30 Ekim 2012 Salı

salgın

Sevgili sol kolum, yaklaşık 2 haftadır şalteri indirmişti. Geçen yıl omzumu sakatladığım o saçma olaydan beri, sol omzuna çanta bile takamayan bir çürük kişiyim. Solak olmam işi hiç kolaylaştırmıyor. Omzum aklına esince ödem yapıyor, sinirlere baskı filan derken parmağımı kıpırdatamıyorum. Kas gevşeticilerin işe yarıyor olması güzel. Kolum nihayet kendine geldi biraz. Çatal, klavye ve diğer her şey geri geldi. hızımı alamayıp puf böreği yapmam da anlamsız bi riskti işte.

> FALAN <

sıkıcı kelimeler öbeği. blogu bu ara kapatmazsam bi daha kapatmam heralde. boş oturdukça yazmıyorum, üstüne kızgın yağ dökesim geliyor. yazıp silme, yayımlamama filan da bambaşka.

pasaportumu istiyorum, çok istiyorum. geldiğinde bi zahmet, içindeki oturma izni de yenilenmiş olsun istiyorum tabii. aylar oldu Türkiye'ye gitmeyeli. Hollanda'dayken bu kadar kopukluk olmamıştı, özledim. Ayva tatlısı, ayva reçeli zamanıdır da şimdi ufaktan. Aynı anda gitmek istediğimiz 3-5 yer var. Hem pasaport gelsin ki tatillerin tadı çıksın. Burada işteki ilk yılında en az 20 iş günü tatilin var, resmi tatiller hariç. 4 hafta yani. insan gibi. tabii stajyer / part-time olunca böyle değil; ama olsun.

hadi bir daha: > FALAN <.

*


Yaşananları unutmamak, mühim. Ben unutmamaya çalışırım, derdim hatırlamak. Toplumsal hafıza, ömer madra'nın o güzide benzetmesiyle, "12 eylül lobotomi"siyle hasar gördü, evet. O yüzden tazelemek lazım; çünkü son 32 yılda da çok birikti kesedekiler.

Yine de kini, kin beslemeyi pek anlamam. Belki çok büyük bi genelleme olacak; ama bence sağ cenahın sol cenahtan öğrenmesi gereken şey bu: kinlenmemek. Belki de "muhafakar" kelimesinin köküne, o muhafaza edişe bakmakla da ilgili. muhafaza etmek istediğin şey, artık yok. alındı, gitti, koparıldı, neyse; ama yok. bitti. çok üzüldün, böyle olsun istemezdin, kendine bir düşman da seçtin, e sonra?  frankestein misali, yeniden yaratmaya çalışmak: neo- osmanlıcı politikalar, İMÇ'yi yıkıp "yeni osmanlı mahallesi" yapmak gibi çakma diriltme projeleri. Bir nostaljinin içinde her gün ah çekerek yaşamanın kolaycılığı başka, tüm bu bitmiş ve gitmişleri unutmadan, yüzleşerek, tartışarak, birlikte yeni bir "şey" yapmaya çalışmak başka. işte o kolaycılık, o sonsuz hasretli, güzel günler nostaljisi bence kine yol açıyor, amaçsız, hedefsiz, sadece çok kızgın bir kin. siyah - beyaz bir kin.

Örneğin sağda ciddi bir Osmanlı hayranlığı mevcut; bu ümmetçi bir birliktelikten, cihan hanedanlığı gücüne tapmaktan başlıyor, "herkes neşe içinde vergisini ödeyen, dil din ırk ayrımı yaşamayan, mutlu osmanlı vatandaşlarıydı" tipi Romalılaştırmayla devam ediyor. Menderesçilik etkisinin de beslediği bu algı, kendisinin yaşamadığı, görmediği, romantikleştirilmiş, özgürlüklerin diz boyu olduğu bir Neverland hayalini alıyor. Aslında temelde mutlak monarşi nedir, bunu bilmemekle ilgili sanki. Batılı ressamların çizdiği harem, hamam resimlerinden farksız. Bir kere öyle bir Osmanlı ki, 600 yıl boyunca hep aynı, hep tutarlı, hep düz çizgi; ama bir öncesi Selçuklular bu romanstan payını alamıyor niyeyse. Bir de hep saraydan bakarak görüyoruz, herkes pek bir rokoko, anlatabildim mi? Böylesine ütopya haline getirildikten sonra da eleştirmek imkansızlaşıyor. Yapılan şeyler eleştiri değil, daha çok, "canım dişinde yeşil bi şi var" uyarısı gibi kalıyor. En basitinden, devşirme sistemi bile övgülere doyamıyor; o çocukların "saray"a alınması, ailelerinden koparılması, onlar için daha iyiydi. Kime göre? saray tarihçilerine göre. Aynı hızla yerinden edilen, toptan yer değiştiren köyler de başarılı bir politika halini alıveriyor.

Menderes kısmına da dokunayım hadi. Başbakandı ve asıldı ve bu yanlıştı. Başbakandı ve yargılandı, bu davaların birçoğu da saçmaydı (bebek davası, köpek davası vs); ama Başbakandı, yargılandı ve bu davaların birçoğu da gayet önemli, Türkiye'yi kökünden değiştiren konularla ilgiliydi: 6-7 eylül ve diğerleri. Erdoğan'ın Mehmet Barlas'la yaptığı röportaj sırasında bir kez daha fark ettim ki, bu kısım yokmuş gibi davranılıyor. Konu 6-7 eylül olayları olunca, başbakan "kimdi o dönem hükümet, kimdi kimdi?" diyor büyük bir hevesle, gülümseyerek ve cevabı CHP sanarak. Çok trajik; ama böyle. Barlas da "kim olduğu mühim değil; ama Demokrat Parti'ydi" diyor. O gülüş donuyor.

O sahne o kadar önemli ki. Bu sadece "vay başbakan daha siyasi tarih 101 bilmiyor" değil. Menderes'in kurbanlaşmasında, kendini Menderes'in devamı gören bir partinin siyasi algısında ciddi bir günahtan arındırma, aklama ve azizleştirme de mevcut. Şöyle diyeyim hatta: "devşirme sistemini CHP kurdu" deseniz aslında ne kadar da berbat, aileleri yıkan, çocukları sömüren, vahşi bir sistem olduğunu ve Menderes'in de o çocukları nasıl da kurtardığını anında anlatabilir bu zihniyet; çünkü mesele ne olduğundan çok, kimden geldiği. Bu algı, siyahlar ve beyazlar üstüne kurulu ve işin fenası, tek bir siyah ve tek bir beyaz var. Mesela Osmanlı beyaz, Menderes beyaz. bunlar  tıpatıp aynı ton beyaz, bu arada. Cumhuriyetin ilk yılları siyah, tek parti hükümeti siyah ve mesela 28 şubat da siyah. bunlar da yine aynı ton siyah. tasnif ve dosyalama işi gibi, kütüphanede etiketliyoruz sanki kitapları. Bu esnada sol, chp, ordu filan da hep aynı siyahta kalıyor işte. sağın hemen her dönem iktidar olduğu gerçeği ise gözardı ediliyor.

Ha diyeceksiniz ki "sol bunu hiç yapmadı mı?" yaptı tabii ki. Bugün SSCB'nin sütten çıkma ak kaşık olduğu hikayeler dinleyebilirsiniz mesela. Türkiye'nin kendine has, güçlü bir sol iktidar geçmişi olmadığı için, ütopya ve hayalleri başka ülkelere ait genelde. 61 Anayasası hariç. 61 Anayasası ile ilgili çok garip bir ruh hali var solun. Anayasa metninin (metin başka, uygulama araçları başka) özgürlükçü olması,  '71 darbesi komutanının "sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı" lafıyla teyit edilen toplumsal hareketlilik, sol için hep hayaldi belki de. Sol, o pek de yakından göremediği, yaşayamadığı iktidara yaklaşacaktı.

Burada karışıyor işte her şey. Yukarda tariflediğim sağdan bakınca, Menderes karşıtı olduklarına göre "sol = CHP" oluveriyor, "= tek parti". çok enteresan; çünkü sol kendini CHP'den ayrılalı onyıllar oluyor. Ayrıca Nâzım komünistti mesela; bu da heralde o yıllarda Menderes ve CHP'nin yegane ortak düşmanı yapıyor onu. Ayrıca bir de İP vardı. Neyse, sol = CHP formülüne itirazım anlaşıldığına göre, devam. sonra o özgürlükçü anayasanın askeri bir darbeyle hazırlanmış olduğu gerçeği hatırlanıyor. 82'nin sivil bir anayasa olması; ama içinde "sivil"e dair bir şey olmaması ve 61'in aksine, metinden çok kurumla, uygulama araçlarıyla gelmesi ayrı bir hikaye. 61'i mi siviller yapsaydı, 82 mi özgürlükçü olsaydı, falan filan.

Neyse konu çok dağılıyor ve kolum ağrıyor. Solun, 71 ve 80 darbelerinden gördüğü yıkıcı zarar ve sayısız kayıp, bir gün iktidar olup herkesin anasını ağlatma kinine evrilmedi. Evrilemedi belki, iktidar olmadıkları için; ama bir yandan da saplantılı bir şekilde izahat isteği var solun. Pratik hayattan kaçıp teoriye sığınmaya varabilecek bir anlama isteği. "Niye böyle oldu. bir daha olmaması için ne yapalım. Niye biz" soruları bitmez. Bunun için heralde, sol bölündükçe bölündü. Kimi ortanın solu rolüne yapıştı. Kimi ordulaştı. Kimi, "türk solu, atatürk yolu" formülleri uydurdu. Kimi iyice liberalleşti. Sonuçta dönüp dolaşıp baktığınızda, sahiden lobotomiden çıkmış bir sol kaldı. Ayrıca iktidar olmaktan çok geçmişini anlamaya çalışan bir sol, iktidar olması halinde ilk yapacağı şey geçmişle yüzleşmek olan bir sol. Thatcherlarla Reaganlarla yükselen sağın yanında, kendine referans noktası arayan, Berlin Duvarı sonrasını kurmaya çalışan bir sol.

Solun dil, din, ırk katmanlarına girmiyorum bile, matruşka gibi. kendi içinde bile çatışma sebebi olabilir. Sağda da var tabii; ama sol biraz daha katmanlı. Yine de başa dönecek olursak, Türkiye'deki solun geçmişte özlemle anacağı bir "muhteşem yüzyıl"ı olmadığı, böylesi bir dönem ilkokul tarih kitaplarından devlet diskuruna kadar her yere sinmediği içindir ki ancak geleceğe nostaljiyle bakabiliyor. Bence en temel fark da bu. Sol, o ütopyayı bir zamanlar yaşadığını değil, "tam da yaşayacakken kaybettiği"ni düşünüyor. gerçekleşememiş devrimler ve çocukları. Ha tabii bu "gerçekleşememiş devrim" bir öç ve kin yaratmıyor mu, bazısında yaratıyor elbette; ama bence yenilen takımın maç kaydını tekrar izleme isteği, karşı takıma küfretme arzusundan daha ağır basıyor.

Bu yüzden ki ilk olarak bazı Kürt ve Ermeni entelektüellerin dile getirdiği, "hakikat komisyonları"na bugün her şeyden çok ihtiyacımız var. Darbeler için, sol ve sağ için, gelecek için. Yargılamasız, hakikat komisyonları. Kürtleri ve Ermenileri tabii ki milliyetçilikten uzak görmüyorum; bu onlara hakaret olurdu. Elbette fanatik milliyetçisi de, komünisti de, liberali de mevcut. O yüzden the kürtler ve the ermeniler genellemesi yapamam. Ben, barış çağrısı yaparken bi yandan da öç almaktan, intikamdan, kinden bahsetmeyenleri söylüyorum. Yeni, temiz bir sayfa açmanın ne kadar zor olduğunu bilenleri. Bir zamanlar Dink'in yapabildiği gibi, çuvaldızı da iğneyi de kullanabilenlerden bahsediyorum. Geçmişteki ütopyanın nostaljisine kapılmadan, geleceğin belirsiz; ama birlikte inşa edilebilecek zorlu yollarını önerenleri söylüyorum. Bu kişiler, milliyetinden bağımsız, soldan çıkıyor genelde. Sağdan da çıkıyor elbet de, dönüp dolaşıp bir yerde tıkanıyor sanki; hiç olmasa GLBTT haklarında, kürtajda filan bi sessizleşiyor ortalık. sanki "muhafaza" etmek istediği bir şeyi kalıyor mutlaka sağın.
 
Soldan bakınca gördüğüm bu, evet. kendimi tarafsızlaştırmaya çalışmam fazla bir "renksiz terazi"lik olurdu. Yine de toparlayacak olursam, özetle: Sağın nostaljilerinin, solun olamamış devrim komplekslerinin, hepsinin artık bittiği günler diliyorum. Bence bir gün o komisyonların hem sağ, hem sol, herkesin birlikteliğinde kurulduğu, kendimizi yeniden öğrendiğimiz, ütopyalarımızı, nostaljilerimizi bi kenara bırakıp sağlıklı gelecek hayalleri kurabildiğimiz günler lazım bize. ütopyalar ve hayaller kötü olduğu için değil, aksine; artık bunlardan bir şey yaratma vakti geldiği için.

Dün 29 ekim'di. Yürüyüş yasakları, hipodromlar, biber gazı ve her şey bir yana, birbirimizle bu bitmeyen çatışma hali kinden besleniyor, barışmamaktan. birilerinin 29 ekimle ve cumhuriyetle derdinin olması bana hiç garip gelmiyor; olabilir. Bu o kişiye hak vereceğim veya ondan nefret edeceğim anlamına gelmez. bana garip gelen,  konuşamaz halimiz. bu derdin kine, nefrete, kutuplaşmaya evrildiğini görsek de "e tabii ki olacak, ne var bunda?" denmesi. sınır tanımaz yıkıcı güç. siyahlar ve beyazlar ve o bir türlü uzlaşmaz, nostaljik kin.

29 ekimi kutlama hakkını savunanlardan bazılarının, genel olarak "bir şeyleri kutlama hakkı"nı savunmaya evrilmemesi de parantezim olsun.  Kutlatmayan zaten oralarda değil, onu belirtmiyorum bile. Gerçi mağdurun güce karşı koymak yerine, gücü yönlendirme sinsiliği, güçlüye yanaşma arzusu hiç şaşırtmaz: "bana değil, ona vur ey güçlü" = "29 ekime değil newroza saldır ey hükümet". "biz terörist değiliz!" dedi çoğu "sade vatandaş". tutuklanan öğrenciler, çevreciler ve onca entelektüel, terörist mi peki? birilerinin illa terörist mi olması lazım, bize illa terör mü gerek? 49 gündür açlık grevindeki insanlar, onlar hangi bir siyaha veya beyaza yakışıyor sizce?

Hangi taraftan olursa olsun, konuşmaktan, çözmekten yana olanın, olası bir hakikat komisyonlarında en önde duracağına eminim. 29 ekimin dünkü hali bana sadece şunu düşündürüyor: sağ sol fark etmez; patlama noktasına geldik artık. etrafa ne saçılır, belirsiz. sinirden boynumuzdaki damarları şişire şişire kabarmak yerine, aynı masada oturmayı becermemiz gerekiyor.

*


Bak böyle bir şarkı vardı bir zaman, anne- baba yaşındakilerin gençken, inanarak, karşılarında dikilen jandarmaya söyledikleri marş. Nâzım yazdı diyorlar, "jandarma biz komünistiz" şeklinde, bilemem. "jandarma sen kardeşimsin, köylümsün / kırlarında salgın gezen köyden geldin belki dün". öyle işte. Son 20-30... yılını ortak payda bulma, yeni bir "toplumsal anlaşma" arayışına filan harcayan bir ülkenin, belki de önce kırlarında gezen salgına bakması lazım ki o köyleri daha bir iyi görsün, anlasın. köy var, kırları var ve o kırlarda salgın baki. Muhteşem yüzyıl da, özgürlükçü anayasa da, cumhuriyet de, darbe de, menderes de o kırlardaki salgını yok edemedi. bence mesele tam da o salgında. hakikat komisyonları, o salgına dur diyebilir belki.

4 yorum:

Adsız dedi ki...

Marsin sozlerini yazan 'Sinan Cemgil'mis.

yenal dedi ki...

Aklıma osmanlı'nın yükseliş devrini ballandıra ballandıra, gerileme-çöküş'ü koşar adım anlatan tarih öğretmenleri geldi...
memleket ahalisi her zaman güçlüyü sevdi, gücün görüntüsünü sevdi, selçuklu'nun görüntüsü çok bulanık, üstelik yakından bakınca din-dil anlamında türk-islam çizgisinin çok da seveceği bir hali yok, herhalde o yüzden üvey evlat -ne demekse artık- biraz bizim tarihte.

o menderes gafından haberim yoktu; youtube'da arayıp buldum. ne tuhaf kalmış adam. boş sayfa.

çok geçmiş olsun bu arada.

tyana dedi ki...

Deryik, omuz ve kol ağrılarının tıbbi olarak ne derecede olduğunu bilemiyorum fakat benim Londra'dayken deneyimlediğim bir şeyi paylaşmak istedim,http://www.putneychiropractic.co.uk/ Boyun ağrılarından muzdarip biri olarak çok faydasını gördüm, daha sonrasında doğru egzersizler yapmayı da onlardan öğrendim. Türkiye'de bir karşılığı yok bu merkezlerin, fizyoterapi değil çünkü ama websitesinden hem içeriğini hem de hasta hikayelerini inceleyerek farkını görebilirsin diye düşündüm, geçmiş olsun. -nazife

deryik dedi ki...

adsız: aa, teşekkür ederim bilgi için. ben hep "nazım diyorlar"ı görüyordum; ama kaynak gelirsizdi.

yenal: evet selçuklular sanki "imparatorluk öncesi müsvedde" gibi görünüyor, büyük eserin eskizi. hunlar bile daha büyük gurur kaynağı. belediyeler birliği kocaman bir derleme kitap yaptı, türkiye'deki selçuklu eserleri hakkında. tüm belediyelerden toplanmış bilgi ve fotoğraflar var. orada görülüyor, eserlerin %90'ı filan harabe halde, geri dönülmez kaçak inşaatları saymıyorum bile. çok acı.

nazife: teşekkürler. işte şu an vize yenileme safhasında olduğum için NHS kaydım da yok maalesef. Daha iyiyim bu ara ama tekrarlarsa bir osteopath veya bu tür bir yere gideceğim. denenmiş bir yer tavsiyesi iyi oldu.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker