30 Ağustos 2013 Cuma

Alkım

Buraya kırk yılda bir, o da seyahat notu tutmak için yazınca haymana pancar geziyomuşum gibi oluyor. yani evet, tatiller biraz uzun sahiden; ama sebebi ingilizler. yıllık tatil 5 hafta. bunu duyunca "aa ooo vuuu" diyor insan; ama Türkiye'deki bayram tatilleri burada yok ki onlar da çekiştirerek uzatarak birer hafta eder. yani 2 hafta bayram + 12 gün resmi izin, yaklaşık aynı hesap oluyor. aman neyse. yok aslında pek bir farkımız, demek istediğim o.

Cihangir - Fındıklı arasındaki merdivenler gökkuşağı renklerine boyanmıştı birkaç gün önce. Boya firması virali veya LGBT derneği işi olsa belki anlaşılırdı da hayır, esnaf boyamıştı. 64 yaşında bir amcanın "güzelleştirelim buraları" demesi, kıymetlidir. Elinde bir fidan olsa ölmeden önce diker onu, öyle biri işte, belli. Daha da kıymetlisi, diğer esnafın, gençlerin destek vermesi. hiçbir şey olmasa, 2-3 günlük çalışmayla onların hayatlarında açılan bir pencere, bize gururla gösterdikleri bir imece eser. incelik bunlar, güzel şey.  Bana zaten merdiven boyayan amca, kapı önüne tebeşirle resim çizen çocuk filan verin, içimde Björk'ün "Oh, So Quiet"ı çalmaya başlar, şemsiyemle sokaklara dökülürüm. Nedir, sabaha karşı belediye boyamış koşa koşa. Tabii ki griye, hep griye. Klein mavisi gibi, Misbah grisi.  Misbah değilmiş, Topbaş grisi. Fark yok. Jelatin hanımcığım "uçurtmayı vurmasınlar"ı hatırlattı, öyle bir his işte. Buralara gök, renk ve nefes yasak. nefes mühim şey oysa.

Ben o merdivenleri görünce aklıma ilk Holi Festivali geldi, LGBT aktivistleri alınmasın. Holi'yle Hollanda'da tanıştım. Genelde çok sessiz sakin insanlar olan Hindu arkadaşlarımın gözleri parlayarak "haftaya Holi kutluyoruz, gelir misin?" diye soruşuyla. Zaten 72 milletten insanız, "bizde adettir, duvara bakarız" deseler bakacağım, öyle bir hal. "Peki" dedim, tam ne olduğunu bilmeden; ama bilmem gerektiğini hissederek. Boya almak için azıcık para toplandı aramızda, koşarak kendi pazarlarına gittiler. Uzun uzun anlattılar, şehirlerde günlerce süren boya savaşlarını; kuru boyaları, sulu boyaları, boyalı su dolu balonları, renk renk sokakları. Holi bir bahar festivali, Newroz gibi, Hıdırellez gibi, Paskalya gibi. Doğanın uyanışını en doğru şekilde, renklerle kutluyorlar. Dedim ya, genelde ciddi, pek bir bürokrat (çoğu devlet bursuyla gelmiş bürokrattı sahiden) ve yetişkin insanlardı okuldaki Hindular. Holi yaklaşırken resmen gözlerinin içi parlıyordu, muzır gülüşler.

O gün geldi. Yurdun alt katındaki salon bize ayrıldı; ama sığmadık, sokağa taştık. bir kenara tabak tabak boya yığılmıştı, sağlığa uygun, toz, özel Holi boyaları; kendinden parfümlü üstelik. "Happy Holiii!" diyerek boyalarla etrafa saldırdık. Başta su savaşı, yumurta savaşı gibiydi halimiz. Hindu arkadaşlar uyardı: "öyle değil, bu silah değil; bu bir ödül". Boyadan kaçsan da aslında boyanmak için kaçıyorsun, bu bir oyun. Boyarken derdin puan kazanmak veya yenmek değil, daha ziyade renk vaftizi. Anlatması zor. Avcun boya dolu, arkadaşının yanaklarını okşuyorsun; o da renge bulansın, iyice doysun, renksiz yanı kalmasın diye. Bahar bulaşsın her yerine. Günün sonunda, saç diplerime kadar mavi - yeşil - kırmızıydım, kulağımdan sarı, burnumdan pembe çıkıyordu. O pek ciddi ve "gri" görünen arkadaşlarım, "hadi görüşürüz, ben gidiyorum artık" dediğim an 5 koldan birden son bir saldırıyla boyamışlardı beni. Sonra bir duş, duşta renk renk sular, tertemizlik. Renklerin şifalı olduğunu ben o gün öğrendim.

*

Boğaziçi'nin güney yokuşunda bir ara dev reklam panoları belirmişti. Devlet üniversitesinde başa gelen her yeni rektörün parasızlıktan ne yapacağını şaşırdığı o ilk dönemlerin eseri olarak, özel sektörden reklam parası kazanacaktı okul, pek lazımdı. Bilenler bilir, o yokuşun kaldırımı daracıktır, bir yanı yol, bir yanı da Bebek'e doğru yuvarlanmanıza yol açacak bir yamaçtır. Dar kaldırımlara panolar dizilince öğrenciler yoldan yürümeye başladı. görme engelliler için iyice zorluk oldu iki adımda bir beliren panolar. Neyse, sevilmedi bu çirkinlik, alışılmadı da. Kimse istemiyordu okulun en güzel yolunu panolara bırakmayı. Derken, Karahisar Anarşistleri diye ufak bir grup duruma el attı. reklam panolarına kırmızı boyalar attılar, kan kırmızısı. "sermayenin elleri kanlı!" demek için yaptılar bunu. Bu kadar mı korkunç görünür, sanki sahiden panodan yokuş boyunca kan akıyordu. Önce bir temizleme girişimi, başa çıkılamayınca kaldırıldı o kazulet reklam panoları. Gittiler. O güzelim yokuşun kaldırımlarını boyalarla geri kazandık.

*

Bir gazete haberi vardı, sıkça aklıma gelir. Gugıl bulamadı niyeyse. Neyse, haber şu: 12 Eylül işkencelerinde mahkumlara defalarca dinletilen "bir başkadır benim memleketim" şarkısının tüm haklarını bir işkence mağduru satın almış. Dev editos: tabii bulamam gugılda, yanlış şarkı çünkü! iyi ki yorum geldi de düzeltiyorum: doğrusu "Türkiyem". O ay-yıldızlı elbiseyi filan nasıl unuttum da karıştırdım, bilmiyorum. Şarkı haklarını alan da Cem Yılmaz (hayır o değil). Haberi de buldum, burda. Almış ki öyle uluorta, aklına esen biri tarafından çalınmasın, ilk notasını duyduğu an o karanlığına savrulup travma yaşayan yoldaşları (ve kendisi) artık acı çekmesin. birileri bu şarkının bir işkence aleti olduğunu artık fark etsin. onca marş vs dururken, en çok bu şarkı yormuş onu. bu şarkının insanlara neler ettiğini bilmeden, önemli gün ve haftalarda, genç yaşlı bir sürü insan tarafından "lay lay lay lay lalalalayy la-la-laayy" tabii bu kısım da "türkiyeeem türkiyeeem cennetiiiim" olacak diye sallana sallana söylenmesi canına tak etmiş. "hiç duyulmasın" diye alıp sessizliğe hapsetmiş bu suç aletini.

*
Bunları böyle peş peşe yazdım, aynen bu sırayla aklıma geldikleri için. renklerden bahar da yaratabilirsiniz, isyan veya otorite de. müzikten sevinç de yaratabilirsiniz, işkence veya kurtuluş da. günün sonunda, hepsi araç. niyetlerin aracı. 64 yaşındaki amcanın elindeki de boya fırçası, sabaha karşı merdivene giden zabıtanınki de, bir darbe zamanı afişe de çıkan gencinki de. Bize iyi niyetler, güzel bakmalar, iyiyi görmeler lazım; yoksa merdiven grisinden bi zarar gelmez. insanız nihayetinde, her şeye rağmen basamak kenarında büyüyen mine çiçeklerine sevinmeyi de biliriz. Sevgi Soysal kitapları alır okuruz, içimiz açılır. bunların hepsini yapabiliriz de işte, maksat niyet. hayatı güzelleştirme niyeti lazım, nasıl dar ederim çabası değil.

Şimdi o merdivenler yeniden boyanacakmış. El verip destek olanlar alınmasın; ama aynı şey değil. bu iş inat işi değil. ha bence merdiveni geçtim, belediyeyi renk renk boyamak lazım tepki gösterilecekse, o ayrı. yine de işte, kırmışsın daldaki çiçeği, bantlıyorsun. inadını gösteriyorsun da sorun çözülmüyor; adam griden vazgeçmeye niyetli değil, daha da silah belliyor kendine. bütün grilerin hakkını satın alıp dolaba kitleyemiyorsun.

içimi acıtan bir hunharlık bunların hepsi. sen griye sordun mu bakalım, "gökkuşağını seninle kapatacağım, gönlün var mı?" diye? sormadın. oysa sorsan, gri bile haddini bilir, kenara çekilirdi.

13 Ağustos 2013 Salı

bilet

Evde  bir köşede "en harika tatillerin seyahat rehberleri" duruyor. Dünyayı gezme hayallerimizin kitapları, en iyi yol arkadaşıma hediye seçmiştim. İşte biletim o rehberlerin gülü olan kitapçığın ülkesine. 2006'dan beri yegane hayalime. Adaşım olan bir küçük hanfendinin, canım arkadaşımın memleketine. Şu blogun kuşlarının anavatanına. Günlerce okuyup, özet çıkarıp yutmaya çalıştığım ayrıntıların diyarına.

Peru'ya gidiyoruz. Biletler alındı. Ekim ayında 2 hafta. Biletimiz var.
Peru.
Gitmek.
Biz.
2 ay sonra.

Bunlar dönüp duruyor kafamın içinde.
Heyecandan bir şeyler ıskalamaktan korkuyorum, öyle diyeyim halimi.
kuşlardan buyrun. gerisini siz düşünün.

9 Ağustos 2013 Cuma

Portekiz Günlüğü - 3: Lizbon veya buralar eskiden hep zenginlikti.

Efendiiiiim.... ve kapanış: Lizbon'da geçen son iki gün.

Öncelikle: çok sıcaktı. Sıcak hava dalgasına denk gelmişiz, hava gündüz 40 derece, gece de anca 30'a iniyordu. Çok sıcaktı yani, sıcaktı. Öyle böyle değil, fena sıcaktı. Haliyle çok yavaş ve bol molalı gezdik. Bulduğum her çeşmeye kafamı sokup, yetmeyince yarı-abdest yöntemiyle yıkanıp genellikle sırılsıklam gezdim. Yine de yetmedi.

Sintra'dan Lizbon'a gelince ilk iş otele yerleştik. Restauradores bölgesinde, merkezi bir yerde kalıyorduk; ama 4 yıldızlı olduğunu iddia eden otelin birkaç yıldızı kayıp düşmüştü sanırım, alakası yoktu. Neyse, zaten 2 gece.

Biraz dinlenip kendimize geldikten sonra, akşam yemeği için çıktık. Hedef bir fado evine gitmek. Rehberde önerilen, Praça do Comercio yakınlarındaki yere gittik; ama kapanmıştı. Hemen yanına başka bir yer açılmış. Saat 9 gibi, tam sahne önüne yerleştik. Öyle büyük bir fado hayranı değilim, yani kim olsa zevkle dinlerdim tahminen; ama güzeldi sahiden. Genç, erkek bir gitarist, orta yaşlı, erke bir udi ( aslı "guitarra portuguesa", udumsu bir şey) ve orta yaşlı bir kadın vokalist. arada udi beyfendi de şarkı söyledi. Şarkılar sırasında fısıltı yok, mutlak sessizlikte müzik var, birazcık da porto şarabı ve yemek. 2-3 şarkıda bir ara verildiğinde garsonlar koşturarak tabak değiştirme, sipariş alma işlerini hallediyor. Bir ara müzisyenler kendi CDlerini satmak için masa gezdiler, biz de hanfendininkini aldık. Adımıza imzaladı. Yol yorgunluğu veya sıcaktan eser kalmadı, mis gibi olduk. Biraz yürüyüş, geri dönüş.
ilk gece fadosu

Sabah önce arabayı teslim ettik; çünkü Lizbon ufak, yürümelik ve iyi bir ulaşım ağı olan bir şehir. Görülecek semtleri kabaca listelersem: İstanbul'un Tophane - Tarlabaşı civarına fazlasıyla benzeyen  (her yeri İstanbul'a benzetmem kronik) dar sokaklı, Mağrip Kalesi'ne yakın Alfama bölgesi, yine dar sokaklı, Asmalımescit- Tünel havalı Bairro Alto, Lizbon'un o muhteşem okyanus aşırı keşifler tarihinin merkezi Belém başlıca bölgeler. Bir de tabii, binilmesi şart olan tramvaylar, fünikülerler var. Şehir eskiden çok gösterişliymiş, belli. Zaten hala o şanlı günleriyle ilgi çeken, biraz hasret ve biraz da "bir zamanlar fırtınalar estirirdim" havası veren bir şehir. Bizim "şanlı Osmanlı" takıntımız gibi, Portekizlilerin de coğrafi keşifler ve Altın Çağ takıntısı var; "avrupa'yı biz avrupa yaptık, ne güzeldik eskiden" hali. Lizbon da o günler için harika bir film dekoru; ama film çoktan bitmiş, hissediliyor.


Neyse, arabayı bıraktıktan sonra sahile doğru yürüyerek Figuira Meydanı'na geldik. Burada Lizbon'un en eski pastanelerinden Confeitaria Nacional var. Portekiz, Brezilya etkisi sebebiyle bol kahve içilen, hamur işi tatlı menüsü zengin, ye ye kilo al bir ülke. Biz de menüdeki soğuk kahvelerden ikisini seçtik, yanına da tabii ki meşhur tatlısı pastais de nata (muhallebili turta) alıp sokaktaki masaya kurulduk. Biraz serinledikten sonra yine sahile indik, postaneye uğramak için. Kapalıydı. Yakınlarda Elevador de Santa Justa var; ama yüz vermedik niyeyse. Eski bir asansör, çıkıp şehir manzarası izleniyor. Onun yerine meşhur 28 numaralı tramvaya binmek için durağa yürüdük.

Confeitaria Nacional, Tramvay 28, Miradouro das Portas do Sol ve Alfama

Tramvay sahilden başlayıp şehrin en eski bölgelerini dolaşarak tepeye tırmanıyor ve daha sonra Alfama civarında inişe geçiyor. Kalabalıktı ama oturacak yer bulduk bi şekilde. Manzara ve yolculuk sahiden zevkli. Lizbon'un bir güzelliği, "miradouro" denen seyir terasları. Biz de  tramvayla tepeye çıkıp, Miradouro das Portas do Sol yakınında indik. Buradan geriye doğru yürüyüp Sé Katedrali'ni gezdik (sıcaktan sığındık diyelim). Sonra eski bir Mağrip Kalesi olan Sao Jorge'ye çıkalım dedik. Aslında kaleye ulaştık da; ama o sıcakta, hele ki Sintra'da zaten bir kale gördükten sonra gözümüz yemedi. Sıcağa yenilip geri indik, istikamet Alfama. Yoksul bir semt; ama "yoksul ve renkli hayat turizmi" tarafından bozulmamış henüz. Elinizdeki haritayı boşverin, zaten küçük bir bölge ve sahiden kaybolarak geziliyor. Apartman avlusu diyorsunuz, sokaklar arası geçit çıkıyor, yol bitti derken ucunda bir çeşme var (çeşme = vaha). Şansımıza, birkaç gündür bir festival sürüyormuş bölgede, rengarenkti etraf. Kıvrıla kıvrıla sahile doğru indik. Alfamalı kadın balıkçıların tutup pişirdiği sardalyalar meşhur. Zaten balık dendi mi sardalya kızarma anlaşılıyor. Fado Müzesi yakınlarındaki balıkçılardan birine oturup bira eşliğinde balığımızı yedik. Sonra St. Apolonia durağından metroyla postane, otel ve sıcaktan kaçıp azıcık dinlenme.

Akşam Bairro Alto'ya gittik, elbette. Tramvaya binmişken Fünikülerin hatrı kalmasın diye, Gloria'dan bindik. Kısa bir yolculuk; ama dik bir yokuş çıkıldığı için iş görüyor. Yol boyu çok güzel graffitiler yapılmış, onlara bakarken bitiveriyor zaten. İndikten sonra hemen yanı başında "Miradouro de São Pedro de Alcantara" var, parkın içinde, kaleye bakan bir manzara terası. Burada biraz oyalanıp Bairro Alto sokaklarına daldık.

Birbirine paralel sokaklarda genelde ufak şarapçılar ve tavernamsı restoranlar var. Şehrin en meşhur gece kulüpleri de burada, mesela John Malkovich'in işlettiği Lux. Biz bir tane tabelasız, gizli kulübün yerini saptadık; ama gitmedik sonra. Neyse, güzel bir tapas - porto peşindeydik. O cehennem sıcağında dar sokaklara rüzgar girmiyor, feci. Bir mucize eseri, sokakları dik kesen merdivenlere kurulmuş ifil ifil esen Tapas 28'i bulduk. iç mekanı geniş olsa da dışarısı daracık; merdivenlere atılmış birkaç minder ve 4-5 masası var en fazla (temsili foto); ama menüsü zengin, yemekler çok lezzetli, şarap güzel, fiyat uygun. daha ne?

Gloria Füniküleri, Miradouro de São Pedro de Alcantara, Bairro Alto ve Brasileria

Yemekten sonra yeniden yürüyüş, bu sefer Baixa / Chiado istikametine. Bir diğer meşhur pastane olan Brasileria'nın önünden geçip sahile indik. Plaça do Comercio'ya kermes kurulmuş, uğultulu bir müzik var. Ona aldırmadan deniz kenarına yürüdük. Ufukta çakma Manhattan Köprüsü, ışıklandırılınca Boğaziçi'ne dönüşmüş, biz de sanki Arnavutköy sahildeyiz gibi oldu bi an. Güzel de oldu. Sokaklarda volta ata ata döndük otele. Ginjinha denen vişne likörü pek meşhur, shot halde ikram eden mekanlar var bolca. Geceye başlarken ağız tatlandırıp devam etmek için ideal; ama biz denemedik, şarap vurgunuyduk.

İkinci gün, yani dönüş günümüz, müze günü. Sabah metroya atlayıp Calouste Gulbenkian Müzesi'ne gittik. Türkiye'den göç etmiş, ikinci kuşak br petrol zenginiymiş Gulbenkian. Sanat ve tarih koleksiyonerliği öyle bir boyuta ulaşmış ki sonunda müze açmış. Dünyanın en büyük kişisel koleksiyonlarından. İran halılarından İznik çinilerine, Rubens'ten Turner'a bir sürü eser var. Tüm bunların içinde, René Lalique tasarımı, art nouveau takılar bambaşkaydı. Özellikle de yaka iğnesi olan meşhur Dragonfly Lady. Müze turunu restoranındaki öğle yemeğiyle taçlandırıp Parque Eduardo üzerinden sahile indik ve tramvaya atladık: İstikamet Belém.

Jéronimos Manastırı'nın dışı, içi ve kilisesinin azıcığı.






Belém de yapacak çok şey var; ama kesinlikle öncelik, Vasco de Gama'nın keşiflerini taçlandırmak için yapılmış muazzam Jerónimos Manastırı'nın. Manastıra doğru yürürken onlarca polis, kamera dikkatimizi çekti; ama üstünde durmadık. Avluyu dolaşırken, beyazlar içinde, yüze yakın rahip ve rahip adayı olduğu belli heyecanlı gençler görünce de niyeyse normal geldi. Bu arada avluda da bir ekran kurulu. Tam manastırın meşhur kilisesine doğru yöneldik ki tüm girişleri izciler tutmuş, sokmuyolar. "hayırdır, olay ne?" dedim tüm turistliğimle. beni baştan aşağı süzüp "olay? hiiiiç, Portekiz'in yeni kardinali bugün göreve başlıyor da!" dedi. Onca pazar günü içinden, bu pazara denk getirmişiz; yani kilise büyük tören için kapalı. Neyse, şansımıza küsüp çıkarken bir baktık, ayine halk da girebiliyor, kapıları açmışlar. Yeni kardinalin fotoğrafının olduğu bir kartpostalı elimize tutuşturdular ve öylece içeri girdik, maksat bir göz atmak. Kalabalık çok artıyordu, sonra istesek de çıkamayız diye çekinip yol yakınken geri dönüp çıktık. Bir sürü yaşlı kadın ve erkek hevesle kardinali görmek için bekliyordu, çok enteresan geliyor bana şu ruhban işi. neyse.

Keşifler Anıtı ve Belém Kulesi

Belém, pastel de nata'sı ile meşhur. Manastırlar bolca yumurta üretirmiş orta çağda, yumurtanın akını kumaş kolalama ve porto yapımında kullanırlarmış, kalan sarılardan da bu tatlı üretilmiş. Ülkedeki tatlı çeşitliliği de bu gelenekten geliyor. Yani "pastel de nata" aslında "pastel de Belém" denebilir. En meşhur mekan da Casa Pastéis de Belém. Burada yemeden olmazdı; ama işte sıcak. Pastanenin yanından geçip devam ettik. Manastırdan sonra Belém Kalesi'ne yönlendik. Sahilde karşınıza Keşifler Anıtı çıkıyor; dev bir gemiye kaptanlık eden Vasco de Gama. Anıtın içinde bir de ufak sergi vardı. Çok oyalanmadan Belém Kulesi'ne gittik. Kule ufak; ama gezmesi zevkli. Eski bir tarihi var, katlar arası ilerledikçe manzara güzelleşiyor. Kız Kulesi'ne iç güveysi alabiliriz.

ve kapanış: kavun suyunda çilekli dondurma iyi bi fikir ve pastel de nata ve porto.
Tur tamamlanınca uzun uzun tramvay bekleyip yeniden Plaça do Comerçio'ya döndük. İlk bulduğumuz yere girip biraz serinledik, Ministerium diye tatlı bi caféydi. Sonrası bavulları sırtlanıp havaalanı, rötarlı uçak ve nihayet Londra. Duty Free'den ne alalım derseniz, biz bir şişe porto, bir de bir şişe ginjinha ve ona özel üretilen, çikolatan yapılmış shot bardaklarından aldık. likörlü çikolata gibi bir kombinasyon oluyor ki o da gayet mutlu bir şey zaten.

Hamiş: Portekiz güzel. Gidebilen gidip doya doya gezsin.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Portekiz Günlüğü - 2: ve Sintra ve saray ve gösteriş.

Gündem her gün başka bir takla atılıyor ve ben Portekiz yazmaya devam ediyorum. Sanırım iyice uzaklaşıp yörüngeye oturmayı becerdim artık. Ya da bunlar hep twitter, buraya takatim kalmıyor. Neyse, devam.

Efendim, ikinci bölüm: Sintra. Önceki bölümden hatırlayacağınız üzere, denize doyduktan sonra son 3 günü şehir turuna ayırmıştık. Önce Lizbon'un batısındaki tarihi kasaba Sintra'ya günübirlik gezi, sonra Lizbon'da 2 gün. Ben ikisini de tek posta sığdırırım diye düşünüyordum; ama olmayacak. Lizbon üçüncü bölüm olsun.


Lizbon kitapçığımızda "Lizbon'da sadece 1 gününüz varsa, Sintra'ya gidin" yazıyor. Koskaca Lizbon kitapçığının yazarının amacından sapıp da insanları başka yere göndermesi abes geldiği için, çeviri hatasına yormuştum. Yok, haklıymış. tek bir gününüz varsa, Lizbon'u boşverip Sintra'ya gidin.



Portekiz kraliyetinin bütün ihtişamlı yapıları Sintra'da. Milli Saray, Pena Sarayı, Monserrate Sarayı, Mağrip Kalesi gibi. Ayrıca bir 10-15 dakika araba yolculuğu mesafesinde efsanevi Capuchos (Mantar) Manastırı var. Biz Milli Saray, Mağrip Kalesi ve Capuchos'u seçtik, diğerlerinde aklımız kalarak. Detaya girmeden önce gitmediklerimizi özet geçeyim: Monserrate aslında bir yazlık villa, kocaman bahçeli filan. Fazlasıyla eklektik tarzıyla "Sintra Romantizmi" denen mimari akımın (Pena'yla birlikte) temsilcisi(ymiş). Pena Sarayı'nınsa yerinde eskiden bir manastır varmış; ama 19.yy'da kraliyetin yazlık sarayı inşa edilmiş. Binayı yapan kişinin Alman olması, kralın çeşitli süsleme talepleri ve kralın eşinin renkli badana aşkı gibi sebeplerle fazlasıyla eklektik, biraz oyuncakvari bir yapı. neo-gotik, neo-manuelin, neo- islami, neo-rönesans, bildiğiniz tüm neoların harman olduğu yer. Vakit olsa giderdik; ama yoktu.

Sintra merkez ("akıllı olsun herkes" diyenlere benden bi limonata)
Eveeet, başlayalım. Girişten itibaren Sintra güzel bir yer. Yemyeşil ve zarif. Milli Saray'la başladık tura. Hiç dışardan fotoğrafını çekmemişiz ne hikmetse, güzeli için buyrun. O iki dev şey, mutfak bacası. Mağrip Kalesi'yle kombine bilet aldık. Tüm sarayı gezmek 1-1,5 saat sürüyor, çok büyük değil. Saray en hafif tabirle süslü. Meşhur Portekiz kralı Manuel seramikleri biraz seviyormuş. Sarayı için onyüzbinlerce özel çini fayans yaptırmış.

ortaya karışık
Bir diğer takıntı da tavan süslemeleri. İlk bölümde en soldaki kuğulu salonu görüyorsunuz, şu an oda konserleri için kullanılıyor. İkincisi Saksağanlı Oda. Kral eşini hizmetçilerden biriyle aldatmış. Sarayda dedikodular büyüyünce karısının kulağına gitmiş. Kral da hıncını tavana saraydaki kadınların sayısı kadar saksağan çizdirerek almış. Saksağanlar "por bem" diyor, "iyilik/ onur için". Üçüncü tavan sarayın en üst katındaki kabul odası. Çok ihtişamlı. duvarlar Hollanda stili mavi-beyaz çinilerle kaplı, tavanda ise altın çerçeve içinde av sahneleri resmedilmiş.

tavaning
soğuk oda. yazlık sarayıma yaptıracağım bundan.
Benim saraydaki favorimse avludaki "cold room"du. Tabii ki yine çeşitli çiniler ve duvar resimleriyle bezeli bir oda. tavanın dört köşesinde dört mevsim resmedilmiş, ortada yaratılış betimlemesi, kenarlarda da çeşitli yunan tanrıları. duvarlarında dikkatli bakarsanız görülen bir sürü delik var, rastgele su fışkırıyormuş eskiden. hava çok sıcak olduğu için de olabilir; ama fikir sahiden dahiyane geldi. Çalışmaması üzücü tabii.

Tur bittikten sonra, yakındaki bir pastanede su ve pastais de nata molası verip yola çıktık. Mağrip Kalesi ve Pena Sarayı şehrin karşılıklı iki tepesinde yer alıyor, aynı yol üstündeler. Her dakika işleyen bir otobüs hattı var, bizim gibi arabalılar için kapıda otopark alanı da mevcut. O yokuşu yaya çıkanlar vardı ama o sıcakta why so kendini denemeler, bilemedim.

Kale girişi, sur neşesi, ufukta okyanus ve yanda pena sarayı.
Pena Sarayı'nı geçip Mağrip Kalesi'ne çıktık. Ufak bir kapıdan geçip yemyeşil bir yola sapıyorsunuz. 10 dakikaya yakın yürüyüş sonrasında kale duvarları. Yükseklik korkuma çok da takılmadan fıldır fıldır gezdim. Kalenin ilk yapılış tarihi 8. yy. Manzara harika, okyanusa kadar uzanıyor. Meşhur Cascais sahiline yakın en büyük kale. Sintra merkez aşağıda, etraf sahiden zümrüt yeşili ve yan tarafta legodan yapılmış gibi duran Pena Sarayı görünüyor. Yine 1 - 1,5 saatlik bir tur.

Üçüncü durak: mantar manastır anlamına gelen Convento dos Capuchos. Elimizdeki Lizbon kitapçığında görmesek kaçırırdık ve bence yazık olurdu. Kaleden çıktıktan sonra tabelayı takiben arabayla 5-10 dakika gittik. Toplu ulaşım yok. 1560'ta yapılan bu manastırda 8 rahip kalıyormuş. 1834'te dergahların kapanması sonucu uzun yıllar kimsesiz kalmış, birçok kez yağmalanmış; 2001'de de müze haline getirilmiş.

Manastır girişi, avlusu ve çevresi.
Girişini normal şartlarda görmek çok zor, kocaman bir ağacın arkasındaki dev kayanın yanından giriliyor. Temel felsefesi minimal yaşam, rahiplerin kaldığı odalar 2-3 metrekare, kapı yüksekliği 70 cm, kaplama için kullanılan tek malzeme ağaç kabuğu (yani mantar), süsleme -bezeme yok denecek kadar az. Yemek masası olarak kullanılan kesme granit, kralın bağışıymış. Mutfaktaki lavabonun üstünde duran 2-3 tane silik mavi çini bile inanılmaz gösterişli kalıyor.


Manastırın içi ve meşhur mantarlar.
Odalar arasında 8er basamak var, zaten toplam oda (hücre demek daha doğru) sayısı da 8; sonsuzluk sembolü. LED lambalarla aydınlatılan hücrelerin içini ve mutfağı gezdikten sonra avluya çıkıp bahçesini gezdik. Ağaçların arasında ufak bir şapel, daha da ufak bir banyo, bir - iki sunak var. O kadar. Geri kalan her yer ağaç.

Aynı gün içinde dünyevi ihtişama doyup, sonra tamamen uzaklaşıp arınmak için Sintra ideal. Akşamüstü olunca Lizbon'a doğru yola çıktık. O da tahmin ettiğiniz üzere, arkası yarın.

1 Ağustos 2013 Perşembe

Portekiz Günlüğü - 1: denizinde köpük olaydım da orada kalaydım.

Gündemde çok olay var da ben yazamadığım Portekiz'i dert ettiğim için, oradan başlıyorum. Uzakta olma lüksü diyelim. iki bölüm halinde yazacağım; çünkü Portekiz buna değer.

En başından beri "bol deniz ve azıcık şehir turu" olarak düşündük Portekiz'i. Faro'da başlayıp, Lizbon'da bitirmelik. başta çadırları alır kamp kurarız dedik; ama gerçekçi olalım, bilmemkaç kilometre öteye uçakla çadır taşımak biraz saçma. onun yerine  pansiyon + apart otel formülüyle yer değiştirerek gezmeye karar verdik. Bu yazı da (başlıktan anlaşıldğı üzere) ilk kısım olan "bol deniz"in yazısı. başka işim olmadığı için yaptığım haritayla anlatayım rotayı:

Güney Portekiz a.k.a Algarve
Yani: uçakla Faro'ya indikten sonra önce Tavira'da, sonra da Lagos'ta kaldık. Araba kiraladık, her gün civardaki farklı bir koya gittik ki bence az zamanda çok ve güzel yerler görmek için şart. Tavsiyem, yanınıza tomtom denen mucizevi aletten almayı unutmayın. İyi bir ko-pilot olsam da bir tomtom  değilim ve tabela, yol sorunu olabilecek yerlerde çok iş görüyor.

Faro ve Olhao tam bir Kuşadası. Bir zamanlar sahip olduğu tüm güzeliği betona gömmüş, arabayla geçerken bile üzüyor insanı. Faro- Londra uçuşları çok sık, zaten Algarve bir nevi Alanya. Onun için Algarve'ın neresinde kalacağınız çok önemli; tatlı bir Portekiz kasabası beklerken şirin bir İngiliz beldesi bulmak mümkün. Bir diğer kıstas da okyanus. Mesele dalgalar, yüzebilmek ve yine dalgalar. Haliyle "nereye gidilecek, nasıl bir plaj istiyoruz" ödevi önemli. Biz "az doğu, çok batı" seçtik mesela.

Tavira'da iki gün kaldık, güzel bir seçimdi bence. Bir kere sahiden sahil kasabası. Tabii ki turist var (biz dahil, hehe) ama suni bir kurtarılmış bölge değil. Arap etkisi taşıyan evler renkli, bir akşam denk geldiğimiz, "sahnede canlı müzik + parkta dans eden orta yaşlı çiftler" eğlencesi pek bir tatlı, yemekler harika. daha ne olsun? Coğrafyası da bir enteresan. Tavira sahilde değil, biraz içerde, okyanusa bağlanan bir akarsuyun kenarında. O nehircik üzerinde işleyen feribotlarla İlha de Tavira'ya gidiliyor, ince uzun bir adacık ki aynı zamanda Ria Formosa Milli Parkı'nı içine alan, bol lagünlü, pek güzel bir yer.
 
Tavira

Neyse, motora atlayıp adaya gittik. Restoranı, tuvaleti olan; ama otel, site vb başka yapılaşma bulunmayan, uzun, upuzun bir kumsal. Sonu yok gibi. Algarve'daki hemen her plajda olduğu gibi burda da düzenli bir şemsiye- şezlong hizmeti var. 2 şezlong 1 şemsiye gün boyu fiyatı koyuna göre 10-15 euro arasında değişiyor. Yarım günlük alıp, eşyaları bırakıp koştuk ki - dalgalar. Dalga, kıyıdan 20-30 m ötede durup zıplamak, kendini bırakıp sürüklenmek için güzel bir oyuncak, zaten bütün sahil boyunca binlerce insan bunu yapıyordu. Bizse yüzmeye, kulaç kulaç yüzmeye programlandığımız için, kesmedi. Biraz açılalım dedik ki kıyıda kıyamet koptu: bir cankurtaran deli gibi düdük çalıp bize el sallıyordu dönelim diye. Okyanus garip şey. Dalganın patladığı noktayı aşsan, dümdüz, sakince görünüyor; tabii akıntı hariç. Akıntı da öyle güçlü ki yüzüyorum sansan da tek yaptığın mevcut noktanı korumak. Neyse, "ne var ki ya?!" diye oflayarak çıktık. Kırmızı bayrak varmış: akıntı güçlü, sular ya geliyor ya gidiyor - özetle, dalgayla oynayacaksan oyna; ama o kadar. Sarı veya yeşil bayrak bekleyiniz. Neyse, o kadar dalga güreşi insanı tepe sersemi ediyor zaten. son motora atlayıp kasabaya döndük, biraz dinlenip akşam yemeğiyle günü kapadık.
 
Ilha de Tavira

İkinci gün yine adaya gittik; ancak bu sefer batı ucuna, Praia do Barril'e gittik. Arabayla 15 dakikada Luz'a gidip sonra mini bir tren yolculuğu. Tren dediysem, çocukların bindiği oyuncak trenler gibi bir şeydi. Bütün gün miskinlikle geçti işte, ne yapılır sahilde? Yüzmek için daha uygundu plaj, sarı bayraklı. En hoşuma giden şey, plaj şemsiyesi yerine genellikle tente kullanmaları. iki şezlongun üstüne dikdörtgen bir tente geriliyor. gölge kaybın yok, sürekli yer değiştirme yok. Güneşte en fazla 15 dakika durduğum için sonsuz gölge imkanına bayıldım. Neyse, bizim Şile sahili gibi, hemen geride tuvalet, yemek vs tesisleri var; ama farklı olarak adam kazıklamıyolar, gayet makul fiyatlı. akşam da biraz tavira turu, biraz yemek, biraz köprü fotoğrafı. Tamamını dolaşmadan vedalaştık Tavira'yla; ama kilisesi de güzelmiş diyolar.

Arabaya atlayıp 1,5-2 saatte Lagos'a gittik, bkz. haritadaki ikinci konaklama mekanı. Apart bir otelde 4 gün kaldık, Praia do Mos'un dibindeydi. Konaklama seçenekleri pek öyle şık ve butik ve küçük ve özel değil, daha ziyade "bi zamanlar buralar hep turizm teşviğiydi, biz de yüklendik" şeklinde. Yine de apart iyidir, güzeldir. Moş plaıj da yine ucu bucağı olmadan uzanıyor. Algarve'ın batı tarafı daha kayalık bu arada. Mos plajı içerlek bir koyda olduğu için deniz sakindi, her türlü yüzme hevesimizi aldık. 
Praia do Mos ve gelgit.

Kocam diye demiyorum, tam bir "şimdi nereye gidelim?" araştırmacısı. Ben 3-5 yere baktıktan sonra sıkılırım; ama o sıkılmaz, okur, eler, süzer filan. Harika yani. Yine ödevini yaptı ve biz Praia Dona Ana ve Ponta da Piedade'a gitmeye karar verdik (evet, praia = plaj). Swanage - Old Harry Rocks bölgesinin bol kumsallı, kolay erişilebilir ve haliyle çok daha harika versiyonu. deniz-güneş-yemek üçlüsünden sonra kaya tepesi yürüyüşümüzü de yaptık ve manzara harikaydı. Dona Ana'yı merkez aldık, Piedade'a yürüdük, bir de orada yüzdük.

Praia Dona Ana. Ben daha ne diym.

Plajlarda şezlong kiralamak şart değil, isterseniz havlu - hasır serebiliyorsunuz, kendi şemsiyenizi açabiliyorsunuz. çoğu portekizli öyle yapıyor, haliyle. İniş çıkışlar bol merdivenli; ama genelde aşağıda da ufak bi tesis var, yemek, tuvalet vs için yukarı çıkmak gerekmiyor. çocuklu aileler de pıtır pıtır sahildeydi yani. Çok korunaklı olduğu için dalga filan yok, daha  bir Akdeniz. Hatta nerdeyse havuz.


Üçüncü gün: Meia Praia. Lagos merkeze yakın, erişimi daha kolay (düzayak diyelim), yine uçsuz bir kumsal. Plaj bayrağı da yeşildi, döne döne yüzmelik. Tüm günü geçirdikten sonra akşamüstü için Lagos merkeze gittik. Bu aşamada tomtom sağolsun, bizi en olmayacak, en ters ve dar sokaklara sokup delirtti; ama bi park yeri bulup rahatladık. Lagos, limanın arka tarafında, bizim ortalama bir Ege kasabasına benzeyen bir merkeze sahip. Hep aynı ürünlerin satıldığı çarşısını geçersek, kilisesi, kolonyel binaları filan sevimli. İngiliz turist bol olduğu için, pub, italyan veya hint restoranı vb portekizle ilgisi olmayan seçenekler de bulmak mümkün. 
 
Meia Praia ve mini mini Lagos merkez.

Arayıp tarayıp yerli bir deniz ürünleri lokantasına oturduk. Ben bir ömür yesem bıkmayacağım deniz ürünlü pilavdan (arroz de marisco) istedim, yine. Paellayı çağrıştırsa da aslında farklı; çünkü içinde sucuk / tavuk filan yok. Kalamar, karides, istakoz, ahtopot, midye vs ile dolu, domates soslu bir pilav geliyor, derin bir güveçte. Yanında mini çekiç ve ameliyat aletlerine benzeyen bir sürü edevat. Kırıp parçalayarak, genellikle beceremeyip sıçratarak yeniyor. Deniz ürünlerini çok severim, o yüzden her seferinde "yenebilir cennet" gibiydi. Haliyle "ispanya ve portekiz'in deniz ürünleri tüketimiyle okyanuslarda yarattığı tahribat" üzerine saatlerce konuşan bendeniz bu kez sustum; çünkü ağzım doluydu. Şaraplar güzel, ızgara balıklar da harika. Deniz ürünü sevmeyenler için, kızarmış tavuk ve kırmızı et konusunda da iyiler (denemedim gerçi). Et yemeyenler için sebze seçenekleri genelde kısıtlı; ama "her şeyli salata" gayet doyurucu oluyor. birkaç yerde sebzeli güveç de gördüm.
 
Praia do Beliche veya cenneti gördüm.

 Dördüncü ve son gün, koy koy gezme günüydü. Bu sefer iyice batıya, gerçek dalgalara, açık okyanusa gidelim dedik (hayır, o dedi, ben de "tamam" dedim). İstikamet Sagres. Yolda Ingrina yakınlarında ufak bir koyda deniz molası verdik, etrafta tesis filan yoktu. Sonraki duraklar: Praia do Beliche ve Praia da Arrifana. Beliche'de arabayı park edip kumsala baktığım an sahiden çok güzeldi. Fotoğraflar birbirine benzese de aslında koylar çok farklı, anlatması zor. Merdiven her zamankinden çoktu, plaj her zamankinden ufak görünüyordu; ama harikaydı. Aşağıda ufak bir tesis var, tek sıkıntısı tuvaletin yol kenarında olması; yani tüm merdiven yeniden çıkılıyor (sidik kesemin kapasitesini sürekli tuvaletten bahsetmemden anladınız zaten). Hiç mühim değil, pek harikaydı. Günün çoğu burada geçti.
 
Praia da Arrifana veya aklımı nerde bıraktım.

 Devamında Aljezur üzerinden Arrifana'ya gittik  (haritada bakıyosunuz hep, di mi? onun için o. mersiiii.) ve sanırım daha iyi bir kapanış olamazdı. Hemen yakınında minik bir restoran olan, kayaların ortasında, dalgalı bir koy. Biz gittiğimizde akşamüstüydü, sörfçüler yeni yeni geliyordu dalgalara. Yine dalgalarla oynayıp, iyice sersemleşip, gün batımına doğru koyun en ucuna yürüdük. Güneşi okyanusta batırdık ki harika bir turkuazın, harika bir pembeye dönmesinden bahsediyorum. Sonra öyle mutlu ve mest halde döndük. Bi ara gece karanlığında yolda beliren atlar heyecanı yaşadık, o kadar.

Denize doymalar böyle efendim. sonra: Sintra üzerinden Lizbon. arkası yarın.  

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker