30 Aralık 2013 Pazartesi

Peru günlüğü -3: Arequipa

Yine uçak koltuğu kıvamında rahat; ama gürültülü bir otobüs yolculuğu sonrası Arequipa'ya vardık. Hostele yerleştikten sonra kahvaltı için dışarı attık kendimizi. Turist info deskleri her şehirde gayet güzel çalışıyor, mini broşür, harita veriyorlar. yani eldeki rehberle boğuşmaya üşendiğinizde, o da bir seçenek. Neyse, yine kocaman meyve suları ve kahvaltı aşkıyla tavsiye edilen bir yere gittik, kendimize geldik. Arequipa'da 2 gece kaldık ki aynı şehirde en uzun kaldığımız seferlerden biriydi.

Arequipa = tatlı

 Arequipa güzel bir şehir, mimarisiyle meşhur. "ülke içinde ülke" denecek kadar kendine has bir tarihi, kültürü ve doğası var. Bir de tatlıları meşhur, her köşe başında kurabiye, şekerleme vitrini var. Etrafındaki 3 volkanik dağ tüm ihtişamıyla şehri sarmış, binalar bembeyaz taştan. Arequipa'yı pek sevdim, anlaşılmadıysa. Şehrin en önemli turistik faaliyeti yakındaki Colca Kanyonu'na yapılan geziler. 2-3 günlük turlarla kanyonda trekking yapılıyor, bolca da meşhur akbaba türü olan condor kuşları gözleniyor; ama bizim 1 günümüz vardı. İlk günü şehir turuna ayırıp ikinci gün arabayla hızlıca kanyon civarını gezdiren bir tur aldık, arkadaşlarımızsa yine şehrin yakınındaki derede rafting yapmayı tercih etti.

tatlı bir avlu içi kahvaltısı ve şehir meydanı
İlk günün yarısı tur ayarlamakla geçti, bir de günübirlik turdaki kaplıca için mayo aramakla. sonra şehrin gözbebeği manastırını gezmekle başladık tura. sadece zengin ailelerin kızlarının para karşılığında eğitime kabul edildiği, zamanında gayet lüks ve ihtişam içinde olan, hizmetçi çalıştıran bir manastırmış, hatta çekidüzen vermesi için roma'dan rahibe gönderilmiş ve bu parayla rahibe olma faslı bitmiş. kırmızı ve lacivert renkleri herhalde bu binayı renklendirsinler diye var yeryüzünde, öyle güzel bulmuşlar yerlerini. Kırmızı duvarın arkasında lacivert oda çıkıyor, onun yanında yine kırmızı pencere ve her köşede bir kaktüs veya çiçek var. tabii ispanyollardaki mağrib etkisi sebebiyle peru'nun göbeğinde tanıdık bir şeyler bulmak da bi garip his; ama dünya ufak veya koloniciler iyi çalışmış, neyse. rehberimiz manastırın az kalan rahibelerinden biriydi.

Santa Catalina Manastırı ve kırmızı ve lacivert.
Gördüğümüz Plaza de Armaslar arasında ben en çok Arequipa'nınkini beğendim. Katedral zaten pek şık, hemen köşede daha eski, ince ince işlenmiş bir kilise daha var. Katedralin arka tarafı ise resmen sultanahmet'teki halıcıların olduğu o sokakçık. bir restoranı gözümüze kestirip deniz ürünü siparişlerimizi verdik. arequipa volkanların ortasında bir şehir olsa da yakınındaki dereler yüzünden ülkenin en iyi karidesleri buradaymış. bir de çok meşhur bir biber dolması yemeği var, acılı. bucak bucak peru lezzetleri denedik, keyfimiz yerine geldi. pisco sour üzerine şarapla. bu arada şehir taksi dolu, her yer taksi, sadece taksi. bir de fotokopiciler. peru'nun meselesi nedir bilmiyorum ama bütün şehirler fotokopici - printercı istilası altında.

Manastırın meşhur çam ağacı & misti dağı, San Francisco kilisesi, Katedral ve yemek

ertesi gün sabah 4 gibi rehber bizi aldı, yola çıktık. peru = lahana gibi giyinmek. sabah ayazında ve geceleri kazak üstü polarla gezip öğlen 12de tshirt & güneş kremiyle yandık. nasıl hastalanmadık ben de bilmiyorum. neyse, o 1-2 saatlik yolda dondum. battaniye altındaki rehberimiz de işte, "soğuk ya" filan diyodu. he soğuk! nihayet güneş doğdu, iliklerimiz ısındı ve yol üstü köylere uğrayarak yolumuza devam ettik. bu köyler gayet suni pazar yerleri aslında. bir kilisecik, yanında turistler için kurulmuş tezgahlar, fotoğraf çektirmek isteyenler için bir lama, bir de folklorik teyze. bu kadar. ürünlerin aynılığı, satıcıların bezmiş çaresizliği ve sonsuz gülümsemesi, lamanın bıkkınlığı derken bastı her şey beni. çok rahatsız edici, insanı kendinden utandıran, "ne işim var lan benim elalemin köyünde bu saatte" dedirten bir şey. her zaman yaptığımı yaparak havalara baktım ve arabaya geri dönüş saatini bekledim.

colca kanyonu ve condor kuşu. yine fotoğraf mı yetmiyor, ben mi çekemiyorum, öyle bi şi.

sonra, vadi. vadi kenarı ve condorlar. şansımıza, saatlerdir orada bekleyip göremeyenlere inat, gittikten 5 dakika sonra 4 tanesi üstümüzde daireler çiziyordu ve sonra 7-8 tane olup uzaklaştılar. o kuşların tanrılar ve insanlar arasında elçi olduğuna inanmak gayet doğal, ben bizzat tanrı olduklarına bile inanabilirim. o kadar ihtişamlı ki. biz minik noktacıklara bakıp gülüyorlar herhalde. normalde yol, turizm derken kuş filan kalmaması lazım ama soyları tükenmesin, bölgeyi terk etmesinler diye vadiye yemek atıyormuş yetkililer. evcil condor? öyle gibi ama değil gibi.

meşhur inka setleri, ufukta kaplıca, asma köprü ve havuz sefası

Birkaç seyir terasında mola verip meşhur inka mühendislik harikası olan tarım setlerini takdir ettikten sonra, tambo- puye kaplıcasına doğru yola çıktık. asma köprüyü geç, üstünü değiştir ve sıcacık su. küçük havuzlar; ama suyun geldiği nehir aşağıda akarken, sabahtan beri arabada tıngır mıngır gitmekten bezmişken harika oldu. bir sonraki durak: volkan seyir terası. bu arada Arequipa 2500 m civarında, volkan terası 4000 m. henüz yükseklikten etkilenmiş değiliz, ama bi sersemlik yapıyor tabii fark etmeden. yerli halk taşları üst üste dizip dilek tutarmış volkanlara karşı, şimdi de turistler yapıyormuş bir heves. volkanları inceleyip sonra vikunya yuvası olan milli parktan şehre dönüşe başladık.
volkanlar, dilek taşları, vikunya tatlılığı ve verilmiş sadaka

Derken araç yalpaladı, korna ve acı frenlerle aniden durduk. minibüsün tekeri fırlamış! bir değil, iki tane hatta. arka tarafta duble teker oluyormuş, cıvatalar gevşeyince tekerler fırlamış ve yedek teker tabii ki yok! şoför ve rehber büyük bir sakinlikle "biz bi etrafa bakalım" diyerek geri yürüdüler ve tamamen aksi yöne fırlamış iki tekeri bir mucize eseri buldular. mucize, çünkü kanyon kenarından aşağıya veya suya filan uçabilirdi, parçalanabilirdi. olmadı. diğer tekerlerden birer cıvata alıp idare edecek bir çözüm bulmaya karar verdiler. biz de nasıl oldu da çift yön ağır vasıta trafiği varken hiç kimseye çarpmadık, bi kamyon altına girmedik diye düşündük durduk. 8-10 kişilik ekibimize bi sakinlik çöktü. eğreti tamirat sonrası düşük hızla sallana sallana şehre döndük.

sakin bir yemek, güzel bir uyku ve ertesi gün sabahtan yola çıkış: istikamet Puno. kıvrıla kıvrıla dağlara çıkan yol peru'da yapılabilecek en güzel otobüs yolculuklarından biri.

27 Aralık 2013 Cuma

Peru günlüğü - 2: Nazca

Kaldığım yerden devam.

Lima'da gece otobüsünü ucundan yakaladık. parmak izi, fotoğraf çektirme, otobüste kameraya alınma gibi binbir güvenlik önlemi ertesi 170 derece yatan koltuklara serildik. peru otobüsleri çok rahat ama şu merkezi tv yayını ve berbat film tercihlerinden vazgeçmeleri lazım, en azından gece otobüslerinde. en kısa yolculuğumuz bu. lima- nazca arası, 6 saat.

sabah 4'te terminal. yürür müyüz, burası neresi filan derken bi taksiye bindik. taksiye binmeden önce anlaşıldığı için kazıklanma derdi yok, canım peru. 4 soles, otele varış. yürürmüşüz, olsun. kapı duvar. otel sahibi uykulu ama gülümseyerek (gülümsemeyen fazla vergi filan ödüyo galiba ülkede. HERKES gülümsüyor) bizi odamıza yerleştirdi. burada yine yaşasın ispanyolca bilen arkadaşlar, tabii. 3-4 saat uyuyup kahvaltı etmeden yine bir taksiye atladık: hedef Nazca Lines. planör bir uçak kiralayıp havada 45 dakika tur atarak 10'a yakın figür göreceğiz. uçak daireler çizdiği için midesi hassas olanlar aç gelsin diyolar, bence harika bir tavsiyeydi, boş mide önemli. daha da hassassanız bi ilaç yutuverirsiniz, o ayrı.

havaalanına varış. önceki yıllarda çok kaza olduğu için yeni düzenleme getirilmiş, uçuşlar kişi başı minimum 80 dolar, böylece bakım yapıldığından, ikinci pilot bulunduğundan emin oluyorsunuz. 1-2 firma var ki tur acenteleriyle çalışmanın haklı gururuyla pek bi "buralar bizden sorulur" havasındalar, gururla "işte şunlar şööööylece benim için bekliyor" diyerek tedirgin, orta yaşlı turistleri gösteriyolar. biz başka bi firma seçtik, aynı fiyata 4 kişi özel tur yapan. neyse, pilot önce kısa bi bilgilendirme yaptı: rotamız, sırasıyla görülecek şekiller, uçağın kanadını takip etme şekli vs. hazırız.

ben ki yükseklik, hız ve kapalı alan korkusu, bi de yol tutması gibi ne varsa çeken nazenin bi kadınım, planör uçakları seviyorum. sanki düşmez, süzülür. kanatlı kutu. neyse, dizildik koltuklara. koltuk ceplerinde harita ve plastik poşet var. herkes bir cam kenarında, havalandık.

sonra ilk işaret geldi: "sağ kanat! kanadın ucuna bakın! balina! dönüyorum!" kanat.. kanadın ucu... tahtadaki yazıyı gösteren öğretmen cetveli gibi, pilot resmen işaret ediyor ve pergel gibi tur atıyor etrafında. o bi balina! zafer çığlıklarıyla fotoğraf çekiyoruz, sonradan hiçbir şeye benzetemesek de. onun için lingo lingo tıklamalar size.

harita, pırpır, uçuş ekibi son hazırlıkları yaparken ve ah o tepeler
Balina, örümcek, maymun, üçgen, adam, arı kuşu, kondor... tombala oynar gibi, sırayla gördük hepsini. sonlara doğru gözüm hiçbir şey görmeyip koltuk cebindeki poşete yapıştım, bi yere kadar tabii. olsun. çok güzel. otele dönüş, mis gibi kahvaltı ödülü. sadece günübirlik Nazca'dayız, gecelemeyeceğiz; ama sabah erken saatte boş kalınca ne yapsak diye tırım tırım şehir merkezine (köy meydanına) gittik.

Nazca'da yapılacak şey az; ama bi yandan da öz. bir günümüz daha olsaydı okyanus tarafına, Paracas'a gidebilirdik, onun yerine çöle gitmeyi seçtik. Kum sörfü, iki bin yıllık mezarlar, antik nazcalıların çöl boyunca tarım yapılabilsin diye açtığı, hala kullanımda olan su kanalları. rehberle pazarlık ve bi esnaf lokantası yemeği sonrası arazi aracına atladık.

çöl ne güzel şeyse, vaha daha da güzel. "nasıl oluyo da oluyo" diye seyretmelik. nazca'dan bir nehir geçiyor aslında; ama yazın kuruyormuş. Antik Nazca halkı (yıldız zamanları MÖ 100 - MS 500 arası imiş) dağdan inen suyun daha düzenli olması, tarım yapılabilmesi için 36 rezervuar ve ince ince su kanalları yapmış (gezdikten aylar sonra blog yazarsan işte böyle yüzeysel yüzeysel. her neyse).

vaha (fotoğraf yetmiyor), piramitler, rehberimiz ve sevgili çöl
sonraki durak Nazca mezarları. Chaucilla en meşhurlarından, ama bizim vaktimiz yoktu. onun yerine yakınlardaki üç piramidin olduğu bölgeye gittik, aslında daha çok ziggurat. kazı çalışmaları hala sürüyormuş, içeri giremedik. fon yok, ziyaretçi hevesli, rehber anca "tören, sunak ve mezar yeri" olduğunu söyleyebildi. yola devam. boyu o kayalık çöl yavaş yavaş kuma döndü. bir ara aniden durduk, mezar ziyareti için. mezar dediysem, kum üstünde kemikler. öylece açıkta. o kadar iyi bir mumyalama tekniği kullanılmış ki açıkta olmasına rağmen, bin yıllardır onca rüzgar ve erozyona rağmen kumaşlar, saçlar filan duruyordu. etrafında hiçbir güvenlik önlemi yok. alıp cebe atsan atılır, inanılmaz! rehberimiz "bunlar benim atalarım işte" dedi sakince. çok acayip, gerçeküstü bir an. kemik yığınının ortasına bi adım atıp bi kayayı aldı, silinen yazıyı yeniledi: DON'T TOUCH. "burası böylece, böyle mi kalacak" dedik şaşkınlıkla. "zaten yeterince yağmalandı" dedi. ötedeki tepeler, aslında birer mini höyükmüş. oralar da mezar doluymuş, ama yağmacılar tembel, devlet ilgisiz olduğundan şimdilik dokunan yokmuş.


yola devam. artık tamamen kum tepelerindeyiz ve yani, kum muazzam (merhaba ben derya, yaş 3, dünyayla tanışıyorum, her şey harika). rehber bi ara inip lastikleri indirdi, arabaya iyice tutunmamızı söyledi. ben "niye ki neden ki" diye aval aval bakınırken, rehberimiz "aa şuna bakın" diye hepimizi yan tarafa baktırıp kum tepesinden aşağı son hız daldı! son hız tepeler aşıp, o incecik kenarlardan 90 derece kuma atladık defalarca. ilk şoku atlattıktan sonrası müthiş eğlenceli. sonsuz kum her tür manevrayı şefkatle kucaklıyor, biz ne kadar çıldırsak da düşmeyiz. dalıp çıkmaya devam ettik, sonra bi tepede park ettik, sörf vakti.
ekip, hazırlık, fetih (uzaktaki noktalara tikkat).

Rehberimiz mum dağıttı hepimize, sörf tahtalarımızı cilaladık. önce oturarak, sonra yüz üstü yatarak, en son da ayakta kaydık. üç beş yedi kere. kaydıkça her yerimiz, ağız, göz kum içinde. kum güzel demiş miydim? güzel.

saat 5 civarı, dönüş vakti. çöl güneşi yakıcı; ama gecesi buz. polar kazakları giyip gün batımını seyrederek 1 saat sonra Nazca'ya vardık. güzel bir yemek ve yine yeniden gece otobüsü: bu sefer hedef, 8 saatlik yol sonrası Arequipa.

8 Aralık 2013 Pazar

Peru günlüğü -1 : Lima

Eveeet, nihayet peru yazısı. artık kaç post olur bilemiyorum, en az altı. kısmet. Başlayayım.

Gün 1-2: Lima

ABD vizesi almadan gitmek için Londra'dan Madrid aktarmalı uçtuk. Arada 3-4 saat bekledik ama hiç şikayetçi değildik, insan bol bol yürüyüp ayak - bacak dinlendiriyor. Bu rota tercihi sebebiyle de Air Europa ile uçtuk. Ben hiç bu kadar kötü yorum okumamıştım, kanatlı cehennem bekliyodum. Çok daha iyi çıktı, mesela koltuk araları filan iyi. Hosteslerle bi temasımız olmadı, onu bilemem. Yemekler kötüydü ama çantaya bi sandviç atarak çözülüyor işte.

Neyse, uçtuk konduk ve sabahın kör vakti Lima'ya vardık. Otelimiz her tarafı dökülen eski bir kolonyel konak. Mihrap yerinde, ama çok dokunursanız devrilebilir, öyle bir hava. Biraz dinlendik, sonra kendimizi sokaklara vurduk. İstanbul'dan bize katılacak arkadaşlarımızın uçağı akşam inecek, onları bekliyoruz. Otelimiz şehrin kuzeyinde, şehir merkezinde kaldık, ama bu aslında kültürel / tarihi merkez, modern lima güneydeki Miraflores'te akıyor. Lima çok şey sunan bir şehir değil, en fazla 2 gün geçirmelik, biz de öyle yaptık zaten.

Lima ve sarı: San Francisco Manastırı, yol üstü duvar, meşhur Fotografia Central binası ve manastır bahçesi
Peru'da her şehrin bir Plaza de Armas'ı var, bizdeki Cumhuriyet Meydanı misali. Neyse, Lima'nınki dibimizdeydi. Jiron de la Union caddesi boyunca yürüdük, meydanda volta attık. San Francisco Manastırı'na girdik ki yeraltı mezarları, kütüphanesiyle tarihi çok eskiye dayanan bir yer. Başta mırın kırın ettik; ama güzeldi, her tura bir rehber eşlik ettiği için bilgi alabiliyorsunuz, ingilizce sorun değil. İçerde fotoğraf çekilmiyordu, fotoğraf için: tıkır tıkır tık . Bu tur üstüne katedrali dışından incelemekle yetinip yürüyüşe devam ettik. Caddede karşıdan karşıya geçmek için beklerken bir anda - ve müzik ve dans!

teyzeler

ve tabii ki amcalar!
Olay neymiş öğrenemedik; ama arada oluyomuş böyle şeyler. Şansına denk geldik, güzel bir ilk gün sürprizi oldu. Otele dönüp dinlenirken ben bir yandan da Marisol'le buluşmaya çalışıyordum ki bu her durumda çok zor bir şeydir. Neyse, Miraflores yakınlarında bir restorana rezervasyon yapmışlar, hedef oraya gitmek. Şehirde toplu ulaşım yok gibi bir şey. El Metropolitano, metrobüs gibi çalışan yeni bir otobüs, kuzey-güney işliyor. central- miraflores gittiği için ve kendi yolu olduğu için ona atladık. Şansıma sevgili adaşım Darya hasta olduğu için gelemedi (üzülmeyiniz okuyucu, ertesi gün buluştuk. oralara gitmişim, kaçırmam), belki iyi de oldu, biraz yetişkin yetişkin takıldık.

Lima'ya kıtanın gastronomi merkezi diyolar ve bunda ciddiler.

Marisoller bizi deniz ürünlerine doyalım, hem de yerel şeyler tadalım diye "Embarcadero 41 Fusion" adlı, zincir bir restorana götürdü. Bu tür fusion restoranların atası Astrid y Gaston imiş, çok tutunca benzerleri zincirleşip yayılmış. Bir Astrid olmasa da, çok lezzetliydi. Fotoğraf tamamen eğitici bilgilendirici amaçlı, küfretmeyiniz. Sol baştan başlıyorum: içkiler pisco sour çeşitleri. Peru'nun üzümden yapılan, düşük alkollü, meşhur içkisinin koka, passion fruit, mor mısır ve sade çeşitlerini denedik. Pisco sour mis gibi bir içki, hem hafif, hem aromatik, bira niyetine tüketiliyor. yumurta akından yapılan köpükle servis ediliyor. Çeşitlendirmeye uygun, sütlü- tarçınlı bir versiyonu vardı ki nerdeyse alkollü salep. Güzel şey. Efendim, hemen yanında yine bir peru klasiği olan ceviche'nin farklı soslu versiyonları. Cevichenin sosu ayrıca soğuk bir çorba gibi, yemek öncesi içecek olarak da tüketiliyor. son kare de mısırın boyu için orada. bildiğiniz mısır tanesinin 3-5 katı filan. Ve sahiden mısır Peru'da yenirmiş, biz zavallı şeyler yemişiz hep, bunlar bambaşkaymış. Kızartmalık olan başka, baharatla kavrulan başka, on yüz çeşit mısır var. Keza patates. Kolomb bu kıtaya ilk geldiğinde sevinçten çıldırmış olmalı.
Miraflores: uçurum, park, paraşüt, okyanus.
Sonra sindirim turuna çıktık tabii. Miraflores, yalıyar kenarına dizili parklardan oluşuyor, hemen arkası da siteler. Aslında çirkin bir yer; ama okyanus ve parasailing her şeyi güzelleştiriyor. Manzarası ve yeşil alan bolluğu sebebiyle yamaç paraşütü için ideal, zaten sahiden pek popüler, her an gökte 8-10 kişi var. Birkaç yıl öncesine kadar, Miraflores'e gece adım atılmazmış, belediye mutenalaştırmış. Şimdi kocaman ışıkları, düzenlenmiş parkları ve o parkların alt kısmına yapılmış bir açık hava AVMsi var. AVM beni dehşete düşürse de okyanusa bakan kafe ve restoranları olduğu için pek tutulmuş; çünkü sahiden parklar dışında, oturacak bir yer yok. Gün batımında okyanusa karşı (yine) pisco sour içiyorsun, tepende vızır vızır paraşütlüler dolanıyor - Lima o an çok güzel.

Bunun dışında Lima, duvarlarla, dev kapılarla çevrili sitelerin şehri. Görüp görebileceğiniz en iğrenç trafiğin şehri, İstanbul halt etmiş. Nadir birkaç lüks mağazanın her yerinde güvenlik görevlisi, kamera çevrili olan, halkın balık istif minibüslere doluştuğu, sadece beyaz, ispanyol kökenlilerin şık restoranlarda görüldüğü bir şehir. Bu kısımları geçiyorum.


Efendiiim, ilk gün böyle laylaylom geçti, sonra arkadaşlarımızla buluştuk, biraz jetlag, biraz uyku. Sabah kahvaltı için yine zincir restoranlardan birine gittik. Peru'da en bol bulacağınız ve en lezzetli şey kesinlikle meyve suyu. 3-4 meyveli, karışık meyve suyunuzu söylüyorsunuz ve kişi başına 1 sürahi düşecek şekilde geliyor! Haliyle ziyadesiyle doyurucuydu. Chirimoyadır, maracuyadır, ilk denemelerimizi yaptık.

Santo Domingo Kilisesi tam bir içi dolu turşucuk.

Sonra bizim merkezin en önemli yapılarından olan Santo Domingo Kilisesi'ne gittik. İspanyollar zamanında şehri birbirine denk, kare bölgelere ayırıp her bir bölgeyi bir manastıra / mezhebe teslim etmişler, böylece idaresi de kolay olmuş (kabaca bu). Bu çeşitliliğin üstüne yerli halkın inanışları da eklenince yer gök aziz dolu. aziz olmak için 3 mucize şartı aranıyor, henüz 2.de olup öldükten sonra mucize göstermesi beklenenler var; hastalara şifa verebiliyormuş gömüldükleri toprak. Zaten dinle alakam yok, sahiden masal gibi geliyordu; ama candan inanan insanlar var, azizler ciddi mesele. Kilise pek güzel, Avrupa'dan çiniler, yağlı boya tablolar taşınmış. Buranın da meşhur bir kütüphanesi var, kıtadaki en eski kitaplar buradaymış.

 
Museo Larco'yla cehaleti dindirme keyfi.

 Burdan sonra hedef Museo Larco. Ne kadar okusak da Latin Amerika tarihi cahiliydik, o yüzden müzedeki karşılaştırmalı, haritalı uygarlık tablosu pek iyi geldi. Sonra kendimizi Peru’nun binbir bölgesinden seramiklere, uzun tarihine bıraktık, Chimu, Nazca, Moche öğrendik. Bu kısım zaten yeterince doluydu, kapanışta da meşhur erotizm müzesi var. Aynı müzenin ayrı bir bölümü, restoranın yanında.


Erotizm müzesi, adının hakkını veriyor.
 Ölüm konusunda takıntılı bir mitolojinin yaşam veren cinselliğe de düşkün olması normal herhalde. Vazolar gayet grafik, bir yandan da nerdeyse sevimli canlandırmalarla donatılmış. Tabii ölülerle sevişme kısmı hariç – orda bi durup düşündük dostum.  

Sonra sonra sonra... muhteşem final: Darya’yla buluşma!

Darya hanımla ben, pek de iyi geçinirken
Buluşma mekanımız tabii ki bir dondurmacıydı. Tanıştık, oynadık, vedalaştık. Az oldu; ama güzel oldu. Hem ingilizce bildiği için birinci elden anlaştık ki ben daha ne isterim.

Sonra akşamki Nazca otobüsüne doğru yola çıktık, otelden bavullar alınacak. Bu arada Marisol "trafik çok kötü; ama yani öyle böyle kötü değil, of yani berbat kötü" dedikçe, "ya nolecak yeaa biz istanbul biliriz" havalarındaydık. Büyük hata. trafik ÇOK kötü. arada hâlâ rüyama giriyor, öyle kötü. Taksiye bindik, 15 dakikalık yol 1,5 saat oldu. Otele ulaşamayışımız bi süre sonra otobüs kaçırma paniğine döndü. El metropolitano olmasa kaçırırdık zaten ve 2 haftalık plan tamamen kayardı. Neyse - ucundan ve koşarak da olsa yakaladık. 

Gece otobüsü, istikamet Nazca. Arkası yarın.

1 Aralık 2013 Pazar

dutluk

Kendi rekorumu kırdım - 2 aydan uzun zaman olmuş. bu arada postladığımı sandığım saçma yazı da taslak olmuş, iyi aslında. çok saçmaydı çünkü. postlamadığımı şimdi fark etmem de işte, "çocuk büyüdü kendi kendine oynuyodur" rahatlığına kapılan ebeveyn hali: çocuk evden kaçmış.

ben işe başladım, 1 ay bile oldu (ilk maaş yemelerdeyim). her zamanki gibi bu günlük tempo değişikliği çok travmatik oldu, ya gece zebanisi gibi kör saatlere kadar oturuyodum ya da saat 21.40 civarı esneyerek sızıyodum ve sabah uyanamıyodum. biyolojik saat değil kuyumcu terazisi, hassas kantar. ilk ay bitti, insana döndüm.

Yokluğum dünyayı kurtardığımdan yani. yine de sanırım hala aklımdan post yazmak geçiyorsa bu blog henüz miyadını doldurmamıştır. tam da böyle "evlendi, çalışıyor ve burda da blog bitmiiiiiş" olur yoksa. istemem öyle olsun; o kadar sıkıcı olmiym n'olur. sıkıcı mı bu? eh yani, vakitsizlik sıkıcı, sebebinden bağımsız. vakitsizlik değil, vakit yaratamamak. ben günlük tutmayı da azaltarak bırakmış, sonra da büyümeme vermiştim; ama belki sadece günlük tempo değişikliğiydi o da.

Gündem o kadar saçmalaştı ki bu kalabalıkta gündemi takip edemiyorum, etmiyorum da. çok acıtıyor bu saçmalığı, anlatamam. hep kötü, acıtıcı, zalimceydi haberler; ama artık saçma ve bence saçmalık çok ağır bir ceza. sisifos gibiyiz, o haberler üzerimize dökülüyor, bize ite kaka bi yere taşıyoruz onları, ertesi gün yine aynı garabetlikler yağıyor üstümüze. sisifos yılmazdı da ben yıldım. doz aşımı oldu. belki de ben sahiden uzak oldum. bir haller oldu. o dedi ki - bu dedi ki saçmalıkları iyice garabetleşti. "her şey topluca dibe vursun ki yüzeye çıkalım, nefes alalım" ruh halime gömüldüm, o batışı bekliyorum. gazete websitelerine ucundan bile bakmadan günler geçiyor. böyle değildi. fena olmadı gerçi. twitter yüzünden bi de tabii. hızlı hızlı yazmalar. gerçi orayı da azalttım. aman iyi ki bi mesaim oldu, sanki bilmediğimiz şey.

şimdi peru yazacağımdır. ekim başı gittiğimiz peru. vakit dediğin kuş misali. ya da evden kaçan çocuk. böyle de bağlarım konuyu.

27 Eylül 2013 Cuma

apdeyt

O mülakata gittiğim iş oluyo gibi blogcuğum. Belki de olmaz gerçi de işte, gayet iyi geçti mülakat. Kısmet. Tabii ben olursa ihtimaline çok yapıştım; çünkü olması lazımdır artıktır. Haliyle 1,5 senedir aylaklık ve pineklikle geçirdiğim zamanlar, evden çıkmadan geçip giden günler (hafta ve ay da olabilir) şimdi tam bir panik sebebi. Sünnet öncesi istanbul turu attırırlar ya çocuklara, o ruh halindeyim. hava güneşliydi bugün mesela. Niye evdeyim, bilmiyorum. biliyorum da yani saçma işte. ayh.

*

peru'ya gidiyoruz malum. plan daha yeni netleşti sayılır, 2 çift ve 2 ayrı ülke olunca, anca. toplam 2 hafta gezi süresi ama bir güncük daha olsa tam olacaktı, öyle bi hal. neyse, hallettik. Farklı râkımlar farklı iklimler, o bir mesele. sıcaklık 3 dereceye kadar inip sonra 30 dereceye kadar çıkıyor. Bir de bi sorun olmaz da amazonlara gidebilirsek diye yine bana bana bana sıtma hapları. hapları daha almadık. râkım farkından rahatsızlanmamak için de hap yedeklemek lazım. ay bi rahatlık var üstümüzde, hakkımızda hayırlısı.

10 kilo ve hatta daha da az eşyayla gitmek şart, ideali o. kalın da giyinmek de gerekiyo bi yandan, herhalde bi teyzeden panço filan kapıcam. bi de "balıkçı botunuz olsun mutlaka" gibi abuk subuk notlar var, birilerini dövebilirim bunun için. ben alacağım çorap sayısını düşünüyorum, adamlar bi de plastik çizme taşımamı bekliyor. işportayı da mı ben öğreteceğim? tabii ki taşımayacağım. olmadı poşet bağlarım artık.

Bi diğer sorun da mesafeler. Peru büyük. Yani hem sahiden büyük, bi de dağlık. otobüse biniyosunuz bolca; ama saatler sınırlı, zaten "öyle gidip gardan ilk bulduğunuza da binmeyin" diyolar. biz varan-ulusoy konforu aradık çünkü en kısa yol 6 saat, 10 saate kadar çıkıyor. habire otobüsteyiz.

Neyse, (nihayet) belirlenen 13 günlük rotamız aşağıda (geçişler heeep otobüs):
  • Lima: varış, jetlag ve şehir gezisi (2 gün)
  • Nazca: kasaba turu ve Nazca Lines'ı görmek için planör uçak turu (1 gün)
  • Arequipa: bir gün Arequipa şehir turu, bir gün colca canyon (2 gün)
  • Puno: bir gün kasaba turu, bir gün lake titicaca (2 gün)
  • Cuzco: tüm günü yolda yiyip akşam yarı baygın varmaca. (1 gün)
  • Manu Milli Parkı: Amazonlar burası işte. biyosfer rezervi, çılgınca bir tür çeşitliliği filan. bitince cusco'ya dönüş. (3 gün)
  • Kutsal Vadi (Urubamba): Cuzco yakınlarında, günübirlik tur. (1 gün)
  • Machu Picchu: bir gece önce Aguas Calientes'te kalıp gün doğumunu yakalamaca.(1/2 gün)
yerel uçakla Lima ve ertesi sabah dönüş.

Daha önce okyanus aşırı uçmadığım için ciddi bir jet lag korkum var. zaten normalde çok ve düzenli uyuyan biriyim, uykusuzlukta hulk'a dönüşmem mümkün. ilk gün lima'da dinlenmek ve dönüşte de bütün pazar günü dinlenmek yeter umarım. bel ağrısı filan da olmazsa yırttık.

Biz bu yerleri çok basit bir şekilde "peru top 10" listelerinden belirledik. Hepsi Güney Peru'da. Birini elemem gerekse Nazca Lines'ı eleyebilirdim; ama o da Lima-Arequipa arası uzuuun otobüs yolculuğunda bir mola, bir rahatlama olsun diye var temelde. Beni en çok heyecanlandıran Manu, bir de Machu Picchu tabii. Nazca Lines turunu oradaki yerel havaalanından halledeceğiz, zaten yarım saat sürüyormuş. Arequipa ve Puno kısımlarındaki turları buradan almaya gerek yok gibi, çünkü öncesinde bir gün var, şehirde hallederiz. Manu Milli Parkı için çadırda kalmalı filan bi tur alıyoruz, onu buradan rezerve edeceğiz. Machu Picchu'ya giriş biletlerini Cuzco'ya ilk gittiğimiz gün halletmek istiyorum, eğer oluyosa. Sabah 4'te kuyruğa girmemek için, bakalım. Bu arada ortalama yükseklik 2500 metre, göl gezisi 3800 metre ile en yüksek kısım. Arada Manu'da deniz seviyesine inip tekrar çıkma gibi bir şey var ama 3 günden bi şi olmaz herhalde. Çok kötü olursak koka çayı artık. bakalım.

"Ne yapmak isterdik de yapamıyoruz" kısmını da yazayım: Huaraz'a gitmiyoruz mesela. Lima'nın kuzeyinde kalıyor, rotamız dışı biraz. Colca yerine gidilebilirdi sanırım, harika bir vadiymiş; ama Colca bize yetecek bence. Inca Trail yapmıyoruz; çünkü eskiden 2 günlük turlar da park alanında çadırda kalırken şimdi minimum 4 gün şartı var. Hani okuyup da yapmak isteyen olursa parka giriş izinlerini önceden almayı unutmasın, max 400 kişi mi neydi, bi kişi sınırı var.

Şimdi ilaç, otobüs bileti, tur rezervasyonu, konaklama vb işler kaldı. "onlar kolay yea" diyoruz, öyledir umarım.

Special thanks to dünyayı gezip bitirmiş arkadaşım murat ve blogu.

18 Eylül 2013 Çarşamba

tefadüs

Bir zamanlar burada demiştim; ama şimdi bulamıyorum (pazar yerine döndü iyice blog zaten), benim hayatım hep "ne gele gele" kararlarla şekillendi. en fazla bir seçenekle, iki oldu mu delirerek. hep de güzel şekillendiğinden, sanırım onun verdiği bir rahatlık, bir ölü toprağı var. ne zaman ki böyle şekillenemedi, ben aptala döndüm. mesela son 1-1,5 yıldır aptal haldeyim. bir tek seçenek çıksın, o da iyi çıksın istiyorum. böyle şanslı olmayı bekliyorum. salakça ama öyle işte. "şansını sen yarat" diyenlere cevabım yok.

cuma günü mülakatım var. o işe başvurdum, hani fazla tanıdık olan. maaş > zevkler ve renkler. randevu için telefon ettiklerinde ölü balık sakinliğiyle "hı hı evet. hııı. evet teşekkürler" diye konuştum. güvenli suların heyecansızlığı. şimdi fark ettim ki sandığımdan daha da tanıdık, çok daha fazla. o kadar ki ben dönüp dolaşıp aynı kişilerle çalışacak bile olabilirim. tamam daha ilk mülakattan havalara girmeyeyim; ama hayat çok, çok acayip. çok garip hayat. zaten tesadüflerin üzerimde mıknatıs gibi bir etkisi var, "aa her işte bir hayır vaar!" diye koşarak atlıyorum. işi o zaman sevmemiştim; ama bir sebebi de iş tanımı dışında, önüme gelen her şeye bulaşmak zorunda kalmamdı. belki şimdi sevebilirim. en azından insanları sevmiştim. demek ki delirmeden bir süre devam edebilir. iyi ki havaya girmiyorum bu arada.

neyse, bu işi de alamazsam eğer, bu posta bakar bakar güleriz artık. çaylar benden.

17 Eylül 2013 Salı

dehşet

Bazı sesler, görüntüler var aklımda, küçükken izlediğim haberlerden kalma. o zaman yok tabii "dikkat bilmemkaç yaş altı burayı görmesin" filtreleri. zaten olsa bile gafil avlıyordu o sahneler genelde. annem mi bana "bakma" diyecek babam mı, ikisi de dehşetle izlerken? neyse, hepsini yazmiym tabii de seçmece olanlar şunlar:

biri, ben ilkokul 4'te mi neyim, kızılay meydanındaki o kameraman. feci dövdüler, öyle böyle değil. kaldırımda, yüzü gözü kan içinde. kamerasının üstüne kapanmıştı; çocuğunu korur gibi. "kamerama vurmayın" diyordu sadece, ağzı kanla dolu, mırıltı halinde. öyle dedikçe kamerasına vurdular, o da vurdurtmadı. bi de ben kızılay koluydum o zaman, oksijenli su ve tentürdiyotlu pamuğun kendimi sınır tanımayan doktor gibi hissetmeye yettiği zamanlar. onu oradan çekip alsınlar, yaralarına pansuman yapsınlar, kamerası da hep yanında olsun istedim. "kamerama vurmayın, kameram kameram". ben öyle ekrana baktım, kaldım.

bir diğeri manisa davası. belli ki liselilere çok kötü şeyler olmuş ve ben ortaokuldayım. dava bitmiş, yine o ufak pencereli nakil arabasına binmiş götürülüyorlar. arkadan incecik, solmuş bir ses, "o daha çocuk, götürmeyin, o daha çok küçük" diye ağlıyor. annelerden biri, yere yığılmak üzere. ben yine ekrana baktım, kaldım. nasıl bir yere götürdüklerini, ne yaşadıklarını hayal dahi edemeyeceğimi, öyle bir kötülüğü hiç bilmediğimi anladım.

bir de işte, en çok da belki "Arkadaşlar! ben bir anayım benim sesimi duymak zorundasınız, beni dinlemek zorundasınız" sesi. Berfo Ana. çığlık değil, bir gerçek. Öyle çıplak, olduğu gibi, olduğu kadar net bir gerçek.

*

Bu yılki Hrant Dink ödüllerini Cumartesi Anneleri almış. Benim için ilk yıldan, ilk günden beri onlar alıyor sadece. Berfo Ana göremedi. Biz onları duymak zorundayız, duymadık. Yürüyüş yaparken, parkta koşarken "benim annem cumartesi" çalıveriyor kulağımda. o şarkı listesinde olması bile ayıp belki, öyle rastgele çalabilmesi... neyse, politeknik direnişinin melodisi. bi bankta soluklanıp dinliyorum. havaya, suya bakıyorum, gözlerim yaşarmasın diye. sonra işte "beni dinlemek zorundasınız" diyor ya sonunda, işte o an cemil, manisalı çocuklar, o kameraman, diğerleri... hepsi birden diziliyor bankta yanıma. ben katıla katıla ağlıyorum. nasıl iyi geliyor. 

ben şarkıya ağlasam ne ki zaten. kimse de "n'oluyo" demiyo bu arada, demezler. birey birey. kimse "nen var kuzum" demez. iyi aslında. sorsalar ne diyeceğim? sanki anlayacaklar, sanki cümlemi sonuna kadar dinleyecekler. biri demişti bana, "o zamanlar çocuktun. kürt bile değilsin. e yani, neyin acısı bu?". di mi ya. "dehşetin acısı" demiştim. öyle çünkü. yaşadığımdan, bildiğimden değil; tam tersi. yaşamadığım, bilmediğim için hissettiğim dehşet.

*

2007'ydi. eylül mü ne. canım perulum, biricik Marisol gecenin bi körü kapımı çaldı. o öyleydi zaten, gece kuşu. benim 5. uykumda olmamın hiç önemi yok. sabahın 3'ünde uyandırıp kahve falı baktırır, "yahu bu ülkede niye hiç taş yok?" dedim diye benim için tüm şehri dolaşıp taş toplar, berbat günlerim bitsin diye uğurlu leprechaunlarını bana ödünç verir filan. bu alemden değil marisol ve onun alemi çok güzel.

neyse, kapımı çaldı. gözleri ağlamaktan şiş; ama gülüyor, zıplıyor, fujimori diyor, yarısını da ispanyolca söylüyor, ben tabii ki bi halt anlamıyorum. tane tane "Fujimori'yi yargılayacağız! Şili iade ediyor!" diyor bana. Fujimori'nin baskı ve insan kaybetmelerle dolu yönetimi çok eski değil; onun çocukluk, gençlik yılları. Oooo büyük haber! çığlık çığlığa zıplıyoruz. Bana ne oluyor, bilmiyorum. Bir diktatörün daha yargılanması, yargıdan kaçan bütün insan müsveddelerinin sonunun geleceğine dair yeni bir umut. Bu güzel haberin şerefine kahve yapıyoruz, tabii ki. O aralıksız anlatıyor, nefessiz. Sonra, biz ayrı ülkelerde ayrı yollara gitmişken, 2009'da kararı okuyorum: 25 yıl. Bir oh çekiyorum. o gece yıllar sonra tamama eriyor.

*

Şimdi gördüm Seyhan Doğan haberini. 1995'te, 14 yaşındayken kaybedildi Seyhan. Anne babası acıyla, onun izini, kemiklerini arayarak, daha doğru düzgün yaşlanamadan öldü. Bu yıl bulundu Seyhan, bir kazıda kemikleri çıktı ortaya. Ailesinin yanına gömülecekmiş. Çığlık çığlığa koşmak istiyorum, başka şey gelmiyor içimden. 

Hollanda'dayken şu iyiydi bak: etrafımdaki herkes böyleydi. herkesin toprağından kemikler çıkıyordu, bi anormal olan hollandalılardı. marisol'ün fujimori'si vardı, tanya miloseviç'i anlatırdı. Noira'dan suharto'yu dinledik hep. acı yarıştırmak değil, birbirinin yarasını yalamak resmen. delirmemek için anlatırdık. değiş tokuş yapardık acıları, bildiğimiz, bilmediğimiz, niye bilmediğimize yandığımız acıları. sonra bir sürü içkiler, bir sürü şarkılar. hissetmeye vaktimiz olurdu doya doya, daha iyi bir işimiz yoktu yapacak. olmuşu, bitmişi, gördüğümüzü, duyduğumuzu her şeyi tane tane hissederdik. acıysa acırdı. komikse kahkaha atardık. bol vakitler işte.

*

Bu ay DVDsi çıkmış diyarbakır cezaevi belgeselinin. tam adı "5 No'lu Cezaevi: 1980-1984", Çayan Demirel'in işi. Belgesel aslında 2009 yapımı, festival gösterimleri, ödülleri var. Ben birkaç gün önce, internetten izledim. Daha önce de izlerdim de işte çok erteledim, çok kaçtım. "Tarihin şen çocukları"ndan kaçtım. Sonra tanıştık. Dişlerimi kenetlemişim izlerken, tırnaklarımı da avcuma batırmışım, bitince fark ettim. "burası cezaevi değil, bir okul" - bu lafın varacağı işkencesiyi tahmin edebilir misiniz? hiç sanmam. düşünebilirsiniz; ama asla o kadar karanlık olamazsınız. 

Siz de tanışmak isterseniz, belgesel için link burda. DVD de olur tabii. Bir de bi zaman bi televizyon programı olmuş belgesel ve cezaevi hakkında, o da burda. Dehşet bazen insana iyi geliyor. Ertelemeyin.

10 Eylül 2013 Salı

22

Son postuma boş boş baktım demin. Derdimi seveyim. Çok şükür ki böyle dünyevi meselelere dertlenecek olduğumuz an daha büyük dertler veren bir ülkenin vatandaşlarıyız.

Ahmet Atakan dün öldürüldü. Kaçarken, polis 5 metreden gaz fişeği atmış kafasına. Bizim salona bakıyorum, boydan boya 5 metre. Burdaymış Atakan, şurdaymış polis. Altında akrep. Boş vitese alsa 5 saniyede yakalarmış Ahmet'i; ama gaz atmak daha isabetli tabii. Bizim salon cinayet mahalli. Binbir açıdan düşünüyorum. Kafasına nişan alış, yaralayış. Ahmet düştükten sonra etrafına gaz atmış polis, yanına yaklaşılmasın diye. Sonra ambulans gelemediği için vatandaşlar götürmüş hastaneye. Kalbi durmuş, çalıştırmışlar.

Ben dün gece uyurken "hayır ölmedi, yoğun bakımda" haberleri vardı, "akbabalık etmeyin" deniyordu. Nasıl inandım buna. Tabii ki ölmeyecekti. Oysa daha o haberler gelirken ölmüş Ahmet, 22 yaşında. Olay çıkmasın diye vaktinde söylememişler. Polis hastanede yoğun bakıma gaz atarken, olay çıkmasın istemişler. O çoktan ölmüşken, hızla soğurken, annesi kapıda dua ediyordu yani. Bu yaşatıldı insanlara. Abdullah Cömert de Antakyalıydı, o da 22 yaşındaydı. Abdocan için sokaktaydı Ahmet, kanı yerde kalmasın diye. Komşusu Suriye'de kan akmasın diye. ODTÜ'deki hukuksuz yol çalışması için yaşıtları yine şiddet görmesin diye. Kendi başına gelen her şeye karşı sokaktaydı.

Polis vurdu ya, "çatıdan düştü" dediler. Hep bir açıklama vardır ve hiç geciktirmeden yapılır. Mesela Metin Lokumcu için"bana taş attı" demişti Başbakan. İstese de atamazdı, başbakan gelmeden çok önce hastanedeydi zaten. Elindeki taş değil, limondu; ama önemi yok. Kronolojinin, kanıtın, belgenin bir önemi yoktur böyle durumlarda, ölürken kalkıp taşını atıp tekrar ölmüştür o deyyus, bilir onlar. Metin Göktepe de kendini balkondan atmıştı. Festus Okey arbedede seken kurşunların hizasında durdu. Uğur'un terlikleri rüyanıza giriyorsa terörist olduğu için. Roboski'de ölüp giden çocuklar kaçakçıydı zaten. Ceylan, o ceylan gözlü minik Ceylan, bombayla oynadığı için parçalandı. 18 aylık bebek bile gaz kapsülüyle başından yaralanarak ölmüş olabilir, biz ona taş diyeceğiz. Mumcu arabasına binmeseydi, Dink kapı önüne çıkmasaydı. Bunlar böyle işte hep; bu ülkenin daimi bir tom&jerry çizgi filmlerindeki hassas düzeneklerle dolu olduğunu bilmezmiş gibi, orada burada dikilip, tesadüfen ölüp, bir de hak isterler. Ölmek sanki zor bir şeymiş gibi, hesap sorarlar utanmadan. Unutun efendim, unutun. ben mi dedim aklınıza mıh gibi kazıyın diye?

Senaryoyu merakla bekliyordum; çünkü an be an görüntülenmiş bir olay ile ilgili yalan söylemek de bir mesai. Sonra düşündüm: yoo, değil? inandırıcı olmak gibi bir kaygı yok ki? Efendim çatıdan 30 kiloluk kaya atıyormuş Ahmet. Ahmet bir tür Seyit Ali onbaşı olarak, top mermisi sırtlamıştı herhalde. hmm, abarttık mı? o zaman enerji paneli atıyor olsun. Evet, çatıdaymış Ahmet, polise enerji paneli atarken düşmüş. O zaman ölebilir. O zaman polis hastane basıp yoğun bakıma gaz atabilir. Tamam, anlaştık. Ne demek "otopsi raporu aksini söylüyor"? ne zamandır otopsi doktorları biz yüce yetkililerden iyi bilir oldu bu işleri? Geçelim lütfen. Sıradaki!

*

Bu dünyada adalet olmadığını onbinlerce yıl önce idrak etti insan ve kendine "ilahi adalet" diye bir kavram yarattı. Kendine bir gün bir şeylerin değişeceğini müjdeledi ki hiçbir şeyin değişmeyişiyle yaşayabilsin. Kötüleri sonraya, hatta ölümden bile sonraya öteledi ki her sabah aynaya bakabilsin. Kendine her işte bir hayır olduğunu, kendi bilmese, anlamasa bile oralarda bir yerde ulvi bir açıklama olduğunu tembihledi ki "neden?" diye kendini yiyerek delirmesin. Kendine kaskatı kurallar koydu ki kötüler olmasın artık; madem sonradan ceza veremiyor, baştan alsın önünü. Tanrılar yarattı kendine, kendine hiç benzemeyen. Adalet ölümlüden, kendi gibi olandan gelmezdi, bildiği için. Adalet gerçekten geldiğinde bütün tapınaklar kendi kendine yıkılacak, göreceksiniz. Vicdanımız bir koca "oh" çekecek, hepimiz daha mutlu olacağız adaleti kendi gözlerimizle görünce. Şükretmek aklımıza bile gelmeyecek, sevinçle yanımızdakine sarılacağız.

Dinsizim, inanmıyorum. Hayır, bir yaratıcı olduğuna "bile" inanmıyorum. Benim bu dünyada, hem de acil tarafından adalete ihtiyacım var; insan elinden çıkma adalete. Öbür taraflara, öte diyarlara, ilahi güçlere devredemiyorum. Denemedim değil. Aklım aslında çoktan hazır da vicdanım almıyor. Bir alışkanlıkla "allah belanızı versin" diye ağlarken dahi almıyor. Ben o kan yerde kalmasın diye hemen, şimdi istiyorum adaleti. Yani inanmıyorsam da sırf bizim iyiliğimiz için, gerçekten.

*

Berkin uyansın. Uçurtma uçuran bir fotoğrafını gördüm, görmez olaydım. Daracık bir sokak, her yer araba. Elindeki uçurtma avcum kadar. havalanmamış bile, peşinden sürükleniyor. O uçurtmanın havalanma ihtimali sıfır, akıl var fizik var. Oysa Berkin öyle bir koşuyor ki sanki dünyayı havalandıracak. O inanmış ya uçurtmasına, uçurtma çoktan uçuyor; dönüp bakmasına bile gerek yok. Ben de Berkin'i öyle bekliyorum işte. Uyanacak, hayat aynı olmayacak, belki bir daha koşamayacak; ama uyanacak.

9 Eylül 2013 Pazartesi

acep

Kaçınılmaz olarak karşıma çıkıyor: istanbul'daki işim gibi işler. hatta o iş, öyle diyeyim. Başvururken değil heyecanlanmak, saç telimin bile oynamayacağı. İlla ki alınırım diye değil; ama güvenli sularım olduğundan. Güvenli ve zevksiz. Güvenli ve istemediğim. Kulaç kulaç yüzmek isterken çocuk havuzunda oturmak gibi.

Sonra diyor ki şeytan, benim sevgili şeytanım: bok var. kısacık temaslar dışında, istediğin işi HÂLÂ bulabilmiş değilsin. Yeni mezun gibisin; ama yeni filan değil hiçbir şey. Bir ara pes ettin, sonra toparladın. Söz konusu istediğin iş olunca değil heyecanlanmak, ilkokul 1'deki ilk günündesin. O kadar bile değil; çünkü sen okumayı, yazmayı biliyordun okula başladığında, şimdi hiçbir şey bilmiyormuşsun gibi. Şimdi kolluksuz yüzmek gibi, bisikletten düşmemek gibi. 30 mumlu pastayı üflemeden önce, sanki sen bunları çoktan yapıp bitirmeliymişsin, ziyadesiyle geç kalmışsın gibi. Arkadaşlarına bak. Herkes en sevdiği işi yapmıyor; hatta çoğu yapmıyor, evet. Hayalleri var hepsinin; kimi unuttu, kimi erteliyor, kimi kavuşmak üzere. Yorgun ve sinirliler; ama hem de mutlu ve memnunlar. İş hayatındalar. Bir işe yarıyorlar. Delirecek gibi olsalar bile, günün sonunda onların seçeneği daha çok.  Onlar istifa edecekleri günün hayalini kurup belki de en dokunaklı istifa mektupları provaları yaparken (sen de yapmıştın. duruyor taslaklarda. yollamadın), senin gördüğün şey anne-babalarının gördüğüyle aynı: "en azından istifa edeceği bir işi var". Eşekler ve kazıklar. Güvenli sular diye burun kıvırdığın her şeyin sonunda, senin suyun dahi yok. Onlar yüzüyor, kulaç atamasalar da yüzüyorlar. Sense bir arkanda bıraktığın kolluklara, bir de önündeki derin havuza bakıp "su soğuk gibi duruyo? pis gibi de hem?" filan diyosun. Atlama fikri güzel geldiği için çıktın tramplenin tepesine; ama sen yüksekten korkuyorsun ve bunu kendine bile söylemiyorsun. Madem yüzeceğin yok, daha fazla oyalanma artık. Pişman olmak değil bu; neysen osun. İn aşağı, kolluklarını tak; en azından suya girmiş olursun. Yüzmek oysa, o kadar güzel ki. İki yudum su yutacağım diye mahrum kaldığın zevki bir bilsen. Kolluk sana mübah, en azından sudasın.

Şeytanım çok şeytandır, en ufak alevi harlamayı, beni de ortasına koymayı iyi bilir. Odun ateşinde kendimi yerim, dumanım üstümde.

*

Bugün, kuzenimin fıtık ameliyatı sonrasında iki omuruna platin takıldı. Benden 2 yaş küçük. Genç yani, çok genç. Bildiği ama ertelediği, "yahut vakit olmadı" rahatsızlığı onu bu kez tatilde yakaladığında sonuç bu oldu. Şimdi hayatını yeniden şekillendirecek; olması gerektiği gibi, kendine vakit ayırarak. Yapabilirse, izin verirlerse. Kendine bakacak; dünyayı kurtardığı o ofis, biraz da kendisini kurtarmasına tahammül ederse. Haliyle, milyonuncu defa, tanıdığım herkese "kaldır o koca kıçını ve derhal spor yap adamım!" diye bağırmak istiyorum. kıpırda. Eğil, kalk, zıpla, yürü, mekik çek - ne haltsa. kıpırda azıcık. Motivasyon amacıyla, sevgili NHS'in 10 bin adım videosunu buyrun. Ha işim gücüm yokken ben yapıyo muyum bunu? Hayır. Niye? Beni ev yuttu. Siz yapın ama.

*

Ne kadar oldu bilmiyorum, 2 hafta belki? Sabah çok erken kalkıyorum, hep aynı saat civarında, hep aynı şeyi düşünerek. Hiçbir şey yapamadığım, el uzatmak veya dinlemek fark etmez; pek bir halta yaramadığım durumlarda ben manyak gibi düşünürüm. Düşünerek bir şey olacakmış gibi. Sanki olmayan kapılar açılacakmış gibi. Sanki pelerinim çıkacak, süper güçlerim nihayet kendini gösterecek gibi. Bazen mesafe denen meret sizi alır, yere atar, üzerinizde tepinir, soluksuz bırakır ve sonra sabahın 6sında zombi gibi ayağa dikip beyninizi yer. Yakında olsanız da eliniz kolunuz bağlanacaktır, bilirsiniz; ama uzaktayken her şey daha beterdir. Dev bir acaba böceği, her yerinizi kemirir. Günlerce başınız ağrır, düşünmekten değil, düşüncelerin bir yere varmayışından. Çıkışsızlıktan. Kulağa su kaçınca tek ayak üstünde zıplanır ya hani, öyle zıplayıp beyninizde ne varsa akıtmak istersiniz, olmaz. Acaba böceği işte, ne yapacağını, nereye asılıp kalacağını çok iyi bilir.

*

Görüldüğü üzere, kendime sardığım milyonuncu seferle karşı karşıyayız. Eylül geldi, bu güzel. Hava 18 derece, bu eh işte. Londra geçen yılki gibi, batı cephesinde yeni bir şey yok. En iyisi biraz da aynaya bakayım, bi muhatabı olsun bu halimin.

5 Eylül 2013 Perşembe

"Manolya kokusuna karışan yanık et kokusu"

Her zamanki didişmeler beni yoruyor. O dedi ki - bu dedi ki. ODTÜ'de stand kavgası olmuş, bu sefer kamera var ya, tamam. Oynat uğurcum; artık birkaç günlük kavgamız bundan olur. Doğuştan mıknatıs kazanına filan düştük herhalde, en ufak olayla kutuplaşmaya harcadığımız enerji inanılmaz. Bana çok saçma gelen bir şey bu "kovaladık onları" tavrı; kale muhafızı hali. hak savunmasıyla alan savunması arasında bence büyük bir fark var. Başkası da seni kovaladığında ve hatta kovalamak için kendine uygun gelen herhangi bir yöntemi seçtiğinde sesin çıkmayacak madem? Bana saçma geliyor ya, bir yandan da videodakilere bakıyorum; çok küçükler. Heyecanları da tatminleri de çok günlük duruyor; bunu küçümsemek için söylemiyorum veya "mini mini çaylaklar" da değil. Aksine, en son ne zaman bu kadar inanarak bir şey yaptım, onu düşündüm; her iki taraf için de.

"Kimlik göster!" derken müthiş bir nokta yakaladığını sanan, "kimliğin yoksa gideceksin arkadaşım!!" diyen kız mesela. Ben olsam "sen kimsin, ne sıfatla kimlik soruyorsun, asıl sen kimlik göster!" derim. Cevap veren "göstermiyorum" demiş sadece. Bence mesele, sol-sağ hiç fark etmez, bir üniversite öğrencisinin bu polislik refleksi. "kimlik göster!" - yok ya? Bu nasıl bir heves, nasıl bir otorite sevdasıdır? Yolda bin kere üstün aransa niye itiraz ediyorsun ki o zaman? Kimse de buna takılmıyor, çünkü komşusu bile sorsa kimliğini kuzu kuzu gösterecek bir milletiz. Kimlik bizi aklar, kimlik bizim zırhımız. Ferhan Şensoy'un 90larda, İstiklal caddesinde Nazi üniforması giymiş halde 100 kişiye kimlik sorması ve 99 kişinin hiç sorgulamadan göstermesi, sadece bir öğrencinin üniformayı tanıyıp itiraz etmesi gibi. Bizim okulun girişinde kimlik kontrolü olmadığı için herhalde, iyice anormal geliyor. bu ne arzu ah, bu ne ihtiras. Evet, ben en çok o ana takıldım o videoda.

Ha nedir, gazi üniversitesinde oruç tutmadığı için dövülen, küpe taktığı için kulağı yırtılan öğrenciler, marmara'da erkek modelle çalıştığı için saldırıya uğrayıp öğrencilerle birlikte kendini stüdyoya kitlemek zorunda kalan güzel sanatlar hocası veya akdeniz üniversitesi'nde silah çeken manyak bu kadar gündem olmamıştı. Bu saydıklarım fiziki saldırılar bu arada; yani kusura bakmayın ama stand açtırılmamasıyla, dibinde posterle dikilmeyle kıyas kabul etmez. Yine de bu saydıklarım olay olmaz; çünkü solun dayak yemesi normal zaten, adi vaka. Gazi'de filan stand açan TKPli de tahayyül edemiyorum; standı veya siyasi partiyi geçtim, mesela akdeniz'de açıkça "ben solcuyum" diyeni de pek düşünemiyorum. Bunlar "normal" hep; çünkü sol hep marjinal nifak, tabii ki vatan millet ve din aşkına, asla ona geçit vermiyoruz. Bugünkü olayda liberaller ODTÜlülere cıkcıkladı, tamam. Peki biraz geri saralım. Bir kez olsun da sağdan destek gördü mü ya şu dayak yiyen, canından olan solcular? bir kez yahu, bir kez de biri çıkıp "hayır, din adına adam dövemezsiniz; hayır millet adına kulak yırtamazsınız" yürüyüşü yapsa ya? öyle sessiz, sadece sorulunca yarımağızla söylenen "ben de tasvip etmiyorum"lardan bahsetmiyorum. Bir duruştan bahsediyorum.

Ha nedir, ODTÜlülerin standçıları kovalamasını da şundan farklı göremiyorum: bu saçma didişmeyi besliyor işte. kendini anlatma aracı filan değil, el jimnastiği. yoruldum ben görmekten, ondan belki de. Açtır o standı, bir kişi bile gitmesin, tavırsa tavır almış ol. Stand izinsiz mi? yönetime şikayet et. İzinli mi? o zaman yönetime derdini anlat önce, sıkıyorsa. Benimki mi boğaziçi liboşluğu bilmiyorum, sahiden. O stand izinliyse eğer, kişileri kampüse sokmamanın o ulvi amaca hiçbir hizmeti yok (amacın anlamlı olup olmadığını da geçtim bu arada).

Bir de ODTÜ'de tesettüre yaklaşım açıktır, kimsenin taciz edildiğini filan duymadım. Zaten YÖK'e ezelden gıcık olan bir okulda biraz zor. Haliyle burada hedef aktarılmaya çalışıldığı gibi din veya dindarlık değil, cemaat yurtları, propagande ve daha da önemlisi, ODTÜ yurtlarına iftira atılarak ailelere yalan söylenmesi; ama olayın sonucunda görülen ve söylenen "solcu dinsizler, müminleri kovuldu". Herhangi bir protesto hakaret veya şiddete varmadıkça bir sıkıntı yok bence ve evet, pankartla yanınızda durulmasından ibaret bir protestoya da alışacaksınız bir zahmet, hiçbir görüş dokunulmaz değil. Zaten olayı yaşayan kişiler gayet sakindi benim gördüğüm, şikayetçi olmaya gittiler. İçinde din unsuru var diye, "cemaat yurduna hayır demek = dine hayır demek" olamaz, az yavaş gelmek lazım; ama bu tür genelleyip büyütmeleri iktidar çok seviyor ve iktidarı sevenler daha da çok seviyor, o da malum.Prensipler değil, olaylar önemli. hele ki kamera varsa.

Yine de diyorum ya, sonuç ortada. Ne yaptın da ne oldu da ne olacaktı zaten? Bu haliyle de bir yere vardığı yok. Sadece bir "hayır!" görülüyor, bir de tabii "başörtüsü = cemaat" genellemesi. İşin komiği, işine gelince cemaatle arasına mesafe koyan /koyduğunu söyleyen birçok müslüman, bu olayda açıkça ve sadece "odtü'de cemaat istemiyoruz" denmiş olmasına rağmen "konu cemaat değil, benim dinim!" diyor. Evet, tabii ki bu "komik" değil; bu refleksin sebebi de türkiye tarihinde gizli, biliyoruz. Yaşanmış, hala taze olan olaylar var, tamam. Peki ben bunları bilip anlıyorum da, karşı taraf solu ne kadar biliyor? Nil. Zero. Hiç. Neden "cemaate hayır" denmesi bu kadar büyük bir aşkla "solcular dinime küfretti" halini alıyor da, "belki hakikaten sadece hayır diyordur" olamıyor?

Böyle derin bir of çekiyorum sadece. Yeni şeyler yapmak lazım; ama yapılamıyor. Ben bana Şişli'de saldıran sakallı, takkeli amcayı anlatınca "ama bunu her müslümana genelleştiremezsin, onlar marjinal!" deniyor. Gazi'deki faşist saldırıları anlatınca "bunu her milliyetçiye genelleyemezsin, onlar marjinal!" oluyor. Ha çok şükür o kadar odun kafalı değilim, genellemiyorum zaten; ama bir tek canına yandığım solun marjinalleri yok, solu hep genel genel sarıp paketliyoruz. 5 kişinin yaptığı iş, bütün ODTÜ, sonra da bütün sol oluyor. Her müslüman, her milliyetçi kendi bacağından asılıyor da bir tek solcular hep komün. Ne komünü? voltran; birleşip tekvücut olmadan bir şey ifade etmiyor bile.

Türkiye'de sol (ki herhalde 94 partinin 70'i filan eder en az) haddinden fazla parçalı bir yapı olmasına rağmen, en ufak gıkta genelleştiriliyor. Bıraksan kendi kendini imha edecek kadar fikir birliğinden uzak insanlardan bahsediyoruz. Türk Solu denen ne idüğü belirsiz faşizan grup, CHP, DSP, SHP, ÖDP, TKP... hepsi aynı pakette, hep aynı havuzda. Sağ bunu böyle güzel paketleyip adına da "işte sol bu!" deyince, birbirinden alakasız (hatta bir kısmı sol filan da olmayan) bütün bu gruplar namus meselesi gibi birbirini savunmaya geçiyor, bunu da kakofonik bir şekilde yapıyor. Bunun da "mesele cemaat değil, din!" refleksinden bir farkı yok; "mesele bir olay değil, sol!". liberaller de bir o yana bir bu yana gülümseyip ne akıyor, ne kokuyor. Sol ve sağ bu açıdan ne kadar aynı olduklarını görse ben sahiden çok rahatlayacağım.

Herkes miras reflekslerle, aynı şeyleri yaşayıp duruyor. Ay yazdıkça daralıyorum, çok bazal şeyler olmalı bunlar. Kuyu dibi kurbağalığından ibaret bir genelleme hevesi, maksat kutuplaşma. Sonra saldırıya uğrayan grup da büyük bir aşkla yeni bir savaş ilan ediyor: "bunlar temizlenmeli, bunların sonu gelmeli, zaten bunlar gezici, zaten bunlar darbeci". TDK görmeyeli kelime haznemizi 100'e indirmiş, ülkece kocaman bir atlıkarınca üzerinde dönüp dönüp aynı nakaratla dans ediyoruz. Gözünüzün önüne getirin bi, hah işte tam ondan.

Neyse, bilincim kulağımdan aktı resmen. Çok uzadı.

*

Bu arada gerçek dünyada olan: barış süreci durdu. "zaten neydi, ne olacaktı?" değil; bir ihtimaldi ve artık o da yok. boğaz'dan savaş gemileri geçti. ölüm kapımızda bekliyor, kandan birbirimizi göremeyeceğiz. şunca gündemin ortasında tavuk didikler gibi birbirini yiyen bir sürü insan. Çok daha mühim meseleleri konuşmalıyız, çok daha mühim oldukları için. Bu yüzden Twitter'dan ölümüne sıkılıyorum, tarifi yok. Al ben de yazıyorum, bok var sanki.

sağ ve solun ortak noktası belli aslında: dedikodunun o güvenli ana kucağı. bireylerin münferit hareketlerini saatlerce konuşma aşkı. o buna tükürmüş, bu bunun saçını çekmiş, biz de akşam bisiklet tekerini patlatalım madem. meraksız, bilgisiz; ama nefret dolu olmanın kaçınılmaz sonucu. savaş baltalarını sakın gömme küçük tüy, bileyciye gönder; çok güzel parlıyor.

*

yarın 6 eylül. bir kez daha 6-7 eylül. İç mihrakları gururla kovalayıp, dükkanlarını talan etmişti o zamanki güruh. nefret o zaman da çok meşruydu. Bir ailenin dükkanını yağmalamak, bir din adamını pantolonunu indirerek aşağılamak, ev basmak, insan linç etmek o zaman da vatan kurtarıyordu, şimdi olsa yine kurtarır. Bir arpa boyu yol almış değiliz. Eteğimizde on yılların acıları var, giderek birikiyor. Biz bu topraklardan insan kovmuş bir milletiz; üstelik bir kez değil, bir iki kişi değil. Biz defalarca, yüzlerce, binlerce insanı kovaladık kendi evlerinden. Bunun yükünü idrak edemedik henüz. Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Kürtleri, Süryanileri, Alevileri kovduk, öldürdük veya kaldığına pişman ettik. Bunun yüküyle yüzleşmiş değiliz. O irini atabilmiş değiliz. Durdukça daha da beter bir hale gelen,  büyüyen, her yerimizi saran, korkunç bir irin bu. Refleks haline gelmiş nefretlerimizin hepsinin kökünde bu irin var.

İrini temizlemiyoruz, niyetimiz yok. Biz o irini, gizliden gizliye seviyoruz. 6-7 Eylül benim için hep aynı şey: sıradan insanın galeyan ve linç şehveti. Hiç sorgulamadan, nerdeyse aşkla inanması bu linç fırsatına. O gün dükkan yağmalayanlar, Maraş'ta kapı çarpıladı daha sonra. Bizde de var onun parçaları. Eritmiyoruz, bir gün kendimize göre haklı bulacağımız, çok ulvi bir amaç için gerekirse diye küllendirdik sadece. acil durumda camı kıracağız. Beni en çok bu korkutuyor: birlikte yaşamaya niyetimiz yok. daha da fenası, galiba hiç olmamış. Hani umut pandora'nın kutusunun en dibinde ya, onun orada kalmasına benim çok ihtiyacım var. her 6-7 eylülde, sanki o kutu çoktan açılmış da umudu yitirmişiz gibi geliyor veya o kutu zaten hep boşmuş, en fenası.

*

bu ara bolca çay içip çay okuyorum. çay, dünyada sudan sonra en çok tüketilen ikinci içecekmiş. binyıllardır, insanlar sıcak suyun içine birkaç yaprak atıp mutlu oluyor. Ne garip aynılıklar bunlar.

Nina Simone dinliyorum, Strange Fruit. Acıyı damıtıp şarkı yapsalar bu olurmuş herhalde. Ben şarkıdan önce şiir haliyle tanıştım (şair: Abel Meeropol imiş, meraklısına). Bize bu şiiri okutan ingilizce hocamı düşünüyorum; bunu yapması gerekmiyordu. Böyle damıtılıp kelime olmuş acıyı bize göstermesi gerekmiyordu. Biz dünyayı çok mutlu bir gezegen sanabilirdik. 15-16 yaşında, "ağaçtan sarkan tuhaf meyve"nin ne olduğunu düşünmemiz gerekmiyordu; ama yaptı. Okuttu bize o şiiri. Güneşli bir gündü, çok iyi hatırlıyorum. Kısacık şiir. Kafama balyozla vursanız öyle aptallaşırdım herhalde. "Manolya kokusuna karışan yanık et kokusu"... İyi ki okuttu, iyi ki okuduk. Çok iyi geldi. İyi ki ben damıtılmış acıyla o yaşta tanıştım. İyi ki sonra bir de Nina'dan dinledim, bir de söylerken ağlayışını izledim de iyice haddimi bildim.

Her ağaçta sadece kendi meyvesinin sallandığı günler umuduyla efendim, esen kalınız.

30 Ağustos 2013 Cuma

Alkım

Buraya kırk yılda bir, o da seyahat notu tutmak için yazınca haymana pancar geziyomuşum gibi oluyor. yani evet, tatiller biraz uzun sahiden; ama sebebi ingilizler. yıllık tatil 5 hafta. bunu duyunca "aa ooo vuuu" diyor insan; ama Türkiye'deki bayram tatilleri burada yok ki onlar da çekiştirerek uzatarak birer hafta eder. yani 2 hafta bayram + 12 gün resmi izin, yaklaşık aynı hesap oluyor. aman neyse. yok aslında pek bir farkımız, demek istediğim o.

Cihangir - Fındıklı arasındaki merdivenler gökkuşağı renklerine boyanmıştı birkaç gün önce. Boya firması virali veya LGBT derneği işi olsa belki anlaşılırdı da hayır, esnaf boyamıştı. 64 yaşında bir amcanın "güzelleştirelim buraları" demesi, kıymetlidir. Elinde bir fidan olsa ölmeden önce diker onu, öyle biri işte, belli. Daha da kıymetlisi, diğer esnafın, gençlerin destek vermesi. hiçbir şey olmasa, 2-3 günlük çalışmayla onların hayatlarında açılan bir pencere, bize gururla gösterdikleri bir imece eser. incelik bunlar, güzel şey.  Bana zaten merdiven boyayan amca, kapı önüne tebeşirle resim çizen çocuk filan verin, içimde Björk'ün "Oh, So Quiet"ı çalmaya başlar, şemsiyemle sokaklara dökülürüm. Nedir, sabaha karşı belediye boyamış koşa koşa. Tabii ki griye, hep griye. Klein mavisi gibi, Misbah grisi.  Misbah değilmiş, Topbaş grisi. Fark yok. Jelatin hanımcığım "uçurtmayı vurmasınlar"ı hatırlattı, öyle bir his işte. Buralara gök, renk ve nefes yasak. nefes mühim şey oysa.

Ben o merdivenleri görünce aklıma ilk Holi Festivali geldi, LGBT aktivistleri alınmasın. Holi'yle Hollanda'da tanıştım. Genelde çok sessiz sakin insanlar olan Hindu arkadaşlarımın gözleri parlayarak "haftaya Holi kutluyoruz, gelir misin?" diye soruşuyla. Zaten 72 milletten insanız, "bizde adettir, duvara bakarız" deseler bakacağım, öyle bir hal. "Peki" dedim, tam ne olduğunu bilmeden; ama bilmem gerektiğini hissederek. Boya almak için azıcık para toplandı aramızda, koşarak kendi pazarlarına gittiler. Uzun uzun anlattılar, şehirlerde günlerce süren boya savaşlarını; kuru boyaları, sulu boyaları, boyalı su dolu balonları, renk renk sokakları. Holi bir bahar festivali, Newroz gibi, Hıdırellez gibi, Paskalya gibi. Doğanın uyanışını en doğru şekilde, renklerle kutluyorlar. Dedim ya, genelde ciddi, pek bir bürokrat (çoğu devlet bursuyla gelmiş bürokrattı sahiden) ve yetişkin insanlardı okuldaki Hindular. Holi yaklaşırken resmen gözlerinin içi parlıyordu, muzır gülüşler.

O gün geldi. Yurdun alt katındaki salon bize ayrıldı; ama sığmadık, sokağa taştık. bir kenara tabak tabak boya yığılmıştı, sağlığa uygun, toz, özel Holi boyaları; kendinden parfümlü üstelik. "Happy Holiii!" diyerek boyalarla etrafa saldırdık. Başta su savaşı, yumurta savaşı gibiydi halimiz. Hindu arkadaşlar uyardı: "öyle değil, bu silah değil; bu bir ödül". Boyadan kaçsan da aslında boyanmak için kaçıyorsun, bu bir oyun. Boyarken derdin puan kazanmak veya yenmek değil, daha ziyade renk vaftizi. Anlatması zor. Avcun boya dolu, arkadaşının yanaklarını okşuyorsun; o da renge bulansın, iyice doysun, renksiz yanı kalmasın diye. Bahar bulaşsın her yerine. Günün sonunda, saç diplerime kadar mavi - yeşil - kırmızıydım, kulağımdan sarı, burnumdan pembe çıkıyordu. O pek ciddi ve "gri" görünen arkadaşlarım, "hadi görüşürüz, ben gidiyorum artık" dediğim an 5 koldan birden son bir saldırıyla boyamışlardı beni. Sonra bir duş, duşta renk renk sular, tertemizlik. Renklerin şifalı olduğunu ben o gün öğrendim.

*

Boğaziçi'nin güney yokuşunda bir ara dev reklam panoları belirmişti. Devlet üniversitesinde başa gelen her yeni rektörün parasızlıktan ne yapacağını şaşırdığı o ilk dönemlerin eseri olarak, özel sektörden reklam parası kazanacaktı okul, pek lazımdı. Bilenler bilir, o yokuşun kaldırımı daracıktır, bir yanı yol, bir yanı da Bebek'e doğru yuvarlanmanıza yol açacak bir yamaçtır. Dar kaldırımlara panolar dizilince öğrenciler yoldan yürümeye başladı. görme engelliler için iyice zorluk oldu iki adımda bir beliren panolar. Neyse, sevilmedi bu çirkinlik, alışılmadı da. Kimse istemiyordu okulun en güzel yolunu panolara bırakmayı. Derken, Karahisar Anarşistleri diye ufak bir grup duruma el attı. reklam panolarına kırmızı boyalar attılar, kan kırmızısı. "sermayenin elleri kanlı!" demek için yaptılar bunu. Bu kadar mı korkunç görünür, sanki sahiden panodan yokuş boyunca kan akıyordu. Önce bir temizleme girişimi, başa çıkılamayınca kaldırıldı o kazulet reklam panoları. Gittiler. O güzelim yokuşun kaldırımlarını boyalarla geri kazandık.

*

Bir gazete haberi vardı, sıkça aklıma gelir. Gugıl bulamadı niyeyse. Neyse, haber şu: 12 Eylül işkencelerinde mahkumlara defalarca dinletilen "bir başkadır benim memleketim" şarkısının tüm haklarını bir işkence mağduru satın almış. Dev editos: tabii bulamam gugılda, yanlış şarkı çünkü! iyi ki yorum geldi de düzeltiyorum: doğrusu "Türkiyem". O ay-yıldızlı elbiseyi filan nasıl unuttum da karıştırdım, bilmiyorum. Şarkı haklarını alan da Cem Yılmaz (hayır o değil). Haberi de buldum, burda. Almış ki öyle uluorta, aklına esen biri tarafından çalınmasın, ilk notasını duyduğu an o karanlığına savrulup travma yaşayan yoldaşları (ve kendisi) artık acı çekmesin. birileri bu şarkının bir işkence aleti olduğunu artık fark etsin. onca marş vs dururken, en çok bu şarkı yormuş onu. bu şarkının insanlara neler ettiğini bilmeden, önemli gün ve haftalarda, genç yaşlı bir sürü insan tarafından "lay lay lay lay lalalalayy la-la-laayy" tabii bu kısım da "türkiyeeem türkiyeeem cennetiiiim" olacak diye sallana sallana söylenmesi canına tak etmiş. "hiç duyulmasın" diye alıp sessizliğe hapsetmiş bu suç aletini.

*
Bunları böyle peş peşe yazdım, aynen bu sırayla aklıma geldikleri için. renklerden bahar da yaratabilirsiniz, isyan veya otorite de. müzikten sevinç de yaratabilirsiniz, işkence veya kurtuluş da. günün sonunda, hepsi araç. niyetlerin aracı. 64 yaşındaki amcanın elindeki de boya fırçası, sabaha karşı merdivene giden zabıtanınki de, bir darbe zamanı afişe de çıkan gencinki de. Bize iyi niyetler, güzel bakmalar, iyiyi görmeler lazım; yoksa merdiven grisinden bi zarar gelmez. insanız nihayetinde, her şeye rağmen basamak kenarında büyüyen mine çiçeklerine sevinmeyi de biliriz. Sevgi Soysal kitapları alır okuruz, içimiz açılır. bunların hepsini yapabiliriz de işte, maksat niyet. hayatı güzelleştirme niyeti lazım, nasıl dar ederim çabası değil.

Şimdi o merdivenler yeniden boyanacakmış. El verip destek olanlar alınmasın; ama aynı şey değil. bu iş inat işi değil. ha bence merdiveni geçtim, belediyeyi renk renk boyamak lazım tepki gösterilecekse, o ayrı. yine de işte, kırmışsın daldaki çiçeği, bantlıyorsun. inadını gösteriyorsun da sorun çözülmüyor; adam griden vazgeçmeye niyetli değil, daha da silah belliyor kendine. bütün grilerin hakkını satın alıp dolaba kitleyemiyorsun.

içimi acıtan bir hunharlık bunların hepsi. sen griye sordun mu bakalım, "gökkuşağını seninle kapatacağım, gönlün var mı?" diye? sormadın. oysa sorsan, gri bile haddini bilir, kenara çekilirdi.

13 Ağustos 2013 Salı

bilet

Evde  bir köşede "en harika tatillerin seyahat rehberleri" duruyor. Dünyayı gezme hayallerimizin kitapları, en iyi yol arkadaşıma hediye seçmiştim. İşte biletim o rehberlerin gülü olan kitapçığın ülkesine. 2006'dan beri yegane hayalime. Adaşım olan bir küçük hanfendinin, canım arkadaşımın memleketine. Şu blogun kuşlarının anavatanına. Günlerce okuyup, özet çıkarıp yutmaya çalıştığım ayrıntıların diyarına.

Peru'ya gidiyoruz. Biletler alındı. Ekim ayında 2 hafta. Biletimiz var.
Peru.
Gitmek.
Biz.
2 ay sonra.

Bunlar dönüp duruyor kafamın içinde.
Heyecandan bir şeyler ıskalamaktan korkuyorum, öyle diyeyim halimi.
kuşlardan buyrun. gerisini siz düşünün.

9 Ağustos 2013 Cuma

Portekiz Günlüğü - 3: Lizbon veya buralar eskiden hep zenginlikti.

Efendiiiiim.... ve kapanış: Lizbon'da geçen son iki gün.

Öncelikle: çok sıcaktı. Sıcak hava dalgasına denk gelmişiz, hava gündüz 40 derece, gece de anca 30'a iniyordu. Çok sıcaktı yani, sıcaktı. Öyle böyle değil, fena sıcaktı. Haliyle çok yavaş ve bol molalı gezdik. Bulduğum her çeşmeye kafamı sokup, yetmeyince yarı-abdest yöntemiyle yıkanıp genellikle sırılsıklam gezdim. Yine de yetmedi.

Sintra'dan Lizbon'a gelince ilk iş otele yerleştik. Restauradores bölgesinde, merkezi bir yerde kalıyorduk; ama 4 yıldızlı olduğunu iddia eden otelin birkaç yıldızı kayıp düşmüştü sanırım, alakası yoktu. Neyse, zaten 2 gece.

Biraz dinlenip kendimize geldikten sonra, akşam yemeği için çıktık. Hedef bir fado evine gitmek. Rehberde önerilen, Praça do Comercio yakınlarındaki yere gittik; ama kapanmıştı. Hemen yanına başka bir yer açılmış. Saat 9 gibi, tam sahne önüne yerleştik. Öyle büyük bir fado hayranı değilim, yani kim olsa zevkle dinlerdim tahminen; ama güzeldi sahiden. Genç, erkek bir gitarist, orta yaşlı, erke bir udi ( aslı "guitarra portuguesa", udumsu bir şey) ve orta yaşlı bir kadın vokalist. arada udi beyfendi de şarkı söyledi. Şarkılar sırasında fısıltı yok, mutlak sessizlikte müzik var, birazcık da porto şarabı ve yemek. 2-3 şarkıda bir ara verildiğinde garsonlar koşturarak tabak değiştirme, sipariş alma işlerini hallediyor. Bir ara müzisyenler kendi CDlerini satmak için masa gezdiler, biz de hanfendininkini aldık. Adımıza imzaladı. Yol yorgunluğu veya sıcaktan eser kalmadı, mis gibi olduk. Biraz yürüyüş, geri dönüş.
ilk gece fadosu

Sabah önce arabayı teslim ettik; çünkü Lizbon ufak, yürümelik ve iyi bir ulaşım ağı olan bir şehir. Görülecek semtleri kabaca listelersem: İstanbul'un Tophane - Tarlabaşı civarına fazlasıyla benzeyen  (her yeri İstanbul'a benzetmem kronik) dar sokaklı, Mağrip Kalesi'ne yakın Alfama bölgesi, yine dar sokaklı, Asmalımescit- Tünel havalı Bairro Alto, Lizbon'un o muhteşem okyanus aşırı keşifler tarihinin merkezi Belém başlıca bölgeler. Bir de tabii, binilmesi şart olan tramvaylar, fünikülerler var. Şehir eskiden çok gösterişliymiş, belli. Zaten hala o şanlı günleriyle ilgi çeken, biraz hasret ve biraz da "bir zamanlar fırtınalar estirirdim" havası veren bir şehir. Bizim "şanlı Osmanlı" takıntımız gibi, Portekizlilerin de coğrafi keşifler ve Altın Çağ takıntısı var; "avrupa'yı biz avrupa yaptık, ne güzeldik eskiden" hali. Lizbon da o günler için harika bir film dekoru; ama film çoktan bitmiş, hissediliyor.


Neyse, arabayı bıraktıktan sonra sahile doğru yürüyerek Figuira Meydanı'na geldik. Burada Lizbon'un en eski pastanelerinden Confeitaria Nacional var. Portekiz, Brezilya etkisi sebebiyle bol kahve içilen, hamur işi tatlı menüsü zengin, ye ye kilo al bir ülke. Biz de menüdeki soğuk kahvelerden ikisini seçtik, yanına da tabii ki meşhur tatlısı pastais de nata (muhallebili turta) alıp sokaktaki masaya kurulduk. Biraz serinledikten sonra yine sahile indik, postaneye uğramak için. Kapalıydı. Yakınlarda Elevador de Santa Justa var; ama yüz vermedik niyeyse. Eski bir asansör, çıkıp şehir manzarası izleniyor. Onun yerine meşhur 28 numaralı tramvaya binmek için durağa yürüdük.

Confeitaria Nacional, Tramvay 28, Miradouro das Portas do Sol ve Alfama

Tramvay sahilden başlayıp şehrin en eski bölgelerini dolaşarak tepeye tırmanıyor ve daha sonra Alfama civarında inişe geçiyor. Kalabalıktı ama oturacak yer bulduk bi şekilde. Manzara ve yolculuk sahiden zevkli. Lizbon'un bir güzelliği, "miradouro" denen seyir terasları. Biz de  tramvayla tepeye çıkıp, Miradouro das Portas do Sol yakınında indik. Buradan geriye doğru yürüyüp Sé Katedrali'ni gezdik (sıcaktan sığındık diyelim). Sonra eski bir Mağrip Kalesi olan Sao Jorge'ye çıkalım dedik. Aslında kaleye ulaştık da; ama o sıcakta, hele ki Sintra'da zaten bir kale gördükten sonra gözümüz yemedi. Sıcağa yenilip geri indik, istikamet Alfama. Yoksul bir semt; ama "yoksul ve renkli hayat turizmi" tarafından bozulmamış henüz. Elinizdeki haritayı boşverin, zaten küçük bir bölge ve sahiden kaybolarak geziliyor. Apartman avlusu diyorsunuz, sokaklar arası geçit çıkıyor, yol bitti derken ucunda bir çeşme var (çeşme = vaha). Şansımıza, birkaç gündür bir festival sürüyormuş bölgede, rengarenkti etraf. Kıvrıla kıvrıla sahile doğru indik. Alfamalı kadın balıkçıların tutup pişirdiği sardalyalar meşhur. Zaten balık dendi mi sardalya kızarma anlaşılıyor. Fado Müzesi yakınlarındaki balıkçılardan birine oturup bira eşliğinde balığımızı yedik. Sonra St. Apolonia durağından metroyla postane, otel ve sıcaktan kaçıp azıcık dinlenme.

Akşam Bairro Alto'ya gittik, elbette. Tramvaya binmişken Fünikülerin hatrı kalmasın diye, Gloria'dan bindik. Kısa bir yolculuk; ama dik bir yokuş çıkıldığı için iş görüyor. Yol boyu çok güzel graffitiler yapılmış, onlara bakarken bitiveriyor zaten. İndikten sonra hemen yanı başında "Miradouro de São Pedro de Alcantara" var, parkın içinde, kaleye bakan bir manzara terası. Burada biraz oyalanıp Bairro Alto sokaklarına daldık.

Birbirine paralel sokaklarda genelde ufak şarapçılar ve tavernamsı restoranlar var. Şehrin en meşhur gece kulüpleri de burada, mesela John Malkovich'in işlettiği Lux. Biz bir tane tabelasız, gizli kulübün yerini saptadık; ama gitmedik sonra. Neyse, güzel bir tapas - porto peşindeydik. O cehennem sıcağında dar sokaklara rüzgar girmiyor, feci. Bir mucize eseri, sokakları dik kesen merdivenlere kurulmuş ifil ifil esen Tapas 28'i bulduk. iç mekanı geniş olsa da dışarısı daracık; merdivenlere atılmış birkaç minder ve 4-5 masası var en fazla (temsili foto); ama menüsü zengin, yemekler çok lezzetli, şarap güzel, fiyat uygun. daha ne?

Gloria Füniküleri, Miradouro de São Pedro de Alcantara, Bairro Alto ve Brasileria

Yemekten sonra yeniden yürüyüş, bu sefer Baixa / Chiado istikametine. Bir diğer meşhur pastane olan Brasileria'nın önünden geçip sahile indik. Plaça do Comercio'ya kermes kurulmuş, uğultulu bir müzik var. Ona aldırmadan deniz kenarına yürüdük. Ufukta çakma Manhattan Köprüsü, ışıklandırılınca Boğaziçi'ne dönüşmüş, biz de sanki Arnavutköy sahildeyiz gibi oldu bi an. Güzel de oldu. Sokaklarda volta ata ata döndük otele. Ginjinha denen vişne likörü pek meşhur, shot halde ikram eden mekanlar var bolca. Geceye başlarken ağız tatlandırıp devam etmek için ideal; ama biz denemedik, şarap vurgunuyduk.

İkinci gün, yani dönüş günümüz, müze günü. Sabah metroya atlayıp Calouste Gulbenkian Müzesi'ne gittik. Türkiye'den göç etmiş, ikinci kuşak br petrol zenginiymiş Gulbenkian. Sanat ve tarih koleksiyonerliği öyle bir boyuta ulaşmış ki sonunda müze açmış. Dünyanın en büyük kişisel koleksiyonlarından. İran halılarından İznik çinilerine, Rubens'ten Turner'a bir sürü eser var. Tüm bunların içinde, René Lalique tasarımı, art nouveau takılar bambaşkaydı. Özellikle de yaka iğnesi olan meşhur Dragonfly Lady. Müze turunu restoranındaki öğle yemeğiyle taçlandırıp Parque Eduardo üzerinden sahile indik ve tramvaya atladık: İstikamet Belém.

Jéronimos Manastırı'nın dışı, içi ve kilisesinin azıcığı.






Belém de yapacak çok şey var; ama kesinlikle öncelik, Vasco de Gama'nın keşiflerini taçlandırmak için yapılmış muazzam Jerónimos Manastırı'nın. Manastıra doğru yürürken onlarca polis, kamera dikkatimizi çekti; ama üstünde durmadık. Avluyu dolaşırken, beyazlar içinde, yüze yakın rahip ve rahip adayı olduğu belli heyecanlı gençler görünce de niyeyse normal geldi. Bu arada avluda da bir ekran kurulu. Tam manastırın meşhur kilisesine doğru yöneldik ki tüm girişleri izciler tutmuş, sokmuyolar. "hayırdır, olay ne?" dedim tüm turistliğimle. beni baştan aşağı süzüp "olay? hiiiiç, Portekiz'in yeni kardinali bugün göreve başlıyor da!" dedi. Onca pazar günü içinden, bu pazara denk getirmişiz; yani kilise büyük tören için kapalı. Neyse, şansımıza küsüp çıkarken bir baktık, ayine halk da girebiliyor, kapıları açmışlar. Yeni kardinalin fotoğrafının olduğu bir kartpostalı elimize tutuşturdular ve öylece içeri girdik, maksat bir göz atmak. Kalabalık çok artıyordu, sonra istesek de çıkamayız diye çekinip yol yakınken geri dönüp çıktık. Bir sürü yaşlı kadın ve erkek hevesle kardinali görmek için bekliyordu, çok enteresan geliyor bana şu ruhban işi. neyse.

Keşifler Anıtı ve Belém Kulesi

Belém, pastel de nata'sı ile meşhur. Manastırlar bolca yumurta üretirmiş orta çağda, yumurtanın akını kumaş kolalama ve porto yapımında kullanırlarmış, kalan sarılardan da bu tatlı üretilmiş. Ülkedeki tatlı çeşitliliği de bu gelenekten geliyor. Yani "pastel de nata" aslında "pastel de Belém" denebilir. En meşhur mekan da Casa Pastéis de Belém. Burada yemeden olmazdı; ama işte sıcak. Pastanenin yanından geçip devam ettik. Manastırdan sonra Belém Kalesi'ne yönlendik. Sahilde karşınıza Keşifler Anıtı çıkıyor; dev bir gemiye kaptanlık eden Vasco de Gama. Anıtın içinde bir de ufak sergi vardı. Çok oyalanmadan Belém Kulesi'ne gittik. Kule ufak; ama gezmesi zevkli. Eski bir tarihi var, katlar arası ilerledikçe manzara güzelleşiyor. Kız Kulesi'ne iç güveysi alabiliriz.

ve kapanış: kavun suyunda çilekli dondurma iyi bi fikir ve pastel de nata ve porto.
Tur tamamlanınca uzun uzun tramvay bekleyip yeniden Plaça do Comerçio'ya döndük. İlk bulduğumuz yere girip biraz serinledik, Ministerium diye tatlı bi caféydi. Sonrası bavulları sırtlanıp havaalanı, rötarlı uçak ve nihayet Londra. Duty Free'den ne alalım derseniz, biz bir şişe porto, bir de bir şişe ginjinha ve ona özel üretilen, çikolatan yapılmış shot bardaklarından aldık. likörlü çikolata gibi bir kombinasyon oluyor ki o da gayet mutlu bir şey zaten.

Hamiş: Portekiz güzel. Gidebilen gidip doya doya gezsin.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker