameretto bile ikram edildi ki daha nossun. Hazır elim alışmışken bikaç fotoğraf da koyayım, tam olsun.

oyuncak
murray kazandı!
Bu arada, bir yağmurlaşmalar yaşadıysak da, sonra bayaa bayaa yaz günleri oldu; çimler ve güneş. tatil dönüşünden itibaren ben sahiden, tam gaz iş aramaya giriştim. Beni bilen bilir; sahiden nefret ettiğim, ertelediğim, yapmamak için başıma kuma gömdüğüm bir şey. Tamam, kimse bayılmıyor; ama "bir şey yapmalıyım!" şevki/ tutuşması/ hırsı filan da yok bende. Fişim çekiliyor, ben kabuğuma çekilip bir tefal kızı oluyorum: zaten istemezler, zaten beğenmezler, zaten ben de onları beğenmem, zaten hepsi bok. Bu zatenlerim yüzünden sevmediğim bir işte 3 yıl çalıştım "zaten". Haliyle bu gaz halim de aslında pek gaz değil sanırım; ama eski işimde beynimi yıkayarak öğrettiklere üzere: "bir, sıfırdan büyüktür", yapıyorum bir şeyler. sinir olduğum bir şey bu, "durabilme lüksü"m olduğu için durduğumun farkındayım. o yüzden kapıyorum bu konuyu.

aslında ev hayatı dev bir atalet. düzenli koşu hevesim 3. haftanın sonunda iki morarmış tırnak ve 10 yıl sonra yeniden deli gibi ağrıyan diz ile sonlandı. dizim o kadar belalı ki zorlayamadım. belki de tam o aşamada rocky olmam gerekirdi; ama cık, olmadım. zaten "koşuyorum" dediğim herkes pek bir dehşete kapılıyodu (divad hariç bak, o sessiz destek). koşmak yerine yürüyorum, daha benlik.

Bu arada St.Paul's'e gittim nihayet. Hep bi aksilik oluyodu. Gittiğimde bilet satışındaki tonton amca vergi ödeyip ödemediğimi sordu. iş bulunca ödeyeceğimi söyledim. pek güldü, yakında bulmamı diledi, bi de "işlerin benden çok torunlarım için zorlaşması beni üzüyo" dedi. üzülme sen amca ya. gülümsedik karşılıklı işte. Sonra yükseklik korkuma tutunup en tepedeki golden gallery'e kadar çıktım. Çıkmak pek sorun değil zaten; sorunsuz inebildim de. 528 basamaktı galiba.
"sahiden çıkabildim" adlı eser.
sonra tate'deki munch sergisine ve şu yeni "tank" bölümüne gittik. tank canlı performans alanı da var ama biz hiçbir şeye bakmadan gittiğimiz için denk gelemedik, onu ayarlamak daha iyi olabilir. munch, "çığlık"sız; ama pek güzel. ayrıca şu "pastel boya çığlık nasıl o paraya satılır?!" konulu eleştiriyi anlamak için de iyi; çünkü edvard bey beğenilip satılan hemen her eserini bir daha yapmış. neyse işte, denk gelen atlamasın.

şunları kraliçeye getirin
nihayet greenwich'e de gittik. DLR cutty sark'a kadar gidiyor; ama olimpiyat sebebiyle o durak kapalıydı. bence iyi de oldu, bi öncekinde inip thames tünelinden yürüdük. 1902'de yapılmış, nehri yürüyerek geçiyorsunuz. aşağısı o kadar serin ki, "sahiden suya girdik biz!" diye düşünüyor insan. Neyse, olimpiyat sürerken gittiğimiz için gözlem kulesi kapalıydı; ama denizcilik müzesini gezdik ki britanya tarihinin özeti denebilir. Neden ada olmakla bu kadar gurur duyuyorlar, "kıta avrupası" diye burun kıvırıyolar, anlıyor insan. ister istemez dev bir kolonicilik müzesi aynı zamanda; hindistan, çin, afrika dolu. köle ticaretine ayrı bir bölüm ayrılmış. ben müzelerin çocukları düşünerek hazırlanmasını seviyorum. pixar animasyonları gibi olmalı sanki: çocuklar için gibi görünebilir; ama yetişkinlere göndermelerle dolu. burası da yetişkinler için; ama çocukların da ilgisini canlı tutacak şekilde hazırlanmıştı. özellikle keşifler bölümü güzeldi, latin amerikadan, güney kutbuna. küçükken amundsen ve scott'un hikayesini okuyup böhür böhür ağlamış bir çocuk olarak çok zevk aldım.

ortaya karışık greenwich

 müzenin bi diğer güzelliği de, ufak da olsa bir "çevre" bölümünün olması. yani deniz, okyanus tarihten, mavi sulardan ibaret değil bu müzede, aksine tam da bugünle ilgili. onlarca atık, gerçekleşen tanker kazaları, geridönüşüm vs her konuda kısa kısa bilgi vardı. yeterli mi? belki değil; ama daha büyük olsa fazla didaktik olabilirdi. bence hem yetişkinlere hem çocuklara fazla ders gibi gelen bir konuyu gayet renkli anlatmışlar. o yüzden ellerine sağlık.

sonra deniz harp okulu bahçesine kurulan ekranda, canlı müzik eşliğinde biraz maç seyrettik ve eve dönüş. greenwich'e bir daha gidip, kalabalıksız, sakince gezmek istiyorum. hatta bu sefer şu nehir-taksi kılıklı motorlarla gitsek keşke.

victoria & albert museum'da henüz bitiremediğim yerler vardı, geçen gün bir daha gittim. yine bitmedi; ama az kaldı. kocamansın V&A ve en güzel müze mağazası senin. müzeyi gezerken her bölümde 1-2 tane "lütfen dokunun" köşesi oluyor. oradaki bir malzemeyi veya bir stili daha iyi anlamanız için, mermer, granit, taş oyma vs. parçalar var. hem çocuklar, hem dokunmatik yetişkinler hem de görme engelliler için; çünkü breille alfabesiyle açıklama da var. ayrıca yine çocuklar için olduğunu düşündüğüm ama hep yetişkinlerle dolu olan keşif odaları var: mesela bilgisayarda kendi armanı tasarlıyosun, püritenlerin yaka fırfırını veya şövalyelerin eldivenini deniyorsun. müzeden ayrı bir "çocuk odası" değil bu, bölümler arasında geçerken uğranıyor ve bence böyle çok güzel olmuş.

V&A seçmecesi
 yıllar boyu değişmeyen saç rengime tatil öncesi bir ufak dokunuş yaptım, 1-2 ton açıldı. küçükken yazın açılırdı böyle, sonra olmadı hiç. boya değil de işte, şu oksijenli, saç açıcı spreylerden. john frieda'nınkini kullandım ben heveslisi varsa, hem kolay, hem kontrollü; ama saçınızın zaten açık renk olması gerekiyor. iyiyiz şimdilik. köklerden uzarsa da yine iki fısfıs, düzeliyor. en güzeli, başkasının saçını peruk yapmışım gibi durmuyor. bi de kestirebilsem tam olacak.

neyse, bu iki hafta sonunu britanya turuna çevirdik. bugün nottingham yolları, rehberimiz ersinciğimin doğumgünü kutlamaları. haftaya da nihayet edinburgh, festivaldeki bir oyuna bilet aldık, bir de galeriler, kale filan derken yaşasın bank holiday.

bundan başka... yıllardır görmediğim ve benden pek hazzetmediğini düşündüğüm güney afrikalı arkadaşım (arkadaş? tanıdık?) şehre geliyormuş ve görüşmek istiyormuş. belki de yıllardır görmediği için benden hazzetmeye başlamıştır veya ben o yüzüme gülüp arkamdan konuşma halini fazla ciddiye almışım, arkadaşlık böyle bir şey de olabiliyomuş. belki o iyidir de etraf kötüdür, zaman pistir. bilmiyorum. tanıdık işte. görüşmeyecek kadar ciddiye almıyorum galiba, 4 yıl olmuş, zaman aşımı. neden olmasın ki?

*

ailemi özlüyorum. şunca yılın talimi sebebiyle özleme eşiğim yüksektir; ama sahiden özlüyorum. kardeşimi 7 aydır görmedim ve tahminen en az bi 3-4 ay daha göremeyeceğim. fazla. bu arada saç modeli 3 kez değişti. şimdi hepsi birden tatilde ve ben orada değilim. kocam da kendi ailesini özlüyormuş, dün itiraf etti. şu vize uzatma işlemleri bi an önce halledilse, uçak bileti de alabilsek, ne güzel olacak.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Zanzibar: Stone Town (final)

Gün 10: Unguja Adası, Zanzibar. Program: Baharat çiftliği ve Stone Town turu -2. bölüm
(Sanırım bitiyor, evet.)

Çiftlikten sonra bir köye uğrayıp stone town rehberimizi aldık ve yarım saat sonra merkeze vardık. Bu arada ben sürekli akşam planımızı (serena hotel) hatırlattım, tamam dendi. Şehirde bir tane trafik lambası olması bir ölçü olabilir, pek bir ufak. kalabalık bi pazar yerinde indik.

 Sanırım tam o sıralarda biz rehberi hiç sevmedik. Stone Town hakkında pek bir şey bilmemesi, diğer rehberler susmak bilmezken bize "bu bi kilise, bu da kapı" gibi temel bilgiler vermesi, görmek istediğimiz  yerler için "tabii" deyip sonra oraya götürmemesi ve inanmazsınız, tam 5 saat boyunca (öğle yemeği dahil) kafasını kaldırmadan SMS göndermesi sebep olabilir. SMS yoksa da telefonla konuşuyodu zaten. Bir insan işini bu kadar mı sevmez, inanamadım. Stone Town avuç içi kadar bir yer, toplasanız 6 tane önemli bina var ve genelde de 3'ü geziliyor.  5 saat ayırdık ki daha çok yer görelim; ama hayır, kendisi 3 saatlik turu 5 saate yaymayı uygun gördü. Ayrıca maaşın yanında yüklü bahşiş de alıyor, zaten şoförler ve rehberler "varlıklı" kesim adada. Neyse, özet: rehbere ÇOK dikkat.

stone town = dar sokaklar ve bitmez bir sefalet
Pazarı kısaca turladık. İngiliz misyoner rahibeler yaptırmış zamanında. Açıkta satılan et ve balık kokusu fenaydı; ama meyveler harikaydı. Burdan sonra kendimizi dar sokaklardan eski şehre doğru attık. Her çocuğun dilendirilmesi, siz mesela bi kapı fotoğrafı çekerken yaşlı, dişsiz bir teyzenin "beni de çekersen 1 dolarını alırım!" diye yanınıza gelmesi filan sıradan. Beyazsınız, parlıyosunuz, şansınız yok. varlığınız para demek. "pis fakirler paçamıza yapıştı" değil bu, utanç veriyor.

Neyse, biz tura eski köle pazarı olan katedral'den başladık. Gezi için kişi başı 3-4 dolar veriyorsunuz. Alanın girişinde 1890larda yapılmış, orta boy bir otel vardı, kullanımdaymış hala. bu otelin alt katı eski köle odaları. Köle ticareti yasal olarak sonlandıktan sonra bu işten para kazanan tacirler durmamış tabii ki. zanzibar'ın sultanları oman'dan gelen arap aileleriymiş, ticaret de arapların elinde. potansiyel alıcıların kaldığı bir otel ve altına da "köle deposu" yapmışlar. 8-9 metrekarelik bir alan, tavan alçak. Zincirlenmiş 70 kişi oluyormuş içerde. düşünmek, canlandırmak imkansız. ortada bir delik, tuvalet. sular yükselinde temizleniyor. havalandırma filan yok. yan taraf daha da ufak, kadınlar ve çocuklar için. 5 dakikanın sonunda duvarlar üstüme üstüme geldi, çıktım. otelde kalanlar ve restoranında yemek yiyenler vardı. yer yokmuş gibi.

St. Monica's Hostel: dışı seni, içi beni yakar
Otelin hemen arkasında büyük bir Anglikan katedrali var; meşhur Christ Church. İngiliz kaşif Livingstone köleliğe bir son vermek için şehrin başrahibi Steere ile 1870lerde anlaşmış. Rahip de bu vesileyle biraz misyonerlik yapacak işte. Neyse, köle pazarını yıkıp, yerine devasa bir kilise yapılmış. İçinde de ağırlıklı olarak "inananları esaretten kurtaran isa" tasvirleri var. Çok şatafatlı değil; ama süslü diyelim. eski meydanın ortasındaki ağaç kesilmemiş, kilise avlusuna taşınmış. Bu ağacın tam denk geldiği yer kilise içinde işaretli; çünkü köle meydanının tam ortasıymış, köleler ağacın etrafında tur atarmış. Şimdi bir de ufak kölelik anıtı var, temsili.


Livingstone'un hikayesi de enteresan. Çelişkileri bir kenara, ben sonu anlatayım: Zambiya'da öldükten sonra İngiltere, "düzgün bir tören"le uğurlamak için naaşını istiyor. Öldüğü bölgedeki kabile reisi direniyor ve sonunda kalbini bedenden ayırıp, "bedenini alabilirsiniz; ama kalbi Afrika'ya aittir!" yazılı bir notla İngiltere'ye gönderiyorlar. Kalbi de sahiden, öldüğü yere, bir ağacın altına gömülüyor. İşte o ağacın ahşabından bir haç yapmışlar, katedraldeydi. Başrahip de öldükten sonra sunak tarafına gömülmüş. Gotik bir bina ama islami yanları da var, enteresandı. Yapının malzemesi coral stone denen, mercan içeren bir tür kireç taşı.

o yuvarlak, ağacın eski yeri
Bu turdan sonra dar sokaklar, bol bisiklet, üstümüze süren arabalar eşliğinde old town'da yürüdük. Zanzibar mimarisinin en meşhur yanı kapılar. Dışa doğru mızrak ucu gibi metallerin çıktığı, ince ince  kakılmış, ahşap kapılar. Hindu ve Müslüman kapıları ayırt edilebilsin diye Müslümanlarınkinin üstünde ufak bir dua yazan yarım daire şeklinde bir ekleme var. 19.yüzyılda bu çiviler, şehrin içine kadar girebilen yabani hayvanlardan korunmak için kullanılırmış, şimdiyse süs. bu kapıların en güzellerinden biri eski köle tüccarı tippu tip'in evi. renovasyon filan yok, eski ev sahibi pek sevilmiyor haliyle. arap sultanlar ve köle tüccarları kovulduktan sonra evleri halka dağıtılmış. Bu ev de harabe halde, içinde evsiz bi adam kalıyormuş bazen. biraz ilerisinde de mahalle çöplüğünden hallice bir yerde tippu tip'in mezarı vardı ki rehberin gösterdiği tek enteresan şey buydu.

tippu tip: ne oldum değil, ne olacağım.
öğle yemeği için gitmek istediğimiz yerden uzak ve alakasız bir yerde olduğumuz için, rehberimizin pek sevdiği ve önerdiği bir otelde yedik. böyle özet geçiyorum; ama ben Mercury Restoran'a gidip Queen dinleyerek harika pizzalar yemek istemiştim, yalan değil. Bi zahmet akıl etseydi ve tura tersten başlasaymışız yapabilirmişiz; ama harita bile okuyamadığı için, yattı plan. Neyse, oteldeki yemekte iş yoktu; ama otel enteresandı. yine eski tüccarlardan birinin konağıymış, yenilenmiş ve otel olmuş. özellikle amerikalı turist çoktu. ondan sonra Africa House denen otele gittik, barı pek bir güzeldi. eski kamu binasıymış, geniş koridorlu, yüksek tavanlı bir yerdi.

sur içi festival
sonra, 17. yy'da portekizlilere karşı yapılmış şehir surlarının içinden geçtik. şehirdeki en eski yapı; ama tabii ki bakımsız. UNESCO mirası olsa da, stone town'da hiçbir koruma, yenileme filan yok. Neyse, surların avlusu ferah, konser alanıymış zaten. şehirde yılın en büyük aktivitesi olan müzik ve film festivali zamanıydı; ama gündüz vakti pek bir icraat yoktu tabii. dhow ülkeleri festivali için yapılan hazırlıklara şöyle bir bakıp, forodhani gardens'a yürüdük. forodhani gardens eski gümrük bölgesindeki ufak park, akşamüstleri işporta yemek tezgahları kuruluyor, sahilde biraz serinlemek isteyenler buraya geliyor. hemen yanında eski saray ve house of wonders var. bu her iki yapı da görülmeye değer yerler listesindeydi, haliyle oraya yöneldik.
sırasıyla: Forodhani Gardens, eski saray (People's Palace) ve House of Wonders.

Sarayda yine giriş parası ödeniyor. Tur sırasında size oranın rehberi eşlik ediyor ve gayet bilgili. saray genel olarak pek eski ve tabii ki bakımsızdı; ama güzeldi. sultan said'in kızı, prenses salme'nin odası favorimdi. babası öldükten sonra, abileri tahta geçiyor ki biri zaten bu sarayı yaptıran zat. 15 yaşındayken, abisine karşı bir isyana destek veriyor, sonra şehirden kaçıyor. Affedilip döndüğünde, karşı penceresinde kalan, parti verip eğlenişini seyrettiği alman tüccara aşık oluyor Salme. bakışmalar, sevişmeler derken hamile kalınca, 1866'da birlikte Almanya'ya kaçıyorlar. Almanya'da evlilik işlemleri öncesi vaftiz edilip Emily Ruete adını aldığını sonradan öğrendim. Çocukken okuma yazmayı gizli gizli öğrenen Salme, kocası 1870'de öldükten sonra mirasından mahrum bırakılınca (niyeyse?), geçinebilmek için otobiyografisini yazıyor ve zanzibar'ın ilk kadın yazarı oluyor böylece.  "Almanya'ya ayak uydurmak için çok zorlandım. Avrupalıların Zanzibar'a geldikten sonra kendi yaşam şekillerini olduğu gibi muhafaza ederek yaşamaları benimkinin yanında çocuk oyuncağı kalır" demesi bile yeter. Tamamen erkeklerle dolu bir saray ve saray tarihinde, Salme minik bir nefes.
Salme, odası ve biricik aşkı Rudolph (cam parlamış).
 sarayın geri kalanında hindistan, çin, fransa, italya vb birçok ülkeden hediye olarak gelen eşyalarla dekore edilmiş odalar var. Avizeler italyadan, koltuklar hindistandan, sürahi fransadan... böyle gidiyor. oturma odası eski sultanın iki eşi arasında eşit bölüştürülmüş, yarısı klasik arap dekoruna sahip, diğer yarısı da 50lerin Avrupa evleri gibi. Çok lüks ve şaşaa yok, aksine fazlasıyla sade, saray gibi bile değil. 50lerde "batı işi" bir oda yaptırmış mesela sultan, avrupada orta sınıf bir ailenin çocuk odası gibi; ama hemen yanında tayland'dan özel getirilmiş masaj koltuğu filan var. Sanki mesele bir yerlerden bir şey getirebilmekte veya hediye olarak alabilmekte, ne olduğu çok da mühim değil.

neyse, saray turumuzu bitirdikten sonra house of wonders'a geçtik. bir deniz mühendisi yaptığı için petrol platformuna benziyor. Sultanlardan biri (muhtemelen Barghash, çünkü he is the man) toplantı ve tören binası olsun diye yaptırmış. Bölgenin ilk asansörü bu yapıda. Neyse, yine giriş ücreti ödeyip içeri girdik; ama maalesef buranın bir rehberi yoktu, bizimki ise evlere şenlikti. iyi ki bi kitapçık filan almışız önceden. şöyle:

- so this is House of Wonders.
- ok... so what is it? a palace or what?
- hmm... it is a wonderful house.

ya bu adam ana dili gibi ingilizce biliyor, mesele dil değil. rehberlik bilmiyor! sinirden gülmeye başlayıp içeri girdik. beklenenin altında, bence dışı daha enteresan bi yer. neyse, yine bir çaba belli panolar, sergi standları vs yapılmış. genel olarak swahili kültürünü anlatıyor. dar vakte sıkıştırmaya gerek yok; ama bizde vakit boldu, gezdik.
Best of House of Wonders
 Biz gezerken rehber de bize başlıkları okudu: "so this is about swahili coast". e evet anam babam, eşek kadar yazmışlar zaten üstüne!  fazladan bir şey sorunca panikle panoyu okuyor. yanımızdaki grubun rehberi ise bülbül, susmak bilmiyor. neyse, "this is a door, this is a pencil" diyerek birkaç oda gezdik. sonra rehbere mesajlaşmak daha cazip geldi, bu kadarını bile yapmayı bıraktı. aslında mekanı kötülemeyeyim, belki de güzeldir. biz rehbere sinirden anlamamışızdır, olabilir. neyse, her bir odaya girip çıktıktan sonra, terasa ulaştık ve manzara harikaydı, rüzgarı da pek güzeldi.

ulusa seslenişim
Buradan çıkarken saat 5 buçuktu. rehber bir hindu tapınağından bahsetti, tanzanya'da tekmiş. ziyarete kapalıymış; ama bir otel terasından gözetlemek mümkünmüş. oraya gittik. bu da kendisinin bize tüm gezideki ikinci kıyağıdır, o kadar.

Sonra efendim, sabahtan beri sayıklayıp durduğum, bize selous'da tavsiye ettikleri, "serena otelin terasında akşam içkisi"ne yöneldik. Gün batımıyla birleştirip kombo bombo yapacaktım. normalde sabahtan otele uğrayıp bir bakacaktık, rezervasyon gerekir mi filan diye. tabii ki olmadı; ama sinirlenmiyoruuuz, hakuna matata. neyse, otele vardık. fotoğraf karelerine bile girmekten çekinmeyen rehberin bizi bari burada yalnız bırakması için kendisiyle vedalaştık, bi saat sonrası için sözleştik.

otele girdik ve şu cevabı aldık: "terasımız sadece öğle ve akşam yemekleri için açıktır".  kara bahtım, kör talihim. neyse, benim sinirime karşın kocam sakindi, Africa House yakındaymış. bi 5 dakika sonra terastaydık, en öndeki son masayı kapmıştık. Hint okyanusu güzeldi, içkilerimiz güzeldi. stone town ise en çok ona sırtımızı dönünce güzeldi sanırım.

coconut martini ile şerefe.

Şimdi, "neyini beğenmediniz ya?!" kısmını anlatayım. Rehber etkisini geçiyorum. Stone Town, batılı turistler için müslüman ülke + sefalet pornosu olarak ilgi çekiyor, egzotik geliyor galiba. O yoksulluğun ortasında varlığımızın sırıttığını hissettik biz. Mimari olarak övülen yerlerde sahiden pek bi numara yoktu, olabilecek şeyler hiç korunmamış. Eskiden varmış, hissediyorsunuz; ama o kadar. Tamam, kötü geçmedi; ama sanırım ben fazla heyecanlanmışım. Şehre bu kadar uzun vakit ayırdığımıza hayıflandık, bi yandan da tatili planlarken acente "stone town'da bir gece konaklama" önermişti, iyi ki onu reddetmişiz diye sevindik. 3 saatten fazlasına gerek yok bence. Bir daha gider miyi? hayır. Gelmişken görmek iyi oldu mu? eh, evet.

*

pırpır uçaktan Zanzibar'a veda.
Ertesi günlerde de oteldeki tembelliğimize devam ettik, okyanusla oynaştık, yıldız saydık. cumartesi günü ki 13. günümüz olur, sabahtan dönüş yoluna çıktık. otelden çıkışımızdan eve varışa kadar yol 24 saat sürdü. Aktarmalar, beklemeler falan filan, canımız çıktı. Heathrow'dan 35 dakikada çıkmamız mucizeydi. Sabah bavulları bırakıp kısaca bi dinlendikten sonra kendimizi yakındaki türk restoranına atıp kallavi bir pazar kahvaltısı yaptık.

Londra bizi güneşli karşılayacak kadar kibardı.

10 Ağustos 2012 Cuma

Zanzibar: Baharat Çiftliği

Koca olimpiyat geldi geçiyor, ben hâlâ Zanzibar yazıyorum. Performans düşüklüğü fena şey.

Gün 10: Unguja Adası, Zanzibar. Program: Baharat çiftliği ve Stone Town turu -1. bölüm

Blue Safari'den sonra 2 gün daha çeşitli miskinliklerle geçti. Sonra en başından beri istediğimiz tura sıra geldi: az biraz baharat çiftliği, üstüne de stone town. bu arada, hiçbir şey beğenmez zanzibar kitapçığım stone town övgüleriyle dolu, ben listeler çıkarıyorum, junior bir rehber olmuşum. akşamüstü içkisini nerede içmek istediğimize kadar kararlaştırdık. Neyse, baştan alayım.

Zanzibar'ın tarihi ticaretle şekillenmiş ve iki temel ticaret alanı olmuş: köleler ve baharat. Kölelik yasaklandıktan sonra, baharat iyice ağırlık kazanmış haliyle. Adada bugünkü üretim daha çok turistik amaçlı; üretimden çok, rehberli geziler için. Pemba Adası'nda ise sahiden karanfil çiftlikleri işletiliyormuş.

çiftliğin girişi
Sabah erken saatte yola çıktık. Benim tek derdim stone town'a biraz daha fazla vakit ayırmak ve standart güzergahın dışındaki yerleri de gezebilmekti. Tabii bu tamamen rehberinize bağlı bir şey. istediğiniz kadar konuşun, anlatın, "tamam" da desin, fark etmiyor - muş.

 Neyse, sabah yarım saatte çiftliğe vardık. Çiftlik dediysem, minik bir orman gibi, çok düzenli değil. Bizi oradaki köyden bir rehber karşıladı, kokartlı filan değil. Çok hevesli ve espriliydi. Tur 1,5 saat sürdü. Tarçın, zencefil, aloe vera, vanilya, küstümotu, ylang ylang, lemon grass (hint limonu?), muskat, zerdeçal, biber ve adını hatırlamadığım türlü meyve gördük.


 Papaya'dan yapılan gongo diye bir içki varmış, çok güçlü. İçen kafa olup yalpalıyormuş filan. Onu uzun uzun övdü rehber; ama içme fırsatımız olmadı. Ayrıca Zanzibarlı genç kadınlar gece dışarı çıkarken filan, iki kadeh şarap içip "rahatlamak" yerine, muskat rendesi yermiş, kadınlar için afrodizyakmış. Abartılı bir kapalı çarşı esnafı kıvamındaydı rehber; ama eğlenceliydi işte.

rehberin azimle bana yedirmek istediği muskat
Baharatın kralı karanfil, kraliçesi de tarçın. Karanfilin hikmeti ticaretinin bi zamanlar çok kârlı oluşundan geliyor; ama esas iş tarçında. Kökü, gövdesi, yaprağı, her şeyi kullanılan, her şeye iyi gelen, bir şifalı ağaç. Kökünden bir parça koparıp koklattılar mesela: vicks! ben niyeyse yıllarca nane özlü olduğunu sanmışım, resmen tarçın köküymüş. Baharat kavanozunda görmekle olmuyor tabii, çoğu bitkiyi tanımadık. Aloe vera reçinesi kanamayı durduruyormuş, ylang ylang ayrı bir şahanelik. Bu arada her baharat için ayrı bir yemek tarifi anlattı rehber. bu arada bir yapraktan külah yapıp bana verdi, incelediğimiz her bitkinin "numune"sini burada biriktirdik.

çekirdekler ezilip ruj olarak kullanılıyormuş
Gezinin sonlarına doğru bir genç gelip vanilya ve yasemin aromalı ürünler satmak istedi, biz de sabun aldık. 10 bin şilin, yaklaşık 4 pound. Zanzibar ortalaması için pahalı olabilir; ama amaç zaten çok zor şartlardaki köye gelir sağlamak. Daha sonra 7-8 tane çocuk çıktı karşımıza; hatta bebek, en büyüğü 3 yaşında. üst baş yırtık, toprakla oynamaktan kir içindeler. birinci dünyanın "kirlenmek güzeldir!" suniliği değil, sahiden kirliler. koro halinde "jambooo! karibuu!" dediler. Rehberimiz önce "benim çocuklarım" deyip şaka yaptı (gülmedik), sonra durumu izah etti: özellikle italyan turistler çocukları sevip para veya kalem, oyuncak filan veriyormuş. Çocuklar dilenciliğe alışmışlar, oyun gibi geliyormuş, ailelerin de işine geliyormuş iki üç kuruş kazanmaları. Gayet sakin bi şekilde "İsterseniz fotoğraf çekebilirsiniz?" dedi ki zaten çocuklar beyaz adam gördüğü an "çiçek ol yavrum" denmiş gibi, en sevimli halleriyle gülümsüyordu. Fotoğraf filan çekmedik tabii ki, yürüyüp gittik.

bir hindistan cevizi hikayesi
daha sonra, girişte bize kısa bi selam verip kaybolan üçlüyü gördük. Hindistancevizi zamanıymış. Bir tanesi "bir Zanzibar klasiği" olarak anlattıkları, fotoğrafta da gördüğünüz "ağaçtan meyve toplama gösterisi"ni yaptı. Ağaca tırmanırken türlü akrobatik numaralar, bir de pek neşeli bir şarkı. Şarkının adı Jambo Bwana, swahili dili öğrenmek isterseniz diye şarkı sözlü videosunu koydum. turist marşı gibi bir şey, her yerde çalıyor. Kenya'yı Zanzibar'la değiştirin, tamamdır. sözleri basit, o yüzden dilinize dolanıyor.

taçlar filan.
bu küçük şovdan sonra bize palmiye yapraklarıyla hazırladıkları taçları ve süsleri hediye ettiler. baharat kral ve kraliçesi olarak fazlasıyla havalıydık,  aklınızı almamak için fotoğraf koymuyorum. benim bir çantam, kurbağalı kolyem ve çiçekli tacım vardı. kral da kravat ve taç taktı. verilen bu gazla çıkıştaki baharat satış yerine götürdüler, aldım üç beş bi şiler tabii. tam çıkarken, karanfil görmediğimizi fark ettim. "kralı sona saklıyorum" filan derken resmen unutmuş rehber. şaşkınlığına pek bi gülerek götürdü bizi, muradımıza erdik. Rehberimizle vedalaştık, stone town'a doğru yola çıktık.






7 Ağustos 2012 Salı

zanzibar günlüğüne devam: Blue Safari

Gün 9 7 (editos): Unguja Adası, Zanzibar. Program: Blue Safari

Zanzibar'ın güneyinde hem okyanus daha az dalgalı, hem de yunus koruma bölgesi var. Kizimkazi tarafına özel yunus turları da yapılıyor; ama 8-10 tekne tarafından çembere alınan, bu arada "hemen yunuslarla yüzmeliyim" diye suya atlayan turistlerden kaçmaya çalışan yunus fikri bana dehşetengiz geldi. Londra'dan nasıl bir gezi kitabı aldıysam zaten, adam birçok popüler turu yerden yere vurmuştu. neyse, biz de bu sebeple blue safari'yi tercih ettik. yine adanın güneyine gidiliyor; ama kizimkazi değil, menai tarafına. Menai bir yunus ve deniz kaplumbağası koruma bölgesi; ama esas amaç şnorkelle dalış; yunus görürsen ne güzel. Peşlerine düşüp taciz etmiyorsun.

Sabah, 1 saatlik yoldan sonra saat 9 civarında menai'nin fumba sahiline vardık. Otel filan da var, "el değmemiş" yer arayanların aklında olsun. Bizim gittiğimiz Blue Safari aslında bir firmanın adı, adanın en eskisi (solmuş tshirtlerden de anlayabilirsiniz); ama aynı adla benzer turlar yapan başka firmalar ve hatta bireysel "girişimci"ler de var tabii.

Neyse, bizim gibi bir sürü turist bekliyordu. "siz oraya, siz öbür tarafa" diye yol gösterdi yetkili amcamız. sonra onlarca çift palet ve şnorkel yığdılar, hep beraber kendi numaramızı aradık. palet neyse; ama ben o "şnorkel ağızdan ağıza"ya katlanamam. iyi ki yanımızda kendi şnorkellerimizi getirmişiz, gözlük filan da vardı. bir tek paletleri oradan aldık. sonra bizi gruplar halinde dhow'lara bölüştürdüler. bizimki ne hikmetse en kalabalık olanlardan biriydi. az ilerimizde baş başa tura çıkan bi balayı çifti varken biz niye 12 kişiyleydik, kısa bi düşündük. belki sorsak özel versiyonu da vardı, bilemiyorum. otelde bilgi vermedikleri için, böyle bir sürpriz oldu; ama fena da olmadı aslında. kalabalık tekne turlarını hiç sevmem; ama dhow minicik bir yelkenli olduğu için ve ufak çocuk da olmadığı için rahattı.

Bu arada, güneye giderken veya dönüşte, yakınlardaki Jozani Ormanı'na da gidilebilir. Zanzibar'a özgü, sadece 2500 tane kalan, kızıl tüylü Columbus maymunları burada yaşıyor. Biz gitmedik; çünkü zaman yetmedi. Açıkçası selous'dan sonra maymun görmek için ayrı bir tura girişmek de abes geldi.

Fumba sahilinden bir 10-15 dakika motorla açıldıktan sonra, mercan resifi rehberimiz suya atladı. biz de peşinden. gözlüğün habire buharlanması kısmını geçersek çok zevkliydi. bu arada yüzme bilmeyen 5 kişi teknede kaldı. yüzme bilmesem, dhow'a cesaret edemezdim; ama sualtı fotoğraf makinesi olan tonton japon amcalardan değilim tabii. onlara daha sonra can yeleği verildi ve öyle yüzdüler.

mercan resifinde yüzmek fotoğraftaki gibi bir şey. 27 pozluk sualtı kamerası can kurtaran oldu. ilgilenen varsa, 800 ISO doğru kararmış. hava çok güneşli olmadığı için ve zemine yakın yerlerde kumlar bulanıklığa sebep olduğu için memnunuz. parmağımı habire kadraja soktuğum değerli kareleri burada paylaşmıyorum tabii. rehberimiz dalıp dalıp bize görülmeye değer kısımları işaret etti ki mühim bir hizmet; siz mercana aval aval bakarken arkanızdan balık sürüsü geçiyor çünkü. bu sizi kesmezse, tüplü dalış turları ayrıca var. hatta zanzibar takımadası'nın kuzeydeki yavrusu pemba'ya gidiyormuşsunuz, dalış aklınızı alıyormuş.


neyse, bi 40-45 dakika filan yüzüp mola verilecek adacığa ulaştık. Sular çekildiği için ortaya çıkan bir kumluk demek daha doğru tabii. can yelekliler de burada denize girdi. japon amcaların fotoğraf azmi takdire şayan. kumlukların etrafı da kum, haliyle görülecek pek bir şey olmuyor; ama yine de çektiler.

sonra tekneye doluşup yeniden yola çıktık. 5-10 dakika geçmeden yine bir "mercan duvarı!" sinyaliyle suya atladık. aynı şekilde, bir 45-50 dakika daha yüzdük. tekneye tekrar çıktığımızda ben öğle yemeği hayali kuruyodum artık (9 aylık bebek rutinine sahibim).

sonra efendim, öğle yemeği molası verilecek adaya gittik. tabii hemen gidemedik, sular çekilmiş. tekneyi bıraktıktan sonra bi 10 dakika filan sahile yürüdük kumlardan. adanın bi yarısı mangrove kaplı ki ben o kısmı merak ediyodum fazlasıyla. neyse, ada dediğim okyanusun ortasında bir noktacık. minik bir köyü var. haliyle tuvalet filan çok ilkel; ama kokuyu önlemek için tütsü yakmışlardı, temizdi ve güzeldi işte. o kadarcık bir özen bile yetiyor insana. bu arada diğer tekne de adaya yanaştı ve içinden 7'den 70'e italyan ordusu çıktı.

Yemekte tepeleme deniz ürünü vardı, yanında da domates soslu pilav. İstakozdur, kalamardır, hepsini çok severim ve çok da lezzetliydi. İçecek olarak kola, bira vesairenin yanında hibiskus suyu vardı ki onu da pek severim, çok mutlu oldum. Yemekten sonra gayet eğlenceli bir "bilin bakalım bu ne?" meyve seansı yapıldı. En az 15 çeşit meyve tatmış olabiliriz, porsiyonları da boldu (yemekten fotoğraflamamışız). Favorim baobab ağaçlarının meyvesi olan küçük pembe tohumlar. Bu arada durian denen rezaleti de tattık. Kabuğu sebebiyle kokusu sahiden çürük et- küflü çorap- bozuk yumurta filan ayarında. Tuhaf bir şekilde tadı o kadar kötü değil; ama yani meyve denmez ona. "Brunei'den dünyaya yayılan ama keşke orada kalsaymış denen meyve" diyolar, hakikaten öyle. Doğu Asya'da bazı otellere sokulması yasakmış mesela. Singapur'da da toplu ulaşımda taşınması yasaktı.

kamuflaj benim işim
Yemekten sonra likörlü kahve ikramı yapıldı ve herkes bir yere dağıldı. güneş altında futbol oynayan azimliler, şezlongta uyuyanlar, kovalamaca oynayan çocuklar ve biz. adanın iç taraflarında dev bir baobab ağacı var demişlerdi, oraya gittik. dev bence az kalır. o ada boababmış meğer. küçük prensin gezegenini görmüş de olabiliriz. kocaman, haşmetli ve şefkatli. hatta, benim garip gezi rehberimde yazdığı gibi "insan olsa herkes ona sarılmak isterdi". baobab, ağaçlar aleminin devesi sayılabilir. gövdesinde su depoluyor, tüm kurak mevsimi bu sayede geçiriyor. o yüzden de seveni çok tabii.

adanın içinde devrilmiş; ama büyümeye devam eden bir baobab daha vardı, başı sonu belli olmayan. italyan ailenin 3 küçük kızı tırmanıp atlıyolardı, biz de onlara katıldık. iç kısımlarda yürürken, cankurtaran kulesi gibi bir şey gördük. yükseklik korkumu belime dolayıp merdivenleri çıktım - harika bir manzara. derken fotoğraf makinasının şarjı bitti, tabii ki. yine de önümüz hint okyanusu, arkamız orman, çok güzeldi efendim.

büyüyor, durmuyor
Adada yemek üstü tembellik güzeldi. heralde 2 saatten fazla kaldık. Bu arada sular yükseldi biraz, onun şerefine yüzdük. Tekneler kıyıya kadar geldi. Hepimizden tembel olan tur ekibi nihayet "hareket vakti" dedi,. Adanın arka tarafındaki mangrove ağaçlarını görecektik ve devamında da bir ihtimal yunus görebilirdik (tüm gün telefonla sordular, ortada yunus yoktu). Fotoğraf makinesinin şarjı bitmiş ama sualtı kamerasında hâlâ pozu olan bir ikili olarak, bundan sonrasını o makineyle fotoğrafladık. yine de sonuç fena değil, hiç fena değil.

tuzlu suda yaşayabilen yegane ağaç: mangrove
bu karedeki parmak "bak yunus" demek için orda, yoksa yani...
evet, yunusumuzu da gördük! etrafta sadece biz ve italyan teknesi varken, tek yavruyla yüzen bir yunus çifti gördük. atlayıp durdular, biraz etrafımızda döndüler ve sonra bir acele ufukta kayboldular. biz de dönüş yolunda kendimizi gün batımına bıraktık. kaptan biraları dağıttı, miçolar motoru kapayıp güzelim yelkenimizi açtılar. yüzümüzü güneşe döndük, ayaklarımızı okyanusa sallandırdık ve rüzgarı arkamıza alıp, son hız fumba'ya gittik. dhow'u izlemek güzel; ama içinde olmak bambaşka bir zevkmiş.

akşamüstü 5 gibi fumba'daydık. şoförümüzle buluştuk. yarış arabası temposuyla bizi uçurdu, 50 dakikada otele döndük. akşam yemeği, şarap, yıldızlar ve uyku.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

jambo jambo, karibu, asante ve diğerleri

(yazmak zorunda hissettikçe ve aslında yazmak da istedikçe yazamamak adlı gezi günlüğü.)

Gün 5-6: Unguja Adası, Zanzibar

İlk günün sersemliğinden sonra ikinci gün saat 9 gibi kahvaltıya indik, bu arada deniz resmen gitmişti. metrelerce yürüyüp yüzdük; ama yetmedi. resmen bir tam günü olan biteni anlamakla geçirdik, havuz, güneş, tembellik.

kahvaltı masasından hint okyanusu
 Bir sonraki gün, gelgit saatlerini internetten kontrol edip daha başarılı bir girişimle, sabah 7de uyandık, doya doya yüzdük. saatler her gün 1 saat kayıyor, tabii dolunay zamanı. onun dışında da 30-45 dakika kayıyordu. 6 saatte bir en alçak- en yüksek döngüsü var. Yüzdükten sonra kahvaltı. istediğiniz yumurta / omlet, yanında ekmek, kruvasan çeşitleri, bolca meyve, isteğe göre sosis- salam, reçel, çay. zencefil reçeli pek lezzetliydi. çaylar da hibiskus, vanilya filandı ki ben hepsini severim. yine de insan güzel bir peyniri filan özlüyor tabii.

öğlen deniz çekilince, dolaşalım bari dedik. bu arada  pıtı pıtı koşarak bi görevli geldi. "sizi selous'dan aradılar" dedi, anlamadık. biricik amara selous'nun işletmecileri durumu amara'nın sahibine anlatmış, o da özür dilemek amacıyla bize zanzibar'da, bizim seçeceğimiz bir turu hediye ediyomuş. jestse jest, daha nossun? tabii ki en bütçeli olan turu amara'ya yıkmaya karar verdik: kalan 8 günün birinde amara'dan blue safari, birinde de kendimiz baharat çiftliği & stone town turu yapılacak.

sen geçerken sahildeeen sesssiizzceeeeaa
Deniz çekildiğinde çıkan kum tepelerine oturan teknecikler pek güzel görünüyordu. yarım kilometre filan yürüyosunuz, gittikçe gidiyor, su seviyesi en fazla ayak bileğinizde. biz de uzun bir yürüyüş yaptık. sahil boyunca "ooo jambo jambooo! karibuuu! excursion!" diyen bir sürü amca var. adlarımızı duyunca da "oo shiraziiii, ooo muslim!" diye bizi pek bir sevdiler. bu arada, jambo "merhaba", karibu "welcome" (hoşgeldiniz değil. çünkü kimi zaman, "bir şey değil" de oluyor) ve asante "teşekkürler" demek. Öğrenmeme gibi bir şansınız yok, rüyanızda bile jambo mambooo jamboooo diyecek kıvama geliyorsunuz. Ha tabii bir de "hakuna matata" var, her cümlenin başı. Tüm bunların ortasında da hayat devam ediyor, kadınlar ve çocuklar, okyanus tabanına diktikleri sopalara takılan yosunları sular çekilince topluyor, birkaç hafta kurutup sonra satmak için.

yosun: bir kadın işi.
bu arada, okyanus yükseldiğinde fotoğraf çekmek yerine yüzdüğümüz için, doğru düzgün "mavi" fotoğraf yok; ama sembolik bi tane koyayım.


Neyse, böyle bol tembellikle geçen günün sonunda, şarabımızı aldık, mehtap ve onbinlerce yıldızla terasımızda oturduk. bellatrix'e teşekkür edemedim, onun önerdiği sky view app sayesinde etraftaki takımyıldızları filan inceledik, çok zevkliydi. Işıksızlık = yıldız. ama şehirdeki elektrik kesintisiyle filan olacak gibi değil. Sahiden en az bi 100 km'lik alan karanlık olmalı sanırım.

havuza pikede kırlangıç zerafeti
Bu arada bir not, okyanus kenarındayız, insanın gözü dev martılar filan arıyor. 3-4  martı dışında en yaygın kuş türü karga! bunu rehberde okumuştuk da görmeden anlaşılmıyor, pek bi garip. zamanında işgüzar bi ingiliz hindistandan getirmiş kargaları, haşere yesinler diye. şimdi okyanus üstünde çığlık atıp havuz suyundan içiyolar. kargaların yanında bir de cüce kırlangıç olduğunu iddia ettikleri minik kuşlar var, pek bir güzellerdi. bol bol fotoğraflarını çektim ben de.


bu arada, sahil boyunca kumda böyle minik kum topları var. yengeç yuvalarıymış. yengeçler kumla aynı renk ve küçük olunca etrafta gezindiklerini fark etmiyor insan.
yengeç toplu konutları
okyanus gelmişken, her yerdeyken.
doğu afrika sahillerinin kraliçesi: dhow
Efendim bu dhow denen yelkenliler, mühim. bir zamanların yegane ulaşım aracı, ana karayla adalar arasındaki tek bağlantı. Doğu Afrika'nın Swahili (Sahil insanları gibi bir kelime kökeni var) kültürünün belkemiği. Biz Zanzibar'a gittiğimizde "Dhow ülkeleri müzik festivali" vardı ki sanırım işin ciddiyetini anlatıyor. Çok zarif, kuğu gibi süzülen, hemen her derinlikte gidebilen tekneler. isterseniz deniz çekildiğinde bir dhow kiralayıp açığa gidebilir ve orada yüzebilirsiniz. deniz taksi gibi çalışıyorlar ama yürümesi zevkli olduğu için biz kullanmadık.

Yürüyüş sonrası öğle yemeği ve miskinlik. Denizin yeniden yükselmesine yakın, kum tepeciğimize koştuk. hava bulutlu olsa da fena yakıyor, krem sürmeyi unuttuğum ayaklarım orada yanmış. Ayak bileğimiz seviyesindeki su 1 saat içinde yükseldi, boyumuzu geçti. yürüyerek geldiğimiz yerden yüzerek geri döndük.

bahsettiğim turlar dışında, günler böyle geçti zanzibar'da. tavla oyna, kitap oku, uyu, yüz. bir gün de ufukta bir şerit halinde patlayan dalgalara kadar yürüdük, hakikaten patladılar, güzeldi.


bu da "ordaydım" fotoğrafı olsun:


turlar sonra.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker