30 Ekim 2012 Salı

salgın

Sevgili sol kolum, yaklaşık 2 haftadır şalteri indirmişti. Geçen yıl omzumu sakatladığım o saçma olaydan beri, sol omzuna çanta bile takamayan bir çürük kişiyim. Solak olmam işi hiç kolaylaştırmıyor. Omzum aklına esince ödem yapıyor, sinirlere baskı filan derken parmağımı kıpırdatamıyorum. Kas gevşeticilerin işe yarıyor olması güzel. Kolum nihayet kendine geldi biraz. Çatal, klavye ve diğer her şey geri geldi. hızımı alamayıp puf böreği yapmam da anlamsız bi riskti işte.

> FALAN <

sıkıcı kelimeler öbeği. blogu bu ara kapatmazsam bi daha kapatmam heralde. boş oturdukça yazmıyorum, üstüne kızgın yağ dökesim geliyor. yazıp silme, yayımlamama filan da bambaşka.

pasaportumu istiyorum, çok istiyorum. geldiğinde bi zahmet, içindeki oturma izni de yenilenmiş olsun istiyorum tabii. aylar oldu Türkiye'ye gitmeyeli. Hollanda'dayken bu kadar kopukluk olmamıştı, özledim. Ayva tatlısı, ayva reçeli zamanıdır da şimdi ufaktan. Aynı anda gitmek istediğimiz 3-5 yer var. Hem pasaport gelsin ki tatillerin tadı çıksın. Burada işteki ilk yılında en az 20 iş günü tatilin var, resmi tatiller hariç. 4 hafta yani. insan gibi. tabii stajyer / part-time olunca böyle değil; ama olsun.

hadi bir daha: > FALAN <.

*


Yaşananları unutmamak, mühim. Ben unutmamaya çalışırım, derdim hatırlamak. Toplumsal hafıza, ömer madra'nın o güzide benzetmesiyle, "12 eylül lobotomi"siyle hasar gördü, evet. O yüzden tazelemek lazım; çünkü son 32 yılda da çok birikti kesedekiler.

Yine de kini, kin beslemeyi pek anlamam. Belki çok büyük bi genelleme olacak; ama bence sağ cenahın sol cenahtan öğrenmesi gereken şey bu: kinlenmemek. Belki de "muhafakar" kelimesinin köküne, o muhafaza edişe bakmakla da ilgili. muhafaza etmek istediğin şey, artık yok. alındı, gitti, koparıldı, neyse; ama yok. bitti. çok üzüldün, böyle olsun istemezdin, kendine bir düşman da seçtin, e sonra?  frankestein misali, yeniden yaratmaya çalışmak: neo- osmanlıcı politikalar, İMÇ'yi yıkıp "yeni osmanlı mahallesi" yapmak gibi çakma diriltme projeleri. Bir nostaljinin içinde her gün ah çekerek yaşamanın kolaycılığı başka, tüm bu bitmiş ve gitmişleri unutmadan, yüzleşerek, tartışarak, birlikte yeni bir "şey" yapmaya çalışmak başka. işte o kolaycılık, o sonsuz hasretli, güzel günler nostaljisi bence kine yol açıyor, amaçsız, hedefsiz, sadece çok kızgın bir kin. siyah - beyaz bir kin.

Örneğin sağda ciddi bir Osmanlı hayranlığı mevcut; bu ümmetçi bir birliktelikten, cihan hanedanlığı gücüne tapmaktan başlıyor, "herkes neşe içinde vergisini ödeyen, dil din ırk ayrımı yaşamayan, mutlu osmanlı vatandaşlarıydı" tipi Romalılaştırmayla devam ediyor. Menderesçilik etkisinin de beslediği bu algı, kendisinin yaşamadığı, görmediği, romantikleştirilmiş, özgürlüklerin diz boyu olduğu bir Neverland hayalini alıyor. Aslında temelde mutlak monarşi nedir, bunu bilmemekle ilgili sanki. Batılı ressamların çizdiği harem, hamam resimlerinden farksız. Bir kere öyle bir Osmanlı ki, 600 yıl boyunca hep aynı, hep tutarlı, hep düz çizgi; ama bir öncesi Selçuklular bu romanstan payını alamıyor niyeyse. Bir de hep saraydan bakarak görüyoruz, herkes pek bir rokoko, anlatabildim mi? Böylesine ütopya haline getirildikten sonra da eleştirmek imkansızlaşıyor. Yapılan şeyler eleştiri değil, daha çok, "canım dişinde yeşil bi şi var" uyarısı gibi kalıyor. En basitinden, devşirme sistemi bile övgülere doyamıyor; o çocukların "saray"a alınması, ailelerinden koparılması, onlar için daha iyiydi. Kime göre? saray tarihçilerine göre. Aynı hızla yerinden edilen, toptan yer değiştiren köyler de başarılı bir politika halini alıveriyor.

Menderes kısmına da dokunayım hadi. Başbakandı ve asıldı ve bu yanlıştı. Başbakandı ve yargılandı, bu davaların birçoğu da saçmaydı (bebek davası, köpek davası vs); ama Başbakandı, yargılandı ve bu davaların birçoğu da gayet önemli, Türkiye'yi kökünden değiştiren konularla ilgiliydi: 6-7 eylül ve diğerleri. Erdoğan'ın Mehmet Barlas'la yaptığı röportaj sırasında bir kez daha fark ettim ki, bu kısım yokmuş gibi davranılıyor. Konu 6-7 eylül olayları olunca, başbakan "kimdi o dönem hükümet, kimdi kimdi?" diyor büyük bir hevesle, gülümseyerek ve cevabı CHP sanarak. Çok trajik; ama böyle. Barlas da "kim olduğu mühim değil; ama Demokrat Parti'ydi" diyor. O gülüş donuyor.

O sahne o kadar önemli ki. Bu sadece "vay başbakan daha siyasi tarih 101 bilmiyor" değil. Menderes'in kurbanlaşmasında, kendini Menderes'in devamı gören bir partinin siyasi algısında ciddi bir günahtan arındırma, aklama ve azizleştirme de mevcut. Şöyle diyeyim hatta: "devşirme sistemini CHP kurdu" deseniz aslında ne kadar da berbat, aileleri yıkan, çocukları sömüren, vahşi bir sistem olduğunu ve Menderes'in de o çocukları nasıl da kurtardığını anında anlatabilir bu zihniyet; çünkü mesele ne olduğundan çok, kimden geldiği. Bu algı, siyahlar ve beyazlar üstüne kurulu ve işin fenası, tek bir siyah ve tek bir beyaz var. Mesela Osmanlı beyaz, Menderes beyaz. bunlar  tıpatıp aynı ton beyaz, bu arada. Cumhuriyetin ilk yılları siyah, tek parti hükümeti siyah ve mesela 28 şubat da siyah. bunlar da yine aynı ton siyah. tasnif ve dosyalama işi gibi, kütüphanede etiketliyoruz sanki kitapları. Bu esnada sol, chp, ordu filan da hep aynı siyahta kalıyor işte. sağın hemen her dönem iktidar olduğu gerçeği ise gözardı ediliyor.

Ha diyeceksiniz ki "sol bunu hiç yapmadı mı?" yaptı tabii ki. Bugün SSCB'nin sütten çıkma ak kaşık olduğu hikayeler dinleyebilirsiniz mesela. Türkiye'nin kendine has, güçlü bir sol iktidar geçmişi olmadığı için, ütopya ve hayalleri başka ülkelere ait genelde. 61 Anayasası hariç. 61 Anayasası ile ilgili çok garip bir ruh hali var solun. Anayasa metninin (metin başka, uygulama araçları başka) özgürlükçü olması,  '71 darbesi komutanının "sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı" lafıyla teyit edilen toplumsal hareketlilik, sol için hep hayaldi belki de. Sol, o pek de yakından göremediği, yaşayamadığı iktidara yaklaşacaktı.

Burada karışıyor işte her şey. Yukarda tariflediğim sağdan bakınca, Menderes karşıtı olduklarına göre "sol = CHP" oluveriyor, "= tek parti". çok enteresan; çünkü sol kendini CHP'den ayrılalı onyıllar oluyor. Ayrıca Nâzım komünistti mesela; bu da heralde o yıllarda Menderes ve CHP'nin yegane ortak düşmanı yapıyor onu. Ayrıca bir de İP vardı. Neyse, sol = CHP formülüne itirazım anlaşıldığına göre, devam. sonra o özgürlükçü anayasanın askeri bir darbeyle hazırlanmış olduğu gerçeği hatırlanıyor. 82'nin sivil bir anayasa olması; ama içinde "sivil"e dair bir şey olmaması ve 61'in aksine, metinden çok kurumla, uygulama araçlarıyla gelmesi ayrı bir hikaye. 61'i mi siviller yapsaydı, 82 mi özgürlükçü olsaydı, falan filan.

Neyse konu çok dağılıyor ve kolum ağrıyor. Solun, 71 ve 80 darbelerinden gördüğü yıkıcı zarar ve sayısız kayıp, bir gün iktidar olup herkesin anasını ağlatma kinine evrilmedi. Evrilemedi belki, iktidar olmadıkları için; ama bir yandan da saplantılı bir şekilde izahat isteği var solun. Pratik hayattan kaçıp teoriye sığınmaya varabilecek bir anlama isteği. "Niye böyle oldu. bir daha olmaması için ne yapalım. Niye biz" soruları bitmez. Bunun için heralde, sol bölündükçe bölündü. Kimi ortanın solu rolüne yapıştı. Kimi ordulaştı. Kimi, "türk solu, atatürk yolu" formülleri uydurdu. Kimi iyice liberalleşti. Sonuçta dönüp dolaşıp baktığınızda, sahiden lobotomiden çıkmış bir sol kaldı. Ayrıca iktidar olmaktan çok geçmişini anlamaya çalışan bir sol, iktidar olması halinde ilk yapacağı şey geçmişle yüzleşmek olan bir sol. Thatcherlarla Reaganlarla yükselen sağın yanında, kendine referans noktası arayan, Berlin Duvarı sonrasını kurmaya çalışan bir sol.

Solun dil, din, ırk katmanlarına girmiyorum bile, matruşka gibi. kendi içinde bile çatışma sebebi olabilir. Sağda da var tabii; ama sol biraz daha katmanlı. Yine de başa dönecek olursak, Türkiye'deki solun geçmişte özlemle anacağı bir "muhteşem yüzyıl"ı olmadığı, böylesi bir dönem ilkokul tarih kitaplarından devlet diskuruna kadar her yere sinmediği içindir ki ancak geleceğe nostaljiyle bakabiliyor. Bence en temel fark da bu. Sol, o ütopyayı bir zamanlar yaşadığını değil, "tam da yaşayacakken kaybettiği"ni düşünüyor. gerçekleşememiş devrimler ve çocukları. Ha tabii bu "gerçekleşememiş devrim" bir öç ve kin yaratmıyor mu, bazısında yaratıyor elbette; ama bence yenilen takımın maç kaydını tekrar izleme isteği, karşı takıma küfretme arzusundan daha ağır basıyor.

Bu yüzden ki ilk olarak bazı Kürt ve Ermeni entelektüellerin dile getirdiği, "hakikat komisyonları"na bugün her şeyden çok ihtiyacımız var. Darbeler için, sol ve sağ için, gelecek için. Yargılamasız, hakikat komisyonları. Kürtleri ve Ermenileri tabii ki milliyetçilikten uzak görmüyorum; bu onlara hakaret olurdu. Elbette fanatik milliyetçisi de, komünisti de, liberali de mevcut. O yüzden the kürtler ve the ermeniler genellemesi yapamam. Ben, barış çağrısı yaparken bi yandan da öç almaktan, intikamdan, kinden bahsetmeyenleri söylüyorum. Yeni, temiz bir sayfa açmanın ne kadar zor olduğunu bilenleri. Bir zamanlar Dink'in yapabildiği gibi, çuvaldızı da iğneyi de kullanabilenlerden bahsediyorum. Geçmişteki ütopyanın nostaljisine kapılmadan, geleceğin belirsiz; ama birlikte inşa edilebilecek zorlu yollarını önerenleri söylüyorum. Bu kişiler, milliyetinden bağımsız, soldan çıkıyor genelde. Sağdan da çıkıyor elbet de, dönüp dolaşıp bir yerde tıkanıyor sanki; hiç olmasa GLBTT haklarında, kürtajda filan bi sessizleşiyor ortalık. sanki "muhafaza" etmek istediği bir şeyi kalıyor mutlaka sağın.
 
Soldan bakınca gördüğüm bu, evet. kendimi tarafsızlaştırmaya çalışmam fazla bir "renksiz terazi"lik olurdu. Yine de toparlayacak olursam, özetle: Sağın nostaljilerinin, solun olamamış devrim komplekslerinin, hepsinin artık bittiği günler diliyorum. Bence bir gün o komisyonların hem sağ, hem sol, herkesin birlikteliğinde kurulduğu, kendimizi yeniden öğrendiğimiz, ütopyalarımızı, nostaljilerimizi bi kenara bırakıp sağlıklı gelecek hayalleri kurabildiğimiz günler lazım bize. ütopyalar ve hayaller kötü olduğu için değil, aksine; artık bunlardan bir şey yaratma vakti geldiği için.

Dün 29 ekim'di. Yürüyüş yasakları, hipodromlar, biber gazı ve her şey bir yana, birbirimizle bu bitmeyen çatışma hali kinden besleniyor, barışmamaktan. birilerinin 29 ekimle ve cumhuriyetle derdinin olması bana hiç garip gelmiyor; olabilir. Bu o kişiye hak vereceğim veya ondan nefret edeceğim anlamına gelmez. bana garip gelen,  konuşamaz halimiz. bu derdin kine, nefrete, kutuplaşmaya evrildiğini görsek de "e tabii ki olacak, ne var bunda?" denmesi. sınır tanımaz yıkıcı güç. siyahlar ve beyazlar ve o bir türlü uzlaşmaz, nostaljik kin.

29 ekimi kutlama hakkını savunanlardan bazılarının, genel olarak "bir şeyleri kutlama hakkı"nı savunmaya evrilmemesi de parantezim olsun.  Kutlatmayan zaten oralarda değil, onu belirtmiyorum bile. Gerçi mağdurun güce karşı koymak yerine, gücü yönlendirme sinsiliği, güçlüye yanaşma arzusu hiç şaşırtmaz: "bana değil, ona vur ey güçlü" = "29 ekime değil newroza saldır ey hükümet". "biz terörist değiliz!" dedi çoğu "sade vatandaş". tutuklanan öğrenciler, çevreciler ve onca entelektüel, terörist mi peki? birilerinin illa terörist mi olması lazım, bize illa terör mü gerek? 49 gündür açlık grevindeki insanlar, onlar hangi bir siyaha veya beyaza yakışıyor sizce?

Hangi taraftan olursa olsun, konuşmaktan, çözmekten yana olanın, olası bir hakikat komisyonlarında en önde duracağına eminim. 29 ekimin dünkü hali bana sadece şunu düşündürüyor: sağ sol fark etmez; patlama noktasına geldik artık. etrafa ne saçılır, belirsiz. sinirden boynumuzdaki damarları şişire şişire kabarmak yerine, aynı masada oturmayı becermemiz gerekiyor.

*


Bak böyle bir şarkı vardı bir zaman, anne- baba yaşındakilerin gençken, inanarak, karşılarında dikilen jandarmaya söyledikleri marş. Nâzım yazdı diyorlar, "jandarma biz komünistiz" şeklinde, bilemem. "jandarma sen kardeşimsin, köylümsün / kırlarında salgın gezen köyden geldin belki dün". öyle işte. Son 20-30... yılını ortak payda bulma, yeni bir "toplumsal anlaşma" arayışına filan harcayan bir ülkenin, belki de önce kırlarında gezen salgına bakması lazım ki o köyleri daha bir iyi görsün, anlasın. köy var, kırları var ve o kırlarda salgın baki. Muhteşem yüzyıl da, özgürlükçü anayasa da, cumhuriyet de, darbe de, menderes de o kırlardaki salgını yok edemedi. bence mesele tam da o salgında. hakikat komisyonları, o salgına dur diyebilir belki.

18 Ekim 2012 Perşembe

döküm

Yazmadığım şu günlerde:

Radikal Blog başladı. Ben de temmuz ayında yazı göndermiştim iki tane, onlar da yerini aldı. Bundan sonra da umarım, yeni yazılarla devamını getiririm. Blogdan derleyip yazmak bir seçenek (ki kolaycı ve aklıma yatan bir seçenek); ama şimdilik oraya başka yazılar yazmayı tercih ederim. Edeceğimdir, bakacağızdır. Radikal bence önemli bir işe girişti. Sorumluluğu büyük, fazla yazar olduğu için her an dağılıvermeye müsahit; ama düzgün gittiği sürece güzel sesler verecek bir iş. Ben özellikle twitter'da olup da blog yazmayan kişilerin yazıları için takip ediyorum.

Ayça ki kendisi herkes uyandığında müzik açar, büyük bir işe girişti. hikayesi burada, bu hikayenin devamı olan blogu burada. Bence okuyun, atlamayın.

İş başvurularımın monolog halini alması sonucunda, staj & gönüllü çalışma başvurularına da başlamıştım. Nihayet bir staj için görüşmeye de gittim, çok istediğim bir yer. Olacak gibi, tahtalara vurunuz. Görüşmeye gitmiş olmak bile iyi geldi; hatta mailime cevap almak bile iyi geldi. Karşımdaki insanın beni anlaması iyi geldi. Türkiye'de olsa "hmm.. niye ama? mmm!" filan diyeceklerini düşündüğüm şeylere (sektör değiştirme, 6 ay ara verme vb), "tabii doğal" demesi de iyi geldi. "Staja fazlasın" demesi en iyi gelen şeydi tabii; ama çekirgelikten zarar gelmez. Ben yeniden öğrencimsiyim. İyi haberler bekliyorum işte. Şu başvuruları yaparken "olsun da n'olursa olsun" demeden, sadece içime sinen, sahiden çok istediğim yerlere başvurdum. "bulunsun" diye el attığım başvuruları da ya tamamlamadım ya da yollamadım. Filtreledim. Evet, 28 yaşımdayım ve hem filtreleme hem de stajyer olma lüksüm var. Ben de kullanıyorum bu lüksü; çünkü bir yerden başlamak duvar saymaktan iyi.

 Bunlardan başka,  geçen hafta Tate Britain'daki Pre-Raphaelites sergisine gittim (linkte video da var). Hafta içi öğle saatlerinde boş olmasını beklerken yaş ortalaması 70 olan bir kalabalığın ortasında bulduk kendimizi. Sergi güzeldi, müze zaten çok güzel. Sabit sergiye henüz sıra gelemediyse, büyük olduğu içindir.

Cumartesi günü Camden Town'dan başlayıp Little Venice'e kadar, Regent's Canal boyunca yürüdüm. Kanal kenarı Amsterdam gibi, bisikletliler dahil. Pek güzel bir sonbahar yürüyüş güzergahı, 3 km filan. Aksi yöne yürüyünce Victoria Park'a bağlanan bir güzel kanal kendisi, pek uzun. Bir dahakine de rota o olacak heralde. Regent's Park'a hâlâ gitmedim. Yuh bana; ama hep başka bir şeyler çıkıyor, erteleniyor.

Pazar günü önce Waterlow Park'a, oradan da kapı komşusu Highgate mezarlığı'na gittim. Mezarlık doğu ve batı olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Batı bölüm mimari açıdan daha zenginmiş, süslü kemerler, geçitler filan. Oranın turu 7 pound. Biz Marx'ı ziyarete geldiğimiz için Doğu bölümüne girdik; mezarların olduğu esas taraf. burası da 3 pound. Girişte ayrıca 1 pound verip mezarlık haritası da alıyorsunuz. Başta almadık, avare avare dolandık; ama işe yarıyor, biz de geri gidip aldık haritamızı.

En eski mezar 1860 yılına ait. Bir fırıncının 16 yaşındaki kızı gömülmüş ilk olarak. Mezar taşı yenilenmiş, harita üzerinde özel olarak işaretlenmiş. 152 yıl sonra bile ziyaretçileri var.  Marx en çok ziyaret edilen mezar; ama bunun dışında Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin yazarı Douglas Adams, Viktorya İngiltere'sinin meşhur kadın yazarı George Eliot, kimya ve fiziğin babalarından, elektrolizci Michael Faraday, "survival of the fittest" lafının sahibi Herbert Spencer da buradalar. Ayrıca Irak komünist hareketinin lideri olan beyfendi, ilk seri üretilmiş somun ekmek yapan bir diğer beyfendi de Highgate'te (diğerleri).

İsimsiz, eski mezarların hepsinin üstünü yemyeşil bir sarmaşık ağı sarmış. Ağaçlar kat kat büyümüş, mezarlığı örtmüş. Tamam, tabii ki mezarlık; ama capcanlıydı. Özellikle sarmaşıklar çok huzurlu bir hava veriyordu o yan yana mezarlara; sanki kocaman bi battaniyenin altında birlikte uyuyan kardeşler gibi. Heykeller, enteresan mezar taşları arasında en zarifi şuydu: eşi erken yaşta ölen bir kadın, düzenli olarak eşinin mezarını ziyarete gelmiş. O da vefat edince eşinin yanına gömülmüş. İşte o mezarın yanına bir bank yaptırmış çocukları. Ayrı geçirdikleri; ama mezar başında buluştukları yılların anısına.

Bunun dışında günler genelde evde, bol yemekli, bol kitaplı, biraz miskin geçiyor. Ekim 15'i de geçtiğimize göre buna kısaca sonbahar diyebiliriz. Her gün bir gün geçiyor, ertesi günü bekliyoruz. Ev halkı olarak bir haberler bekliyoruz hep bir yerlerden, onun verdiği hal bloga da çöktü sanırım. Yazmak istiyorum, düşünüyorum; ama yazmıyorum. Kuluçka. Yine de şu iyi: twitter'a da yazmıyorum bak, bloga saklıyorum (bu not sakinn hanıma).

10 Ekim 2012 Çarşamba

Tırabzan

(baştan editos: yazılışını hep karıştırdığım kelimeyi başlığa koydum ki editi göz alsın. Tırabzan: Farsça kökenli ve bir Trabzon değil. Yazmadan önce kontrol etseydim iyiydi tabii.)

İş arıyorum. Aslında iş arıyoruz; ama birimizin çoktan buldu. Araya ufak bir tatil kaçtı sadece.

İş arıyorum ve iş tanımları anormal olan yerler bana daha yakın. Hani muhasebe ve raporlama ve denetim ve İK, ne iş varsa tek kişinin yapması beklenen küçük yerler. Joker elemanın halinden joker arayan anlar. Umarım, anlasın artık ya. Çevre çevre diye tutturdum; ama elbette ki esniyor. Çocukları da severim, göreceğiz.

*

Sevgili Victoria Park'ımız ve biz. Ben bu parkı çok seviyorum. İyice boşladım, koşu filan yalan oldu hava 10-12 dereceye düşünce. Hoş, üstüne çıkacağı süre de belli işte yıl içinde. Neyse, yakınımızdaki metro durağı da Bethnal Green. Kabaca 2-3 otobüs durağı mesafesi var parkla arasında. 2. Dünya Savaşı'nda gerçekleşen meşhur bir Bethnal Green Vakası var. Ben durak civarı bombalanmış diye biliyordum; oysa öyle değilmiş.

Efendim wikipedia (ve kaynakçaları) der ki:

Sevgili parkımız sivillere kapanıp uçaksavar alanı ilan ediliyor savaş sırasında. Uçaksavar roketlerin cinsi cibiliyeti de gizli tabii. Park dediğin 86 hektar alan, döne döne uçak savıyoruz. Neyse, yıllardan 1943, günlerden 3 Mart, gece vakti delice siren sesi duyuluyor: bombalama uyarısı. Meşhur Blitz sırasında 57 gece boyunca bomba yiyen bir şehirden bahsediyoruz; yani siren sesi çok tanıdık. Bir önceki gece de Berlin ağır bir şekilde bombalandığından, halk zaten bir karşı saldırı huzursuzluğunda.

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/0/0c/Victoria_Park_proposal_1841.jpg
Victoria Park planı, 1841
Bethnal Green metro istasyonuysa, inşaatına yeni başlamışken savaş çıktığı için rayları bile döşenmemiş halde. Savaşın ilk yıllarından beri, 5.000 ranzası olan, toplamda 12.000 kişi alan geniş bir sığınak görevi görüyor; hatta içinde kütüphane bile kurulmuş. Siren sesinden sonra, yakındaki sivil halk başta sakince istasyona koşuyor sığınmak için; sinemadan çıkanlar, yanaşan 3 otobüsten az önce inmiş olan herkes. Yağmurdan ıslanmış merdivenleri sakince iniyorlar, ne de olsa bu bir rutin. 2.000 kişi istasyona girmeyi başarıyor. Genelde bu sirenlerin ardından patlama gelmiyor; ama o gün istisna: dev bir patlama sesi duyuluyor. Hiç duymadıkları, "yeni" bir patlama sesi ve çok yakından. Olağan sığınak uyarısı refleksleri yerini paniğe bırakıyor. Metro girişindeki merdivenleri inen çocuklu bir kadının ayağı kayıyor, düşüyor. Hemen ardından da yaşlı bir adam. Karartma gecesinin zifir karanlığında koşan kişiler merdivende düşenleri görmüyor. Saniyeler içinde 300 kişi düşüyor peşi sıra. Toplamda 62'si çocuk, 173 kişi ölüyor ve 90 kişi yaralanıyor. 173 kişi, sahiden üst üste ezilerek ölüyor. Bu, İngiltere'nin 2. Dünya Savaşı sırasında ülke içinde yaşadığı, bir seferde en yüksek sayıdaki sivil kayba neden olan olay.

Peki bomba n'olmuş? Duyulan patlama sesi bomba değil, Victoria Park'tan atılan yeni tür bir uçaksavar roketinin sesiymiş, gizli bir deneme atışı yapılmış (BBC söylüyor). Yani 173 kişi, sahiden pisi pisine ölüyor: ortada bomba bile yokken. "Ezilerek ölmek nedir?" derseniz, teni maviye, mora, siyaha dönecek kadar oksijensiz kalmış çocuklar derim. Kurtulanların ve kurtarma ekibinde çalışanların anıları şurada.


http://www.stairwaytoheavenmemorial.org/images/BG-tube-entrance-in-1943.jpg
metro girişi
Olay fazla soruşturulmuyor başta, üstü kapanıyor. Ölümler kaydediliyor, o kadar. Sağ kurtulanlar sessiz kalmaları için uyarılıyor. Savaşta moral bozmanın, düşmana koz vermenin anlamı yok. Daha sonra, ölenlerin yakınları soruşturma istiyor; çünkü halk metro istasyonuna koşarken etrafta tek bir polis bile yokmuş. Rapor tutuluyor: "Evet, hiçbir kolluk kuvveti yoktu ama olsaydı dahi toplu histeri halindeki sivil kalabalık içinde ölümler kaçınılmazdı. Polis bir şey yapamazdı".

Ayrıca metro durağı henüz açılmadığından, metro girişi ahşap panellerle çevrili merdivenden ibaret, tırabzan filan yok. Tırabzan yapılması talebi hükümete iletilmiş; ama faaliyette bile olmayan bir durak için savaş zamanı böyle bir harcama yapılması, hele ki "metal" tırabzan filan, tabii ki onaylanmamış. Olaydan sonra tırabzanlar konuyor, bir de her basamağın kenarı beyaza boyanıyor ki karanlıkta görülsün (editos devam: bir de ısrarla cümle içinde kullanmışım sevgili "tırabzan"ı).

Böylesine büyük ve bence İngiltere'nin sayılı "bok yoluna niyazi" vakalarından biri olan olay, konuşulmuyor ve unutuluyor yavaş yavaş. Cephede tek asker ölse dahi uygun bir yere anıt dikiveren İngilizler için bence sıradışı bir durum. Nihayet 2005'te mi ne, Victoria Park içine ufak bir dikilitaş yapılıyor. Metronun da bir girişinde ufacık bir tabela varmış; ama gözüme çarpmadı. Olayın hayatta kalan kurbanları, 2007 yılında bir araya gelip bir "anıt fonu" oluşturuyorlar. Ölenlerin anısına, ufacık tefecik değil, ihtişamlı bir anıt yaptırmak için. Seçilen proje, iç kısmında 173 tane ışık olan, ters duran bir merdiven heykeli, "Stairway to Heaven". Proje hâlâ tamamlanmış değil; ama yavaş yavaş sürüyor. Tamamlandığında metro girişinin hemen üstünde duracak ve o ışıklarla merdivenler aydınlanacak. Bağışlar toplanıyor, konser düzenleniyor filan. Umarım 2013'e, 70. yıl anma törenine yetişir.

http://www.stairwaytoheavenmemorial.org/images/69th-wreaths-railings1.JPG
69. yıl anma töreninde durağa bırakılan çiçekler

Ben işte bu duraktan metroya biniyorum. Girişinde çok geniş, tırabzanlı, 20 basamak var. Şimdi yazarken aklıma geldi: geçen gün yağmurda ayağım kaydı, tırabzana tutundum. Tırabzanlar hâlâ önemli.

5 Ekim 2012 Cuma

böbrek

Her kış öncesi yaşadığım sorun olan "benim niye siyah bi ayakkabım yok?" geri geldi. Ben siyah ayakkabı / bot / çizme ihtiyacı olan, bunu bile bile gidip kahverengi çizmeyle haki bot alan bi garip insanım. Arada bir cem yılmazlaşıp "tüm dolabı siyah yapayım, renk olarak araya gri ve beyaz atarım, aklım rahat olur" diyorum; ama işte, olmuyor. Neyse, bu krizi bu sene çözüp kendimi Doğu Londra'nın trademark'ı olan chelsea boots'a adayacağım. Doğu Londra demişken, botları Alexa Chung göstersin:

 http://static2.vouchercodes.co.uk/images/blog/12514_chung.jpg

Evet biraz kaba, biraz da öğretmen botu; ama bunları Kızılhaç dağıtıyor olmalı, giymeyeni organik baget ekmekle kovalıyolar.  Burda böyle.

Bu vesileyle, hani her denediği ayakkabı tam ayağına oluveren cinderellalar var ya, hepsini kıskanıyorum. benim ayağım boydan 38, enden 37. vurmayan, yara yapmayan ayakkabım olunca bi ömür giyiyorum, bakınız 15 yıl sonra emekliye ayrılan siyah botlarım (eski bir dost gibi gözümün önünde beliriyor). neyse yani, hele öyle "hadi zara'dan ayakkabı alalım" filan, bence çok büyük çılgınlık. benim bu çılgınlığı yapabilmem için birkenstock tarafından stiletto üretilmesi lazım ki fikri bile absürd. ayakkabı alışverişinden nefret edişim de bundan: ayağıma olmuyolar.

bu çok anlamlı paragraflarıma burda son veriyorum.

*

bu aralar iki tercihim var: 1) gazete okumak. 2) instagramın kraliçesi olan iskandinav kadınlarının evlerinin fotoğraflarına bakmak. ben önce 2, sonra 1 yapıyorum. evler sade ve huzurlu, evler güzel. hepsi biraz birbirine benziyor, bir şekilde. ortaokulda aynı çoraplardan giymek gibi belki. neyse, sonra haberleri okuyup delirmemek için iyiler.

yurtdışında yaşarken sürekli haber takip etmek zor. bir kere, bulunduğunuz ülkeyi de takip etmeniz gerekiyor ve sahiden, çok fark var. iki ayrı alem. bir ingilize "taksim meydanı elden gidiyor"u anlatmak için anca "hyde park'ı inşaata açtık, otoban kenarı dubleks süperlüks apartman daireleri olacak, sitenin adını da öz londra koyduk" filan deyince, beeelki anlıyor. bilmediğinden değil de, hiçbir "dokunulmaz alan" olmayışını anlamadığından. yoksa londra dediğin, mutenalaşmanın gözbebeği bir kent. süper lüks daire lafına da pek gülerim. ultra mega ışıldaklı daire! yıldızlı pekiyi! neyse.

sonra mesela, "aa tezkere filan, savaş?" diyor insan. oysa muharrem ince'nin hatırlattığı gibi, bu 9. tezkere. 1 mart dışındakileri hatırlamıyor olabiliriz; ama 8 tane daha tezkere geçti. yani benzer bir yetki zaten verildi; mesela kuzey ırak için. evet tezkere çatışma demek, silah demek, birilerinin illa ki bok yoluna ölmesi demek. bak roboski de bu tezkerelerin sonucu. düşük yoğunluklu operasyonlar ve bir takım terimler; ama aslında "savaş" demek değil-miş. yani sahiden, "savaş öncesi" olabilir; ama tam savaş değil-miş. belki iyi ki de değil. savaşa dönüşebilir, o başka; ama henüz, daha orada değiliz. "kahrol düşman al sana bomba!" halinin ölümler getirme ihtimali yüksek, evet. her ölüm kötüdür, evet; ama savaşta değiliz. henüz. demek ki bir şey yapılabilir.

savaş dediğimiz şey, 30 yıldır bu ülke coğrafyasında süregiden şey. yani bu suriye tezkeresine bakıp "memleket üzerinde kara oyunlar oynanıyooorrr, bir takım güçler bizi kendine doğru çekiyoooor" demeden önce, bir zahmet, hatırlayalım: bu ülkenin doğusunda insanlar duvarları kurşun izleriyle delik deşik olmuş evlerde yaşıyor ve orası saraybosna değil. bu durum yeni değil. zaten, suriye olayında da yine onlar öldü. ölebilirlik endeksinde üst sıralardaki yerini yıllardır koruyanlar. tezkeresiz. bu tezkereyle de dönüp dolaşıp yine onların ölme ihtimali - çok yüksek. o yüzden bu olaya şaşıranlara ben şaşırıyorum. ha bu olaya bakıp "yeter bre!" diyenlerin yeri ayrı nazarımda; onlar bunun ne ilk ne son olacağını idrak edenler.

bu ülkede askere giden erkekler için istediğiniz türküyü söyleyin; ama en çok ağıt yakılıyor. aileleri kurbanlık koyun gibi, arenaya çıkan gladyatör gibi gönderiyor çocuklarını. sadece askerler de değil. binlerce aile çocuğunun akibetini bile bilmiyor, bir gün dağa çıkmış, belki sadece cenazesi inecek. o veya bu, taraf önemli değil artık. evet, bazıları da askere gitmemek için kırk takla atıyor. neden? çünkü ölebilirler. ölebilmek kadar korkuncu, öldürebilirler. bazı insanlar ölmekten çok, öldürmekten korkuyor, biliyor musunuz? benim arkadaşım gece sınırda nöbet tutarken gördüğü iki karaltıyı vurmamak için defalarca "kimsin" diye bağırmış, köylüler olduğunu anlayana kadar. ateş etmemek için, boğazını kanatana kadar bağırmak diye bir tercih de var çünkü. rüyasında görüyor hâlâ o geceyi, birini öldürme eşiğinden döndüğü geceyi. öyle sanıldığı kadar kolay değil, 30 yıl boyunca sürekli ölüp öldürüp adını savaş koymamak. hep birlikte, her gün birbirimizden ve kendimizden nefret ede ede yaşıyorsak, kendimize söylediğimiz bu 30 yıllık yalanın ağırlığı yüzünden.

ha tüm bu tezkereler, yürüyüşler önemsiz mi? tabii ki değil. bir şeyler olduğu kesin, birilerinin çarkının döneceği de kesin. tüm bu olaylar olurken Suriye yerine kendi hükümetimizi eleştirecek dirayete sahip olduğumuz için, değil. Milletin vekillerinin milletten saklanmak için kapalı oturumlara sığındığını bir kez daha gördüğümüz için, değil. Nedir, vatandaşın ölmüşse tepki göstermelisindir. Kitaplar ve mantık bunu söyler.  9 sivil İsrail tarafından öldürüldüğünde bunu söylememişti, o başka kitaptır belki. Bilmem, bilemem. İnsanlar bunun okulunu okuyor, ben kahvehane muhabbeti düzeyinde kalırım. Yine de işte, savaşa yeni girmiyoruz. yeni bir savaş olabilir; ama "savaş" bize yeni değil. Her gün birilerinin öldüğü, birilerinin hayatının asla eskisi gibi olmayacak şekilde değiştiği bir ülkede yaşarken tezkere heyecanı en hafif tabirle safça kalıyor. yani tabii ki "barış'a evet". her türlüsüne, hepsine. bizim ülke içindekine bile evet, inanmazsınız. hatta tercihen: barış hemen şimdi!

*

Dünyanın diğer ucunda, Filipinler'de yaşayan bir arkadaşım bir yaşını doldurmamış oğluna oyuncak kalaşnikof almış. keleşle oynuyor el kadar bebek. dik tutunca kendinden büyük. Filipinler tarihine şöyle bir bakarsanız, istemediğiniz kadar ölüm ve kan görürsünüz. Çocuğuna, daha agu bugu bile diyemeyen çocuğuna silah almış. Dünya denen gezegende dokunarak öğrenmesi, aklına ilk kazınması gereken formlardan biri: kalaşnikof. Ben dehşet içinde baktım fotoğraflara. nasıl mutlular! tetiği arayan elleri, tetiğe basınca yanıp sönen ışıklar ve çıkan sesler, bir güzel oyuncak olarak kalaşnikof. biraz büyüsün babasına doğrultup "dışıınn!!!" der, o da ölmüş gibi yapar. öyle neşeli oyunlar. beynim almıyor.

İlkokuldaki sınıf arkadaşlarımın bi kısmı bücür psikopatlardı. Mesela ilkokul 1'in ilk gününde bir çocuk sıra arkadaşının kafasına kurşun kalem sapladı. Bir anda. Kafası kalemli, ağlayan çocuğu acile götürdüler. Kalemi saplayan çocuk 2 sene sonra, durup dururken parmaklarını gözüme sokmuş ve benim çığlıklarıma yanıt olarak "tepkini merak ettim" demişti. Ona yardım etmesi gereken öğretmenlerse sınıfın en arka sırasında, kendini yok etmesi için yalnız bıraktılar. Sıradan düşüp kolunu kırdığında da alçısıyla üst sınıftaki kızlara vuruyordu. Cezalar aldı; ama kimse "neden?" demedi.

Ha bu çok özel bir vaka olabilir; ama özellikle ilkokul 3-4 yaşlarında çocukların içinden bi canavar çıkıyor. Resmen her teneffüs birbirlerini dövüyorlar. Ben "böbreğine iyice vurursan kan işiyor!" diye gülen sınıf arkadaşlarımı hatırlıyorum. Anatomi dersi gibi. Sadece erkek çocuklar da değil, bizden biraz uzun ve iri olduğu için okulu haraca bağlamış kızlar da vardı. Annem denk geldiği bi kavgayı ayırmaya çalışırken resmen dayak yemişti. Aslında bunlar normal. Şöyle normal: dokunarak öğrenme, karşındakini de keşfetme fazı. "Pipim var, senin de var mı?" evresi. Evet, 4-5 yaşındayken de bu evreden geçmişti belki ama bu  ergenliğe girmeden az önce. Pipin var bakalım vurunca n'oluyor? Bence, birinin karnına attığınız yumruğun sahiden ne kadar acıttığını anlamak için karna yumruk yemek gereken yaşlar. Empati filan hak getire, kontrolsüz enerji yumakları.

Tam o yaşlarda çocuğun içinde doğal olarak bulunan bu dürtüyü beslemek bana sadistçe geliyor. Şap yedirin demiyorum; ama onlarca rehberlik öğretmeni yanılıyor olamaz: TV, bilgisayar ve hobilerinde şiddeti azaltın. Ne bileyim, spor yapsın, düz duvara tırmansın, bir şeyler. Kadınlarla ilişkisinin sağlıklı olması için de pornografik öğeleri azaltın. Sıfırlayamayacaksınız; ama konuşabilin. Aynayla arkadaşının eteğinin altını dikizlemesinde "ay oğlum çapkınlığa mı başlamış?" sevimliliği yok. Çocuğunuz 3 yaşındayken yanında kanlı haberler izlemiyorsanız, 10 yaşındayken de izlemeyin.

O ilkokul arkadaşım şimdi n'apıyor bilmiyorum. Fakir bir ailenin sorunlu çocuğu olarak, zaten yarı görünmezdi sınıfta. Uslu dursun diye yanıma oturtmuştu öğretmen. Biz aynı yaştaydık ve kazık kadar, "deneyimli" öğretmenin bulduğu çözüm, o çocuğu benim iyileştirmemdi. Ben 8 yaşımın verdiği müthiş becerilerle ona örnek olacaktım, yapacaktım işte bir şeyler. Sonuçta o benden nefret etti, ben ondan korktum, böylece bir yıl geçirdik. Sorumsuzluğuyla iki öğrencisine birden zarar veren bir öğretmeneyse kimse bir şey yapmadı. Normalmiş gibi. Oysa hiçbir şey normal değildi. Belki babasından öğrenmişti birine kemerle vurmayı? Bir şeyler tersti; ama bakmadılar ve görmediler.

*

Konuyu bağlamaksa, bağlayalım: bakın ve görün. Sorunun ne olduğunu görmek de yetmez. Sonuçların dehşetinden büyülenip sebeplerini sorgulamamazlık etmeyin. Gerçek dehşetin o sebeplerde saklandığını siz de çok iyi biliyorsunuz.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker