19 Mayıs 2013 Pazar

Londra hediyelikleri

Hadi bu da pazar yazısı olsun.

Londra'dan ne hediyelik eşya alınır? sonsuz seçenek var tabii, ona şüphe yok. Yine de ben bi liste yaptım, daha çok boğazına düşkün olanlar için. Ufak tefek hediyelikleri aldıktan sonra kendine/ özel kişilere üzerinde LONDRA yazmayan; ama buraya ait olan bir şeyler arayanlara. Ben tatillerden dönüşte anı olarak kartpostal ve yerel bir şey varsa gıda- içecek almayı seviyorum. Bir kere o aşırı turistik, biblo vb ıvır zıvır bir süre sonra sadece kalabalık yapıyor (magnet vs hariç), zaten evin dekorasyonunda da yeri pek olamıyor. bu tür yiyecek- içecekse tatilin tadını taşımak gibi, yiyip içip geçirdiğiniz güzel zamanları hatırlıyorsunuz.

1) Pimm's: ingiltere'den içki düşünülünce akla viski geliyor doğal olarak; ama pimm's de bir o kadar ingiliz bence. koy limonatanı, at içine çilek, salatalık, portakal dilimlerini, bi yaprak da taze fesleğen, mis gibi. yaz = pimm's. Alkol oranı da çok yüksek değil. bu ara "blackberry & elderflower" aromalı bir özel seri yapmış canımız pimm's. klasiğin yeri ayrı olsa da, bu da pek özel, pek güzel. marketlerde var, duty free'den emin değilim. viski çok sert gelenlere, hafif şeyler içmek isteyenlere, sangriayla uğraşmaya üşenenlere: pimm's.

2)  Taze kavrulmuş kahve: bu iş ciddi. ingilizler yüzyıllardır doğru düzgün yüzüne bakmadıkları kahveyle kafayı bozmuş durumdalar. butik caféler filan çok, herkes laborant titizliğiyle çalışan baristalara baş aşçı gibi bakıyor. daha güzeli: burada kahveci de çok. Kendi kavurduğu kahveyi satanlar arasında Allpress Espresso, Union coffee, Climpson&Sons, Nude, Volcano, Square Mile, Ozone gibi markalar var. Bazılarını marketlerde de bulabilirsiniz. Kahvenin hangi kıtadan olacağını siz seçin; afrika, asya, latin amerika. Starbucks paketlerine benzemiyor. Taze kavrulmuş kahvenizi alın, memlekete dönünce güzel güzel için.

3) Çay: tabii esas mesele çay. herhangi bir marketten de onlarca güzel çay bulabilirsiniz, duty free deseniz, desen desen kutularda var. yine de bence Twining's'in kendi mağazası en güzeli. 300 yıldır aynı yerde bir kere. Hani lokumu da her yerden alabilirsiniz; ama ali muhittin hacı bekir başkadır ya, o hesap. Ayrıca marketlere vermedikleri onlarca çeşit çay sadece bu dükkanda var (vanilya çayı dahil). İster poşette alın, ister deneyip yaprak alın, size kalmış. Şık teneke kutular, kendi yapacağınız seçkiyle doldurmak için ahşap kutular var, çeşit zaten bol. Arkada bi yerde kahve de var, türk kahvesi de yapıyolar hatta. türkiye'deki kahvenin 4. sınıf brezilya kahvesi olduğunu okuduğumdan beri oraya gidip iyi bir kahveyi türk kahvesi ayarında çektirmeyi planlıyorum, bakalım. gidin, elinizi kolunuzu doldurup bi rahatlayın.

4) Bira: evet, London Pride pek güzide ve yerli bir lezzet; ama diğerlerini de deneyin. Mesela Camden Town Brewery, London Fields Brewery gibi üreticileri. Karar veremezseniz alın iki şişe lager, birini için, birini bavula gizleyin.

5) Kumaş: Bu daha çok kadınlara. Liberty'ye gidin, istediğiniz kumaştan birkaç metre alın. Dönünce yastık kılıfı, bez çanta vs yapabilirsiniz, hem böylece hep gözünüzün önünde olur. Taşıması kolay, deseni güzel, adı da Liberty. Daha n'ossun.

6) Reçel ve Bal: bu eski ama yeni takıntım. Fortnum & Mason, kraliyet ailesinin alışveriş yaptığı tek department store, müze gibi de gezebilirsiniz. Sonsuz bir reçel- bal rafı var. Konyaklı vişne reçeli, şampanyalı çilek reçeli gibi alkollülerin yanında assam çaylı portakal reçeli filan da var. Bal deseniz, memleketin dört bir köşesinden süzme, petekli, krem her tür bal gelmiş. Fiyatlar makul; 3 değil 4 veriyorsunuz en fazla. Anne baba sevindiren cinsten.

7) Baharat: yedi düvelin baharatının en güzellerini bulabilirsiniz. Hele böyle hint / uzakdoğu mutfağına meraklı olanlar varsa, onlar için cennetlik. Baharat diyorsam, kuru çiçek, mantar, tohum, kök, toz vs her şey. Bence yemeklik lavanta alabilirsiniz mesela; çünkü en iyi lavanta ingiliz malı. Şurda birkaç adres var, genelde de turistik bir gezinin güzergahı üzerindeler.  Haritada işaretleyin, gelmişken bir uğrayın. daha çok yer vardır elbet de aramak lazım.

8) M&S Simply Food: Marks & Spencer'ın gıda marketi. Soğanlı chutneydir, kızılcık sosudur, artık aklınızda ne varsa denemelik, makul fiyata alın. aklınızda bir şey yoksa bile mutlaka bi girin bence.

9) Şemsiye: Müzelerden alabilirsiniz, tate veya V&A bu konuda iyi. En meşhur markalar James Smith ve Fulton's da evladiyelik yatırım için. İngiltere'den alabileceğiniz en iyi şey şemsiye; hem hafif hem de sağlam. Çeşit ve ebat bol, malzeme iyi, ayrıntılar güzel. O katlanabilir, pratik ama uyduruk şeylerden kurtulmak için fırsat. Aynı şekilde yağmurluk veya balıkçı çizmesi filan da alınabilir. bir kere alın, tam alın, evladiyelik olsun.

*

böyle bir şeyler. Umarım yolunuz düşer, işinize yarar. 10. madde yok, önerisi olan varsa diye onu size bıraktım.

14 Mayıs 2013 Salı

gündemlemeler

Ben eskiden hararetle, gündemle ilgili şeyler yazardım. Artık olmuyor bir şekilde, ben kurudum galiba. bir de gündem öyle bir halde ki sahiden beni aşıyor. Reyhanlı'daki bombalı saldırı mesela. Resmi sayı 50. 177 diyen de var, 300 de. Ben on defa sağlaması alınmamış kaynağı okumuyorum, insanlar paramparça olmuş cesetler eşliğinde spor toto oynar gibi bu sayıları paylaşıyor. Garip bir fetiş hali: sanki sayı yükseldikçe veya daha yüksek bir sayıyı ilk o paylaştıkça kendi puan kazanıyormuş gibi. Sanki ölüm yetmez, fotoğraf lazım; ölü insan fotoğrafı yetmez, kopuk uzuv lazım; kopuk uzuv yetmez, bir de çocuk lazım. böyle böyle giderek artan, vahşileşen bir hal. Evet, bunlar Reyhanlı'da zaten oluyor; ama işte bunlar Reyhanlı'da oluyor - televizyonda, bilgisayar oyununda değil. göre göre alışacak, "ayy ali veli çok daha bi fotoğraf koymuştu, gördün mü?" geyiği yapılacak şey değil. Ayrıca o kadar insan parçalanmadan, ne bileyim huzurlu bir uykuda öldürülmüş olsaydı da öldükleri gerçeği değişmeyecekti. Gaz odasında ölüm mesela, daha az korkunç değil.

Neyse, dağıldım. Basın yasağı malum. sağlamasız kaynak okumamaya çalışıyorum; ama hepsinden öte benim diyecek bir lafım yok. Uzman olmayışımı geçtim, takip edemiyorum. Sahiden: ben bu kadarını bilmiyorum, anlamıyorum. Fikir yürütebilecek durumda değilim. Tek bildiğim, öldüler. Ölüverdiler. Bir ihtimal barış derken, gidiverdiler. Reel politik falları tutuldukça dikkatim dağılıyor. Bu ülkenin yıllardır doğru düzgün bir mülteci politikası yok, UNHCR'ın sözleşmesini imzalamamakta inatla direniyor. Çaresizlikten kendini Ankara'daki UNHCR merkezinin önünde yakan mülteciler oldu bi 10 yıl önce, durum aynı. Sınırı açıyorsun, kucağında bebeğiyle kadınlar, aile geçindirme derdindeki adamlar kaçıp kurtulsun diye. Bundan açar bir ülke sınırını; bir iç savaşın içine çekilmek için, kendi politikalarına alet etmek için, ölenleri zaiyat saymak için değil. İnsan hayatına kıymet verdiği için mülteci kampı kurar bir ülke; insan hayatını kuru çöp gibi yakıp atmak için değil. Neyi niye yaptığımız belirsiz (veya o kadar belli ki insan bilmek istemiyor), insanların kanı yerde, ulusal yas bile ilan edilmeden bekliyoruz. Bana da en çok bu koyuyor. Şekilci deyin isterseniz, ama bu kadarı sahiden sinirime dokunuyor.

Londra'da yaşıyorum bir seneden fazladır. İnsan kıyaslıyor ister istemez. 2005'te burada değildim; o metro ve otobüs saldırısı olduğunda. 7/7 saldırıları. 30 numaralı otobüste patlamış bomba; benim arada bindiğim bir otobüs. Çift katlı otobüsün üst katı uçmuş gitmiş. 52 kişi ölmüştü. Bi tanesi de benim yaşımda, genç bir kadın mesela. Bu olayda İngiltere'nin ulusal yas ilan etmemesi ihtimalini düşünüyorum; ama yok, olmuyor. Öyle bir ihtimali geçtim, bu yas ilanı birkaç saat gecikse olay çıkar. Her bir savaşta ölen her bir kişi için memleketi olan köyde küçük veya büyük bir anıt dikecek kadar ölüsünü bilen, sahip çıkan bir ülke burası. Evet, sömürgeci, evet sömürücü; ama şu bir gerçek: öleni sayı değil, isim olarak hatırlıyor. Siz, rica ederim, Çankırı'nın X ilçesinde veya İstanbul'un Y mahallesinde "1. dünya savaşı'nda bizim için ölen şehitlerimiz" diye isim listeli bir anıt gördünüz mü? Savaşı, ölümü yüceltmek için değil bu sorum. Niye göremiyoruz? Kayıt yok genelde zaten. İsim yok, sayı var. Ben burda her bir mahallede, her bir köyde görüyorum. Kraliyet Botanik Bahçesi'nde bile "savaşta ölen çalışanlarımız" anıtı var, 6-7 isimlik. Belki klişe, belki öylesine, belki şekilci; ama var. Ölünün adı var en azından. Ölünün adı olunca, yanına yaşını yazınca, sıkıysa yasını tutma. Öyle kanlı görüntü paylaşmaya, açık artırmaya gerek yok. 18 yaşında ölen William'ı bir kere okuyorsun ve ona için yanıyor.  Ki bak ben burada asker ölümünden bahsediyorum, bir gündüz vakti bombalı saldırıyla ölüveren sivillerden değil.

Tüm o fotoğraflar  ve sayılar arasında, kimse de çıkıp da "ulusal yas bile ilan etmiyorsan in o koltuktan" demiyor; çünkü öyle şeyler oluyor ki bu kısmına takılamıyoruz. Zaten takılsan gazı yersin, onu da biliyoruz. Beni bu  akılamadığımız noktalar hasta ediyor. Birikip birikip ciğerime çöküyor. Sürekli beterin beteri var. Sürekli daha kötüsü geliyor. Acı, gam, keder yaşanır elbet; ama bunu böylesine adi, böylesine yüzsüz, böylesine ucuz bir şekilde yaşamak yakışmıyor. Üzülmeyi bile beceremeyişimiz herhalde dibe vuruşun işareti. Bilmiyorum. Fazla romantiğim belki de. Bütün hükümet üyeleri botoks yaptırmış gibi, suratlarında mimik yok, his yok. Ben onlara bakınca bir şey düşünemiyorum, beynim duruyor ve sadece midem bulanıyor. Tiksinti, nefretten çok farklı bir şey; nefret daha mantıklı, düşünce içeriyor filan. Tiksinti daha fiziksel. Bunca insan aynı anda bu kadar duyguyla boğuşurken, bu kadar hissiz, bu kadar ütülü olmaları asabımı bozuyor. Dağılsınlar istiyorum; sesleri çatallaşsın, dudaklarını ısırsınlar, dilleri tutulsun, utançla başlarını eğsinler bir an için, bir insanlık emaresi göstersinler de delirmeyelim. "Olan olmuştur, ölen ölmüştür, yapılması gerekenler yapılacaktır" misali, sanki kullanma talimatı okur gibi cümleler savurmasınlar. Politikacıdan duygusallık beklemek de değil tam, o "burnunu gömleğine silerek gizlice ağlarmış gibi yapan kravatlı adam" popülizm de midemi bulandırıyor.

Bari insanların öldüğünü kabul etsinler. Böylesine "kimse ölmemiş gibi yapma" hali hasta edici. Elime afiş alıp ÖLDÜLER diye bağırmak istiyorum. "50 canımız hakkın rahmetine kavuşurken sevenlerine sabır" filan falan değil, laf kalabalığı değil: öldüler ve ölünün yası tutulur. Yas tutarsın, yas evi olursun, yasını yaşarsın. ister tek hane, ister tüm ülke. yedisi çıkar, kırkı çıkar. bakarsın ki günler hala geçiyor, bir şekilde. yasını bile tutmuyorsan eğer, o iş baştan kokmuş.O yüzden galiba, daha işin bu ABC kısmı bile olamayınca, ben haber filan takip etmiyorum. Zaten haber de yok ortada ya neyse.

*

Bunun dışında: İstanbul Üniversitesi'ne bağlı bir botanik bahçesi var, Türkiye'de uluslararası standartlara sahip, kayıtlı iki botanik bahçesinden biri. Türkiye'deki endemik tür sayısının Avrupa toplamından fazla olduğu gerçeğini hatırlarsak, bu kadar az botani araştırması aslında utanç verici. Neyse, milli parklara HES yaptığımız için, kusurumuz bahçe olsun diyeceğim; ama konu yine "daha beteri olduğu için takılamadığımız şeyler"e dönüyor. Bahçeden devam: 1935 yılında, Alfred Heilbronn tarafından kurulmuş. Heilbronn  botani profesörü olarak Türkiye'ye davet edilen ve böylece Nazi Almanya'sından kaçan bir bilim adamı; hatta ordinaryüs profesör. İşte bu bahçe tehlike altında. Diyanet İşleri bahçenin olduğu arsaya talip olmuş, rektörlük de sıcak bakıyormuş. al takke ver külah, arazi tahsisi için bahçe taşınacakmış. bahçenin sökülmesiyle taşınması arasında fark yok; botanik bahçesi taşımak çok zor ve bol zaiyatlı bir iş. Umarım olmaz. Umarım her yıl binlerce öğrencinin araştırma yaptığı bir bahçe sırf "ama manzaralı" diye öldürülmez. Evet biliyorum, İstanbul'da 2,5 milyon ağaç taşımayı planlayanlar da var; ama daha beteri olduğu halde buna takılma hakkımı kullanıyorum izninizle.

Bir diğeri de yılan hikayesine dönen Yenikapı kazıları. İş makinesiyle girmişler kazı alanına. 8500 yıllık mezar var. Neolitik devre ait ayak izi filan var. mühim değil. Kazının sonlarına gelinmiş, en alt tabakaya, neolitik döneme ait tabakaya gelinmiş. Üstlenici firma bunca masraf ve vakit kaybından sıkılıp "yeter be" demiş, diyebiliyor, der. Çanak çömlek patlar. Arkeologlarsa "burası dünya bilim otoriteleri tarafından yüzyılın en önemli arkeolojik kazılarından biri sayılıyor" gibi cümlelerle, akılla, mantıkla dert anlatmaya çalışıyor. Daha önce de dedim: delirmeyeceğinizden emin olmanın verdiği bir cüret bu. O inşaat şirketi o kadar emin ki bir arkeologun kürekle kafalarını patlatmayacağına.

Efendim bunca gecikir miymiş bir metro inşaatı, kalkınmamızın önündeki, medeniyetin önündeki engel neymiş böyle? Bir şehre metro sistemini nüfusu 1 milyon ulaşınca yaparlar genelde, 10 milyon değil. onu da geçtim, Roma metrosuna baksınlar bakalım, kaç yılda tamamlanmış diye. Hoş, Roma'nın nüfusu bugün 2,7 milyon ve ilk metro hattı 1955'te tamamlandı (başlangıçtan 20 yıl sonra). Sadece İtalya değil, bizim gibi yerden tarih fışkıran ülkelerden Yunanistan, Meksika ve daha birçok ülke yaşıyor bunu. Ha tabii metro inşaatına "çanak çömlek" için ara vermeyenler de oluyor; mesela 1930larda Mussolini vermemiş, hatta Colesseum'a bile ucundan kepçe vurulmuş. Oluyor yani, olmuyor değil. Malum Mussolini de yeni bir imparatorluk yaratma, Roma'yı eski parlak günlerine kavuşturma derdindeydi ve bu uğurda tarihin yağmalanmasını sadece yan hasar görüyordu. Halet-i ruhiyesi tanıdık geldi di mi? Bugün Roma'da metro kazıları sürüyor, şehir planlamacılar ve arkeologlar her gün didişse de tarihin önceliği tartışılmıyor. Mevcut metro inşaatı Roma şehir merkezinde olduğu için, esas "çılgın proje" bu aslında. 2007'deki habere göre bir mil metro hattının toplam maliyeti 375 milyon dolarmış; elle yapılan arkeolojik kazılar ana sebep. 2015'te bitecekmiş. Özetle: söz konusu metro olduğunda "ne gerekiyorsa onu yapmak" ile "işine ne geliyorsa onu yapmak" arasındaki devasa farka Mussolini deniyor İtalya'da. Yerseniz, durum biraz bu.

*

çok uzun oldu. içim şişti. aslında tek derdim ay sonunda kardeşime nihayet kavuşmak ve bitmeyen yağmurlardan kaçıp güneşli - denizli tatil yapmak. haziran'da lyon, temmuz'da algarve & lizbon, ağustos'ta bodrum. daha n'olsun.

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Swanage: Dorset siftahı

Efendim, nihayet: Dorset sahilleri. Geçen yıldan beri plan yapıp, şu hava durumu yüzünden ertelenip duran Dorset. Anca yazıyorum, evet. 95 millik, uzun bi sahil olduğu için, neresine gidelim, nereyi seçelim kısmı biraz zaman aldı. jurassic coast'a adını veren "jurassic" kısımlar ağırlıklı olarak batıda; fosiller kadar, jeolojik sürprizler, mağaralar filan da mevcut. Aslında çoğunluk arabayla geziyor bu sahili. Otobüs hattı var; ama saatte bir filan olduğu için çok esnek değil. Biz arabasızlık ve trenle gidiş sebebiyle Weymouth veya Swanage diyorduk, sonra Swanage dedik. bence iyi de oldu.

Editos: yazmayı unutmuşum: Dorset, Enid Blyton'la anılıyor. "Afacan Beşler" maceralarını Studland'de yazmış mesela. Biricik "Gizli Ada"yı da yine Swanage yakınlarında yazmış. Canım Enid, doğru seçim.

otelden şehr-i Swanage manzarası.
Trenimiz yol çalışması sebebiyle Poole'a kadardı, oradan 1 saatte Swanage'a gittik. Otelimiz orta çağ kalesini andıran, heybetli bir binaydı. Meğer zaten "King of Swanage" diye anılan egzantrik bir adam için, 1875'te tasarlanmış. Niyeyse İskoç tarzı bi de. Aslında ilk gün planımız, otobüsle Durdle Door'a gitmekti; ama 3,5 saat yolculuğun üstüne birer saat gidiş geliş otobüs turu yapmak ve otobüs saatleri yüzünden sadece 1 saat gezebilmek çok saçma geldi ve iptal ettik. Onun yerine 3. günün yarım günlük planına el attık: Old Harry Rocks ve Studland turu. iyi ki öyle de yapmışız; çünkü 3. gün old harry rocks üstüne öyle bir sis çöktü ki saatlerce dağılmadı.

Old Harry Rocks

Mataraya su doldurup, saat 14:30 gibi yola çıktık. Yürüyüşü sadece Coastal Path tabelalarını izleyerek sorunsuzca bitirmek mümkün; ama ben elimde harita olmasını, nerden nereye geldik, nasıl geldik izlemeyi seviyorum. Google maps aynı şey değil, hem dağın tepesinde telefon da çekmiyor bazen. Bunun için de ideali yürüyüş haritalarının çıktısını almak; internette çok daha fazla bilgi var. Biz şurdakini kullandık. Dönüşte yorgunlukla otobüse binmeye karar verdik. Otobüs terminalinden verdikleri çizelge broşürü 10 dakikada bir otobüs gösteriyodu; ama meğer saatte birmiş! Neyse, uslu uslu bekleyip, saat 8'e doğru otele döndük.


İkinci gün; büyük tur günü - 21 km.  Bu sefer aksi yöne yürüyüp, St.Aldhelm's Head'den döneceğiz. Otobüslere yeniden baktık ve ola ki dönüş yolunda yorulursak, Worth Matravers - Swanage otobüsünün pazar günü çalışmadığını, yani son 2-3 km'ye kadar otobüs olmadığını gördük. Sabah 9:30 gibi yola çıktık, otobüssüz döndüğümüzde tam 17:30'du, yani 8 saatlik yürüyüş. Bu arada, "full english breakfast" sahiden bu tür yürüyüşler için depo fullemek gibi bir şey. Yedikten sonra nefes alamaz oluyorum ama tüm gün idare ediyor, akşam yemeğine kadar sadece bi muz yedik ve toplamda sadece 35-40 dakika mola verdik.

Ekran görüntülerini elcağızımla birleştirip paint sanatıyla bu şaheseri hazırladım.
Hava güneşli, arada rüzgar, mis gibiydi. Rotamız Durlston Head'le başladı. Swanage'dan bir saatlik yürüyüş mesafesinde bir ufak kale ve onun çevresi. Yollar yine tabelalarla güzelce işaretlenmiş, ayrıca adım başı manzaraya nazır bank vardı. Bank sanatından iyi anlıyorlar, o bir gerçek. Bazı banklar güney kampüs bebek yokuştaki bankın aynısıydı. Neyse, Durslton Castle'a vardık. Bölge Jurassic Coast olduğu için girişinde jeolojik zamanları, dinazorları anlatan büyük taşlar vardı. İçeride de çocuklar için, hem yine bu zamansal gelişimi hem de bölgeyi anlatan inceleme ve oyun köşesi vardı ki bence çok güzel hazırlanmış. Ayrıca hediyelik eşya vs de vardı.

Durlston Head yolu ve kalecik

Kale ufak, en uç kısmı güzel bir restoran olmuş. biz sahil yoluna inip yürüyüşe devam ettik, esas yolun başlangıcı. Yolun başında yunus ve kuşlar hakkında bilgi panoları vardı. tam "büyük tur" için yola çıkmadan önce, orada görebileceğiniz göçmen kuşları, bölgede yaşayan martı çeşitlerini ve şanslıysanız, yunus türlerini anlatıyor. Çok basit; ama hem güzel çizimli, hem de bilgilendirici. Böyle şeylere çok takılıyorum, "hmm aferin adamlara" filan diyorum; ama sahiden istanbul'da şu panolardan olmamasını açıklayamıyorum. dağın başında, o kuşun da yunusun da bulunduğu bir şehirden gelenler olarak, o dağı kıskanmak üzücü işte.

Coastal Path boyunca birtakım manzaralar

Yürüyüş duraklarından sırayla gidecek olursak: minik bi deniz feneri'ne uğradıktan sonra, bol manzaralı devam ettik. 5. km civarında Dancing Ledges denen düzlük göründü. Bol yosunlu ve dalgalı; ama yine de gençler ve ruhu gençler toplanmış, yüzmüyorsa bile güneşleniyordu. bu arada biz böyle uçurum yamacında yürürken, aşağıda o yamaca tırmanan dağcılar, denizde akıntıya karşı kürek çeken kanocular ve bolca yelkenli vardı. az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik. özetle bu. Dönüşte Purbeck'in meşhur dondurması için bi mola verdik. Güneş altında yürümekten midir bilmem, çok iyi geldi. Langton'a kadar fena gitmedik; ama son 1 saat sahiden yorucu geçti. İnsan niyeyse 7 saat yürüdükten sonra son bir saati yürümemeyi kendine yakıştıramıyor; oysa otobüsle 10-15 dakika.

Otelde fark ettik ki dondurmanın o kadar ferahlatması boşa değil, yüzlerimiz kıpkırmızı, bir de güzel gözlük izi! güneş kremi sürmediğim ender zamanlardan; ama o da ingiliz güneşini ciddiye almadığımdandı. Neyse, sevimli karidesler olarak şehre inip yemek yedik.

3. gün dönüş günümüzdü. Ben önce 3-4 aspirini ezip, el kremiyle karıştırıp yanık kremi yaptım; uydurmasyon olsa da bu tür kremsiz durumlar için öneri olarak okumuştum bi yerde, işe de yaradı biraz. şehir turuna çıktık, sahile indik ve sis! ben böyle garip sis görmedim. bir bulut, koyun bir ucundan diğer ucuna yer değiştirip durdu; ama bu arada gök masmavi, açıktı. garip, çok garip blog.

Swanage'ın gecesi, graffitisi, müzisyenleri ve tabii ki martıları.

Neyse, bu arada sular çekildi, martılar uçuştu ve derken sokak müzisyenleri geldi. Omzunda papağanıyla akordeon çalan genç kız pek bi tatlıydı ve çocuklar arasında pek sükse yaptı. Sonrası otobüs bekleme işkencesi, tren kaçırma ve bi sonraki trene bizi almayı kabul eden kondüktör tatlılığı.

Eveeat bu kadar. Dorset'in siftahı bizden, bereketi allahtan, pek sevdim ben.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker