27 Eylül 2013 Cuma

apdeyt

O mülakata gittiğim iş oluyo gibi blogcuğum. Belki de olmaz gerçi de işte, gayet iyi geçti mülakat. Kısmet. Tabii ben olursa ihtimaline çok yapıştım; çünkü olması lazımdır artıktır. Haliyle 1,5 senedir aylaklık ve pineklikle geçirdiğim zamanlar, evden çıkmadan geçip giden günler (hafta ve ay da olabilir) şimdi tam bir panik sebebi. Sünnet öncesi istanbul turu attırırlar ya çocuklara, o ruh halindeyim. hava güneşliydi bugün mesela. Niye evdeyim, bilmiyorum. biliyorum da yani saçma işte. ayh.

*

peru'ya gidiyoruz malum. plan daha yeni netleşti sayılır, 2 çift ve 2 ayrı ülke olunca, anca. toplam 2 hafta gezi süresi ama bir güncük daha olsa tam olacaktı, öyle bi hal. neyse, hallettik. Farklı râkımlar farklı iklimler, o bir mesele. sıcaklık 3 dereceye kadar inip sonra 30 dereceye kadar çıkıyor. Bir de bi sorun olmaz da amazonlara gidebilirsek diye yine bana bana bana sıtma hapları. hapları daha almadık. râkım farkından rahatsızlanmamak için de hap yedeklemek lazım. ay bi rahatlık var üstümüzde, hakkımızda hayırlısı.

10 kilo ve hatta daha da az eşyayla gitmek şart, ideali o. kalın da giyinmek de gerekiyo bi yandan, herhalde bi teyzeden panço filan kapıcam. bi de "balıkçı botunuz olsun mutlaka" gibi abuk subuk notlar var, birilerini dövebilirim bunun için. ben alacağım çorap sayısını düşünüyorum, adamlar bi de plastik çizme taşımamı bekliyor. işportayı da mı ben öğreteceğim? tabii ki taşımayacağım. olmadı poşet bağlarım artık.

Bi diğer sorun da mesafeler. Peru büyük. Yani hem sahiden büyük, bi de dağlık. otobüse biniyosunuz bolca; ama saatler sınırlı, zaten "öyle gidip gardan ilk bulduğunuza da binmeyin" diyolar. biz varan-ulusoy konforu aradık çünkü en kısa yol 6 saat, 10 saate kadar çıkıyor. habire otobüsteyiz.

Neyse, (nihayet) belirlenen 13 günlük rotamız aşağıda (geçişler heeep otobüs):
  • Lima: varış, jetlag ve şehir gezisi (2 gün)
  • Nazca: kasaba turu ve Nazca Lines'ı görmek için planör uçak turu (1 gün)
  • Arequipa: bir gün Arequipa şehir turu, bir gün colca canyon (2 gün)
  • Puno: bir gün kasaba turu, bir gün lake titicaca (2 gün)
  • Cuzco: tüm günü yolda yiyip akşam yarı baygın varmaca. (1 gün)
  • Manu Milli Parkı: Amazonlar burası işte. biyosfer rezervi, çılgınca bir tür çeşitliliği filan. bitince cusco'ya dönüş. (3 gün)
  • Kutsal Vadi (Urubamba): Cuzco yakınlarında, günübirlik tur. (1 gün)
  • Machu Picchu: bir gece önce Aguas Calientes'te kalıp gün doğumunu yakalamaca.(1/2 gün)
yerel uçakla Lima ve ertesi sabah dönüş.

Daha önce okyanus aşırı uçmadığım için ciddi bir jet lag korkum var. zaten normalde çok ve düzenli uyuyan biriyim, uykusuzlukta hulk'a dönüşmem mümkün. ilk gün lima'da dinlenmek ve dönüşte de bütün pazar günü dinlenmek yeter umarım. bel ağrısı filan da olmazsa yırttık.

Biz bu yerleri çok basit bir şekilde "peru top 10" listelerinden belirledik. Hepsi Güney Peru'da. Birini elemem gerekse Nazca Lines'ı eleyebilirdim; ama o da Lima-Arequipa arası uzuuun otobüs yolculuğunda bir mola, bir rahatlama olsun diye var temelde. Beni en çok heyecanlandıran Manu, bir de Machu Picchu tabii. Nazca Lines turunu oradaki yerel havaalanından halledeceğiz, zaten yarım saat sürüyormuş. Arequipa ve Puno kısımlarındaki turları buradan almaya gerek yok gibi, çünkü öncesinde bir gün var, şehirde hallederiz. Manu Milli Parkı için çadırda kalmalı filan bi tur alıyoruz, onu buradan rezerve edeceğiz. Machu Picchu'ya giriş biletlerini Cuzco'ya ilk gittiğimiz gün halletmek istiyorum, eğer oluyosa. Sabah 4'te kuyruğa girmemek için, bakalım. Bu arada ortalama yükseklik 2500 metre, göl gezisi 3800 metre ile en yüksek kısım. Arada Manu'da deniz seviyesine inip tekrar çıkma gibi bir şey var ama 3 günden bi şi olmaz herhalde. Çok kötü olursak koka çayı artık. bakalım.

"Ne yapmak isterdik de yapamıyoruz" kısmını da yazayım: Huaraz'a gitmiyoruz mesela. Lima'nın kuzeyinde kalıyor, rotamız dışı biraz. Colca yerine gidilebilirdi sanırım, harika bir vadiymiş; ama Colca bize yetecek bence. Inca Trail yapmıyoruz; çünkü eskiden 2 günlük turlar da park alanında çadırda kalırken şimdi minimum 4 gün şartı var. Hani okuyup da yapmak isteyen olursa parka giriş izinlerini önceden almayı unutmasın, max 400 kişi mi neydi, bi kişi sınırı var.

Şimdi ilaç, otobüs bileti, tur rezervasyonu, konaklama vb işler kaldı. "onlar kolay yea" diyoruz, öyledir umarım.

Special thanks to dünyayı gezip bitirmiş arkadaşım murat ve blogu.

18 Eylül 2013 Çarşamba

tefadüs

Bir zamanlar burada demiştim; ama şimdi bulamıyorum (pazar yerine döndü iyice blog zaten), benim hayatım hep "ne gele gele" kararlarla şekillendi. en fazla bir seçenekle, iki oldu mu delirerek. hep de güzel şekillendiğinden, sanırım onun verdiği bir rahatlık, bir ölü toprağı var. ne zaman ki böyle şekillenemedi, ben aptala döndüm. mesela son 1-1,5 yıldır aptal haldeyim. bir tek seçenek çıksın, o da iyi çıksın istiyorum. böyle şanslı olmayı bekliyorum. salakça ama öyle işte. "şansını sen yarat" diyenlere cevabım yok.

cuma günü mülakatım var. o işe başvurdum, hani fazla tanıdık olan. maaş > zevkler ve renkler. randevu için telefon ettiklerinde ölü balık sakinliğiyle "hı hı evet. hııı. evet teşekkürler" diye konuştum. güvenli suların heyecansızlığı. şimdi fark ettim ki sandığımdan daha da tanıdık, çok daha fazla. o kadar ki ben dönüp dolaşıp aynı kişilerle çalışacak bile olabilirim. tamam daha ilk mülakattan havalara girmeyeyim; ama hayat çok, çok acayip. çok garip hayat. zaten tesadüflerin üzerimde mıknatıs gibi bir etkisi var, "aa her işte bir hayır vaar!" diye koşarak atlıyorum. işi o zaman sevmemiştim; ama bir sebebi de iş tanımı dışında, önüme gelen her şeye bulaşmak zorunda kalmamdı. belki şimdi sevebilirim. en azından insanları sevmiştim. demek ki delirmeden bir süre devam edebilir. iyi ki havaya girmiyorum bu arada.

neyse, bu işi de alamazsam eğer, bu posta bakar bakar güleriz artık. çaylar benden.

17 Eylül 2013 Salı

dehşet

Bazı sesler, görüntüler var aklımda, küçükken izlediğim haberlerden kalma. o zaman yok tabii "dikkat bilmemkaç yaş altı burayı görmesin" filtreleri. zaten olsa bile gafil avlıyordu o sahneler genelde. annem mi bana "bakma" diyecek babam mı, ikisi de dehşetle izlerken? neyse, hepsini yazmiym tabii de seçmece olanlar şunlar:

biri, ben ilkokul 4'te mi neyim, kızılay meydanındaki o kameraman. feci dövdüler, öyle böyle değil. kaldırımda, yüzü gözü kan içinde. kamerasının üstüne kapanmıştı; çocuğunu korur gibi. "kamerama vurmayın" diyordu sadece, ağzı kanla dolu, mırıltı halinde. öyle dedikçe kamerasına vurdular, o da vurdurtmadı. bi de ben kızılay koluydum o zaman, oksijenli su ve tentürdiyotlu pamuğun kendimi sınır tanımayan doktor gibi hissetmeye yettiği zamanlar. onu oradan çekip alsınlar, yaralarına pansuman yapsınlar, kamerası da hep yanında olsun istedim. "kamerama vurmayın, kameram kameram". ben öyle ekrana baktım, kaldım.

bir diğeri manisa davası. belli ki liselilere çok kötü şeyler olmuş ve ben ortaokuldayım. dava bitmiş, yine o ufak pencereli nakil arabasına binmiş götürülüyorlar. arkadan incecik, solmuş bir ses, "o daha çocuk, götürmeyin, o daha çok küçük" diye ağlıyor. annelerden biri, yere yığılmak üzere. ben yine ekrana baktım, kaldım. nasıl bir yere götürdüklerini, ne yaşadıklarını hayal dahi edemeyeceğimi, öyle bir kötülüğü hiç bilmediğimi anladım.

bir de işte, en çok da belki "Arkadaşlar! ben bir anayım benim sesimi duymak zorundasınız, beni dinlemek zorundasınız" sesi. Berfo Ana. çığlık değil, bir gerçek. Öyle çıplak, olduğu gibi, olduğu kadar net bir gerçek.

*

Bu yılki Hrant Dink ödüllerini Cumartesi Anneleri almış. Benim için ilk yıldan, ilk günden beri onlar alıyor sadece. Berfo Ana göremedi. Biz onları duymak zorundayız, duymadık. Yürüyüş yaparken, parkta koşarken "benim annem cumartesi" çalıveriyor kulağımda. o şarkı listesinde olması bile ayıp belki, öyle rastgele çalabilmesi... neyse, politeknik direnişinin melodisi. bi bankta soluklanıp dinliyorum. havaya, suya bakıyorum, gözlerim yaşarmasın diye. sonra işte "beni dinlemek zorundasınız" diyor ya sonunda, işte o an cemil, manisalı çocuklar, o kameraman, diğerleri... hepsi birden diziliyor bankta yanıma. ben katıla katıla ağlıyorum. nasıl iyi geliyor. 

ben şarkıya ağlasam ne ki zaten. kimse de "n'oluyo" demiyo bu arada, demezler. birey birey. kimse "nen var kuzum" demez. iyi aslında. sorsalar ne diyeceğim? sanki anlayacaklar, sanki cümlemi sonuna kadar dinleyecekler. biri demişti bana, "o zamanlar çocuktun. kürt bile değilsin. e yani, neyin acısı bu?". di mi ya. "dehşetin acısı" demiştim. öyle çünkü. yaşadığımdan, bildiğimden değil; tam tersi. yaşamadığım, bilmediğim için hissettiğim dehşet.

*

2007'ydi. eylül mü ne. canım perulum, biricik Marisol gecenin bi körü kapımı çaldı. o öyleydi zaten, gece kuşu. benim 5. uykumda olmamın hiç önemi yok. sabahın 3'ünde uyandırıp kahve falı baktırır, "yahu bu ülkede niye hiç taş yok?" dedim diye benim için tüm şehri dolaşıp taş toplar, berbat günlerim bitsin diye uğurlu leprechaunlarını bana ödünç verir filan. bu alemden değil marisol ve onun alemi çok güzel.

neyse, kapımı çaldı. gözleri ağlamaktan şiş; ama gülüyor, zıplıyor, fujimori diyor, yarısını da ispanyolca söylüyor, ben tabii ki bi halt anlamıyorum. tane tane "Fujimori'yi yargılayacağız! Şili iade ediyor!" diyor bana. Fujimori'nin baskı ve insan kaybetmelerle dolu yönetimi çok eski değil; onun çocukluk, gençlik yılları. Oooo büyük haber! çığlık çığlığa zıplıyoruz. Bana ne oluyor, bilmiyorum. Bir diktatörün daha yargılanması, yargıdan kaçan bütün insan müsveddelerinin sonunun geleceğine dair yeni bir umut. Bu güzel haberin şerefine kahve yapıyoruz, tabii ki. O aralıksız anlatıyor, nefessiz. Sonra, biz ayrı ülkelerde ayrı yollara gitmişken, 2009'da kararı okuyorum: 25 yıl. Bir oh çekiyorum. o gece yıllar sonra tamama eriyor.

*

Şimdi gördüm Seyhan Doğan haberini. 1995'te, 14 yaşındayken kaybedildi Seyhan. Anne babası acıyla, onun izini, kemiklerini arayarak, daha doğru düzgün yaşlanamadan öldü. Bu yıl bulundu Seyhan, bir kazıda kemikleri çıktı ortaya. Ailesinin yanına gömülecekmiş. Çığlık çığlığa koşmak istiyorum, başka şey gelmiyor içimden. 

Hollanda'dayken şu iyiydi bak: etrafımdaki herkes böyleydi. herkesin toprağından kemikler çıkıyordu, bi anormal olan hollandalılardı. marisol'ün fujimori'si vardı, tanya miloseviç'i anlatırdı. Noira'dan suharto'yu dinledik hep. acı yarıştırmak değil, birbirinin yarasını yalamak resmen. delirmemek için anlatırdık. değiş tokuş yapardık acıları, bildiğimiz, bilmediğimiz, niye bilmediğimize yandığımız acıları. sonra bir sürü içkiler, bir sürü şarkılar. hissetmeye vaktimiz olurdu doya doya, daha iyi bir işimiz yoktu yapacak. olmuşu, bitmişi, gördüğümüzü, duyduğumuzu her şeyi tane tane hissederdik. acıysa acırdı. komikse kahkaha atardık. bol vakitler işte.

*

Bu ay DVDsi çıkmış diyarbakır cezaevi belgeselinin. tam adı "5 No'lu Cezaevi: 1980-1984", Çayan Demirel'in işi. Belgesel aslında 2009 yapımı, festival gösterimleri, ödülleri var. Ben birkaç gün önce, internetten izledim. Daha önce de izlerdim de işte çok erteledim, çok kaçtım. "Tarihin şen çocukları"ndan kaçtım. Sonra tanıştık. Dişlerimi kenetlemişim izlerken, tırnaklarımı da avcuma batırmışım, bitince fark ettim. "burası cezaevi değil, bir okul" - bu lafın varacağı işkencesiyi tahmin edebilir misiniz? hiç sanmam. düşünebilirsiniz; ama asla o kadar karanlık olamazsınız. 

Siz de tanışmak isterseniz, belgesel için link burda. DVD de olur tabii. Bir de bi zaman bi televizyon programı olmuş belgesel ve cezaevi hakkında, o da burda. Dehşet bazen insana iyi geliyor. Ertelemeyin.

10 Eylül 2013 Salı

22

Son postuma boş boş baktım demin. Derdimi seveyim. Çok şükür ki böyle dünyevi meselelere dertlenecek olduğumuz an daha büyük dertler veren bir ülkenin vatandaşlarıyız.

Ahmet Atakan dün öldürüldü. Kaçarken, polis 5 metreden gaz fişeği atmış kafasına. Bizim salona bakıyorum, boydan boya 5 metre. Burdaymış Atakan, şurdaymış polis. Altında akrep. Boş vitese alsa 5 saniyede yakalarmış Ahmet'i; ama gaz atmak daha isabetli tabii. Bizim salon cinayet mahalli. Binbir açıdan düşünüyorum. Kafasına nişan alış, yaralayış. Ahmet düştükten sonra etrafına gaz atmış polis, yanına yaklaşılmasın diye. Sonra ambulans gelemediği için vatandaşlar götürmüş hastaneye. Kalbi durmuş, çalıştırmışlar.

Ben dün gece uyurken "hayır ölmedi, yoğun bakımda" haberleri vardı, "akbabalık etmeyin" deniyordu. Nasıl inandım buna. Tabii ki ölmeyecekti. Oysa daha o haberler gelirken ölmüş Ahmet, 22 yaşında. Olay çıkmasın diye vaktinde söylememişler. Polis hastanede yoğun bakıma gaz atarken, olay çıkmasın istemişler. O çoktan ölmüşken, hızla soğurken, annesi kapıda dua ediyordu yani. Bu yaşatıldı insanlara. Abdullah Cömert de Antakyalıydı, o da 22 yaşındaydı. Abdocan için sokaktaydı Ahmet, kanı yerde kalmasın diye. Komşusu Suriye'de kan akmasın diye. ODTÜ'deki hukuksuz yol çalışması için yaşıtları yine şiddet görmesin diye. Kendi başına gelen her şeye karşı sokaktaydı.

Polis vurdu ya, "çatıdan düştü" dediler. Hep bir açıklama vardır ve hiç geciktirmeden yapılır. Mesela Metin Lokumcu için"bana taş attı" demişti Başbakan. İstese de atamazdı, başbakan gelmeden çok önce hastanedeydi zaten. Elindeki taş değil, limondu; ama önemi yok. Kronolojinin, kanıtın, belgenin bir önemi yoktur böyle durumlarda, ölürken kalkıp taşını atıp tekrar ölmüştür o deyyus, bilir onlar. Metin Göktepe de kendini balkondan atmıştı. Festus Okey arbedede seken kurşunların hizasında durdu. Uğur'un terlikleri rüyanıza giriyorsa terörist olduğu için. Roboski'de ölüp giden çocuklar kaçakçıydı zaten. Ceylan, o ceylan gözlü minik Ceylan, bombayla oynadığı için parçalandı. 18 aylık bebek bile gaz kapsülüyle başından yaralanarak ölmüş olabilir, biz ona taş diyeceğiz. Mumcu arabasına binmeseydi, Dink kapı önüne çıkmasaydı. Bunlar böyle işte hep; bu ülkenin daimi bir tom&jerry çizgi filmlerindeki hassas düzeneklerle dolu olduğunu bilmezmiş gibi, orada burada dikilip, tesadüfen ölüp, bir de hak isterler. Ölmek sanki zor bir şeymiş gibi, hesap sorarlar utanmadan. Unutun efendim, unutun. ben mi dedim aklınıza mıh gibi kazıyın diye?

Senaryoyu merakla bekliyordum; çünkü an be an görüntülenmiş bir olay ile ilgili yalan söylemek de bir mesai. Sonra düşündüm: yoo, değil? inandırıcı olmak gibi bir kaygı yok ki? Efendim çatıdan 30 kiloluk kaya atıyormuş Ahmet. Ahmet bir tür Seyit Ali onbaşı olarak, top mermisi sırtlamıştı herhalde. hmm, abarttık mı? o zaman enerji paneli atıyor olsun. Evet, çatıdaymış Ahmet, polise enerji paneli atarken düşmüş. O zaman ölebilir. O zaman polis hastane basıp yoğun bakıma gaz atabilir. Tamam, anlaştık. Ne demek "otopsi raporu aksini söylüyor"? ne zamandır otopsi doktorları biz yüce yetkililerden iyi bilir oldu bu işleri? Geçelim lütfen. Sıradaki!

*

Bu dünyada adalet olmadığını onbinlerce yıl önce idrak etti insan ve kendine "ilahi adalet" diye bir kavram yarattı. Kendine bir gün bir şeylerin değişeceğini müjdeledi ki hiçbir şeyin değişmeyişiyle yaşayabilsin. Kötüleri sonraya, hatta ölümden bile sonraya öteledi ki her sabah aynaya bakabilsin. Kendine her işte bir hayır olduğunu, kendi bilmese, anlamasa bile oralarda bir yerde ulvi bir açıklama olduğunu tembihledi ki "neden?" diye kendini yiyerek delirmesin. Kendine kaskatı kurallar koydu ki kötüler olmasın artık; madem sonradan ceza veremiyor, baştan alsın önünü. Tanrılar yarattı kendine, kendine hiç benzemeyen. Adalet ölümlüden, kendi gibi olandan gelmezdi, bildiği için. Adalet gerçekten geldiğinde bütün tapınaklar kendi kendine yıkılacak, göreceksiniz. Vicdanımız bir koca "oh" çekecek, hepimiz daha mutlu olacağız adaleti kendi gözlerimizle görünce. Şükretmek aklımıza bile gelmeyecek, sevinçle yanımızdakine sarılacağız.

Dinsizim, inanmıyorum. Hayır, bir yaratıcı olduğuna "bile" inanmıyorum. Benim bu dünyada, hem de acil tarafından adalete ihtiyacım var; insan elinden çıkma adalete. Öbür taraflara, öte diyarlara, ilahi güçlere devredemiyorum. Denemedim değil. Aklım aslında çoktan hazır da vicdanım almıyor. Bir alışkanlıkla "allah belanızı versin" diye ağlarken dahi almıyor. Ben o kan yerde kalmasın diye hemen, şimdi istiyorum adaleti. Yani inanmıyorsam da sırf bizim iyiliğimiz için, gerçekten.

*

Berkin uyansın. Uçurtma uçuran bir fotoğrafını gördüm, görmez olaydım. Daracık bir sokak, her yer araba. Elindeki uçurtma avcum kadar. havalanmamış bile, peşinden sürükleniyor. O uçurtmanın havalanma ihtimali sıfır, akıl var fizik var. Oysa Berkin öyle bir koşuyor ki sanki dünyayı havalandıracak. O inanmış ya uçurtmasına, uçurtma çoktan uçuyor; dönüp bakmasına bile gerek yok. Ben de Berkin'i öyle bekliyorum işte. Uyanacak, hayat aynı olmayacak, belki bir daha koşamayacak; ama uyanacak.

9 Eylül 2013 Pazartesi

acep

Kaçınılmaz olarak karşıma çıkıyor: istanbul'daki işim gibi işler. hatta o iş, öyle diyeyim. Başvururken değil heyecanlanmak, saç telimin bile oynamayacağı. İlla ki alınırım diye değil; ama güvenli sularım olduğundan. Güvenli ve zevksiz. Güvenli ve istemediğim. Kulaç kulaç yüzmek isterken çocuk havuzunda oturmak gibi.

Sonra diyor ki şeytan, benim sevgili şeytanım: bok var. kısacık temaslar dışında, istediğin işi HÂLÂ bulabilmiş değilsin. Yeni mezun gibisin; ama yeni filan değil hiçbir şey. Bir ara pes ettin, sonra toparladın. Söz konusu istediğin iş olunca değil heyecanlanmak, ilkokul 1'deki ilk günündesin. O kadar bile değil; çünkü sen okumayı, yazmayı biliyordun okula başladığında, şimdi hiçbir şey bilmiyormuşsun gibi. Şimdi kolluksuz yüzmek gibi, bisikletten düşmemek gibi. 30 mumlu pastayı üflemeden önce, sanki sen bunları çoktan yapıp bitirmeliymişsin, ziyadesiyle geç kalmışsın gibi. Arkadaşlarına bak. Herkes en sevdiği işi yapmıyor; hatta çoğu yapmıyor, evet. Hayalleri var hepsinin; kimi unuttu, kimi erteliyor, kimi kavuşmak üzere. Yorgun ve sinirliler; ama hem de mutlu ve memnunlar. İş hayatındalar. Bir işe yarıyorlar. Delirecek gibi olsalar bile, günün sonunda onların seçeneği daha çok.  Onlar istifa edecekleri günün hayalini kurup belki de en dokunaklı istifa mektupları provaları yaparken (sen de yapmıştın. duruyor taslaklarda. yollamadın), senin gördüğün şey anne-babalarının gördüğüyle aynı: "en azından istifa edeceği bir işi var". Eşekler ve kazıklar. Güvenli sular diye burun kıvırdığın her şeyin sonunda, senin suyun dahi yok. Onlar yüzüyor, kulaç atamasalar da yüzüyorlar. Sense bir arkanda bıraktığın kolluklara, bir de önündeki derin havuza bakıp "su soğuk gibi duruyo? pis gibi de hem?" filan diyosun. Atlama fikri güzel geldiği için çıktın tramplenin tepesine; ama sen yüksekten korkuyorsun ve bunu kendine bile söylemiyorsun. Madem yüzeceğin yok, daha fazla oyalanma artık. Pişman olmak değil bu; neysen osun. İn aşağı, kolluklarını tak; en azından suya girmiş olursun. Yüzmek oysa, o kadar güzel ki. İki yudum su yutacağım diye mahrum kaldığın zevki bir bilsen. Kolluk sana mübah, en azından sudasın.

Şeytanım çok şeytandır, en ufak alevi harlamayı, beni de ortasına koymayı iyi bilir. Odun ateşinde kendimi yerim, dumanım üstümde.

*

Bugün, kuzenimin fıtık ameliyatı sonrasında iki omuruna platin takıldı. Benden 2 yaş küçük. Genç yani, çok genç. Bildiği ama ertelediği, "yahut vakit olmadı" rahatsızlığı onu bu kez tatilde yakaladığında sonuç bu oldu. Şimdi hayatını yeniden şekillendirecek; olması gerektiği gibi, kendine vakit ayırarak. Yapabilirse, izin verirlerse. Kendine bakacak; dünyayı kurtardığı o ofis, biraz da kendisini kurtarmasına tahammül ederse. Haliyle, milyonuncu defa, tanıdığım herkese "kaldır o koca kıçını ve derhal spor yap adamım!" diye bağırmak istiyorum. kıpırda. Eğil, kalk, zıpla, yürü, mekik çek - ne haltsa. kıpırda azıcık. Motivasyon amacıyla, sevgili NHS'in 10 bin adım videosunu buyrun. Ha işim gücüm yokken ben yapıyo muyum bunu? Hayır. Niye? Beni ev yuttu. Siz yapın ama.

*

Ne kadar oldu bilmiyorum, 2 hafta belki? Sabah çok erken kalkıyorum, hep aynı saat civarında, hep aynı şeyi düşünerek. Hiçbir şey yapamadığım, el uzatmak veya dinlemek fark etmez; pek bir halta yaramadığım durumlarda ben manyak gibi düşünürüm. Düşünerek bir şey olacakmış gibi. Sanki olmayan kapılar açılacakmış gibi. Sanki pelerinim çıkacak, süper güçlerim nihayet kendini gösterecek gibi. Bazen mesafe denen meret sizi alır, yere atar, üzerinizde tepinir, soluksuz bırakır ve sonra sabahın 6sında zombi gibi ayağa dikip beyninizi yer. Yakında olsanız da eliniz kolunuz bağlanacaktır, bilirsiniz; ama uzaktayken her şey daha beterdir. Dev bir acaba böceği, her yerinizi kemirir. Günlerce başınız ağrır, düşünmekten değil, düşüncelerin bir yere varmayışından. Çıkışsızlıktan. Kulağa su kaçınca tek ayak üstünde zıplanır ya hani, öyle zıplayıp beyninizde ne varsa akıtmak istersiniz, olmaz. Acaba böceği işte, ne yapacağını, nereye asılıp kalacağını çok iyi bilir.

*

Görüldüğü üzere, kendime sardığım milyonuncu seferle karşı karşıyayız. Eylül geldi, bu güzel. Hava 18 derece, bu eh işte. Londra geçen yılki gibi, batı cephesinde yeni bir şey yok. En iyisi biraz da aynaya bakayım, bi muhatabı olsun bu halimin.

5 Eylül 2013 Perşembe

"Manolya kokusuna karışan yanık et kokusu"

Her zamanki didişmeler beni yoruyor. O dedi ki - bu dedi ki. ODTÜ'de stand kavgası olmuş, bu sefer kamera var ya, tamam. Oynat uğurcum; artık birkaç günlük kavgamız bundan olur. Doğuştan mıknatıs kazanına filan düştük herhalde, en ufak olayla kutuplaşmaya harcadığımız enerji inanılmaz. Bana çok saçma gelen bir şey bu "kovaladık onları" tavrı; kale muhafızı hali. hak savunmasıyla alan savunması arasında bence büyük bir fark var. Başkası da seni kovaladığında ve hatta kovalamak için kendine uygun gelen herhangi bir yöntemi seçtiğinde sesin çıkmayacak madem? Bana saçma geliyor ya, bir yandan da videodakilere bakıyorum; çok küçükler. Heyecanları da tatminleri de çok günlük duruyor; bunu küçümsemek için söylemiyorum veya "mini mini çaylaklar" da değil. Aksine, en son ne zaman bu kadar inanarak bir şey yaptım, onu düşündüm; her iki taraf için de.

"Kimlik göster!" derken müthiş bir nokta yakaladığını sanan, "kimliğin yoksa gideceksin arkadaşım!!" diyen kız mesela. Ben olsam "sen kimsin, ne sıfatla kimlik soruyorsun, asıl sen kimlik göster!" derim. Cevap veren "göstermiyorum" demiş sadece. Bence mesele, sol-sağ hiç fark etmez, bir üniversite öğrencisinin bu polislik refleksi. "kimlik göster!" - yok ya? Bu nasıl bir heves, nasıl bir otorite sevdasıdır? Yolda bin kere üstün aransa niye itiraz ediyorsun ki o zaman? Kimse de buna takılmıyor, çünkü komşusu bile sorsa kimliğini kuzu kuzu gösterecek bir milletiz. Kimlik bizi aklar, kimlik bizim zırhımız. Ferhan Şensoy'un 90larda, İstiklal caddesinde Nazi üniforması giymiş halde 100 kişiye kimlik sorması ve 99 kişinin hiç sorgulamadan göstermesi, sadece bir öğrencinin üniformayı tanıyıp itiraz etmesi gibi. Bizim okulun girişinde kimlik kontrolü olmadığı için herhalde, iyice anormal geliyor. bu ne arzu ah, bu ne ihtiras. Evet, ben en çok o ana takıldım o videoda.

Ha nedir, gazi üniversitesinde oruç tutmadığı için dövülen, küpe taktığı için kulağı yırtılan öğrenciler, marmara'da erkek modelle çalıştığı için saldırıya uğrayıp öğrencilerle birlikte kendini stüdyoya kitlemek zorunda kalan güzel sanatlar hocası veya akdeniz üniversitesi'nde silah çeken manyak bu kadar gündem olmamıştı. Bu saydıklarım fiziki saldırılar bu arada; yani kusura bakmayın ama stand açtırılmamasıyla, dibinde posterle dikilmeyle kıyas kabul etmez. Yine de bu saydıklarım olay olmaz; çünkü solun dayak yemesi normal zaten, adi vaka. Gazi'de filan stand açan TKPli de tahayyül edemiyorum; standı veya siyasi partiyi geçtim, mesela akdeniz'de açıkça "ben solcuyum" diyeni de pek düşünemiyorum. Bunlar "normal" hep; çünkü sol hep marjinal nifak, tabii ki vatan millet ve din aşkına, asla ona geçit vermiyoruz. Bugünkü olayda liberaller ODTÜlülere cıkcıkladı, tamam. Peki biraz geri saralım. Bir kez olsun da sağdan destek gördü mü ya şu dayak yiyen, canından olan solcular? bir kez yahu, bir kez de biri çıkıp "hayır, din adına adam dövemezsiniz; hayır millet adına kulak yırtamazsınız" yürüyüşü yapsa ya? öyle sessiz, sadece sorulunca yarımağızla söylenen "ben de tasvip etmiyorum"lardan bahsetmiyorum. Bir duruştan bahsediyorum.

Ha nedir, ODTÜlülerin standçıları kovalamasını da şundan farklı göremiyorum: bu saçma didişmeyi besliyor işte. kendini anlatma aracı filan değil, el jimnastiği. yoruldum ben görmekten, ondan belki de. Açtır o standı, bir kişi bile gitmesin, tavırsa tavır almış ol. Stand izinsiz mi? yönetime şikayet et. İzinli mi? o zaman yönetime derdini anlat önce, sıkıyorsa. Benimki mi boğaziçi liboşluğu bilmiyorum, sahiden. O stand izinliyse eğer, kişileri kampüse sokmamanın o ulvi amaca hiçbir hizmeti yok (amacın anlamlı olup olmadığını da geçtim bu arada).

Bir de ODTÜ'de tesettüre yaklaşım açıktır, kimsenin taciz edildiğini filan duymadım. Zaten YÖK'e ezelden gıcık olan bir okulda biraz zor. Haliyle burada hedef aktarılmaya çalışıldığı gibi din veya dindarlık değil, cemaat yurtları, propagande ve daha da önemlisi, ODTÜ yurtlarına iftira atılarak ailelere yalan söylenmesi; ama olayın sonucunda görülen ve söylenen "solcu dinsizler, müminleri kovuldu". Herhangi bir protesto hakaret veya şiddete varmadıkça bir sıkıntı yok bence ve evet, pankartla yanınızda durulmasından ibaret bir protestoya da alışacaksınız bir zahmet, hiçbir görüş dokunulmaz değil. Zaten olayı yaşayan kişiler gayet sakindi benim gördüğüm, şikayetçi olmaya gittiler. İçinde din unsuru var diye, "cemaat yurduna hayır demek = dine hayır demek" olamaz, az yavaş gelmek lazım; ama bu tür genelleyip büyütmeleri iktidar çok seviyor ve iktidarı sevenler daha da çok seviyor, o da malum.Prensipler değil, olaylar önemli. hele ki kamera varsa.

Yine de diyorum ya, sonuç ortada. Ne yaptın da ne oldu da ne olacaktı zaten? Bu haliyle de bir yere vardığı yok. Sadece bir "hayır!" görülüyor, bir de tabii "başörtüsü = cemaat" genellemesi. İşin komiği, işine gelince cemaatle arasına mesafe koyan /koyduğunu söyleyen birçok müslüman, bu olayda açıkça ve sadece "odtü'de cemaat istemiyoruz" denmiş olmasına rağmen "konu cemaat değil, benim dinim!" diyor. Evet, tabii ki bu "komik" değil; bu refleksin sebebi de türkiye tarihinde gizli, biliyoruz. Yaşanmış, hala taze olan olaylar var, tamam. Peki ben bunları bilip anlıyorum da, karşı taraf solu ne kadar biliyor? Nil. Zero. Hiç. Neden "cemaate hayır" denmesi bu kadar büyük bir aşkla "solcular dinime küfretti" halini alıyor da, "belki hakikaten sadece hayır diyordur" olamıyor?

Böyle derin bir of çekiyorum sadece. Yeni şeyler yapmak lazım; ama yapılamıyor. Ben bana Şişli'de saldıran sakallı, takkeli amcayı anlatınca "ama bunu her müslümana genelleştiremezsin, onlar marjinal!" deniyor. Gazi'deki faşist saldırıları anlatınca "bunu her milliyetçiye genelleyemezsin, onlar marjinal!" oluyor. Ha çok şükür o kadar odun kafalı değilim, genellemiyorum zaten; ama bir tek canına yandığım solun marjinalleri yok, solu hep genel genel sarıp paketliyoruz. 5 kişinin yaptığı iş, bütün ODTÜ, sonra da bütün sol oluyor. Her müslüman, her milliyetçi kendi bacağından asılıyor da bir tek solcular hep komün. Ne komünü? voltran; birleşip tekvücut olmadan bir şey ifade etmiyor bile.

Türkiye'de sol (ki herhalde 94 partinin 70'i filan eder en az) haddinden fazla parçalı bir yapı olmasına rağmen, en ufak gıkta genelleştiriliyor. Bıraksan kendi kendini imha edecek kadar fikir birliğinden uzak insanlardan bahsediyoruz. Türk Solu denen ne idüğü belirsiz faşizan grup, CHP, DSP, SHP, ÖDP, TKP... hepsi aynı pakette, hep aynı havuzda. Sağ bunu böyle güzel paketleyip adına da "işte sol bu!" deyince, birbirinden alakasız (hatta bir kısmı sol filan da olmayan) bütün bu gruplar namus meselesi gibi birbirini savunmaya geçiyor, bunu da kakofonik bir şekilde yapıyor. Bunun da "mesele cemaat değil, din!" refleksinden bir farkı yok; "mesele bir olay değil, sol!". liberaller de bir o yana bir bu yana gülümseyip ne akıyor, ne kokuyor. Sol ve sağ bu açıdan ne kadar aynı olduklarını görse ben sahiden çok rahatlayacağım.

Herkes miras reflekslerle, aynı şeyleri yaşayıp duruyor. Ay yazdıkça daralıyorum, çok bazal şeyler olmalı bunlar. Kuyu dibi kurbağalığından ibaret bir genelleme hevesi, maksat kutuplaşma. Sonra saldırıya uğrayan grup da büyük bir aşkla yeni bir savaş ilan ediyor: "bunlar temizlenmeli, bunların sonu gelmeli, zaten bunlar gezici, zaten bunlar darbeci". TDK görmeyeli kelime haznemizi 100'e indirmiş, ülkece kocaman bir atlıkarınca üzerinde dönüp dönüp aynı nakaratla dans ediyoruz. Gözünüzün önüne getirin bi, hah işte tam ondan.

Neyse, bilincim kulağımdan aktı resmen. Çok uzadı.

*

Bu arada gerçek dünyada olan: barış süreci durdu. "zaten neydi, ne olacaktı?" değil; bir ihtimaldi ve artık o da yok. boğaz'dan savaş gemileri geçti. ölüm kapımızda bekliyor, kandan birbirimizi göremeyeceğiz. şunca gündemin ortasında tavuk didikler gibi birbirini yiyen bir sürü insan. Çok daha mühim meseleleri konuşmalıyız, çok daha mühim oldukları için. Bu yüzden Twitter'dan ölümüne sıkılıyorum, tarifi yok. Al ben de yazıyorum, bok var sanki.

sağ ve solun ortak noktası belli aslında: dedikodunun o güvenli ana kucağı. bireylerin münferit hareketlerini saatlerce konuşma aşkı. o buna tükürmüş, bu bunun saçını çekmiş, biz de akşam bisiklet tekerini patlatalım madem. meraksız, bilgisiz; ama nefret dolu olmanın kaçınılmaz sonucu. savaş baltalarını sakın gömme küçük tüy, bileyciye gönder; çok güzel parlıyor.

*

yarın 6 eylül. bir kez daha 6-7 eylül. İç mihrakları gururla kovalayıp, dükkanlarını talan etmişti o zamanki güruh. nefret o zaman da çok meşruydu. Bir ailenin dükkanını yağmalamak, bir din adamını pantolonunu indirerek aşağılamak, ev basmak, insan linç etmek o zaman da vatan kurtarıyordu, şimdi olsa yine kurtarır. Bir arpa boyu yol almış değiliz. Eteğimizde on yılların acıları var, giderek birikiyor. Biz bu topraklardan insan kovmuş bir milletiz; üstelik bir kez değil, bir iki kişi değil. Biz defalarca, yüzlerce, binlerce insanı kovaladık kendi evlerinden. Bunun yükünü idrak edemedik henüz. Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Kürtleri, Süryanileri, Alevileri kovduk, öldürdük veya kaldığına pişman ettik. Bunun yüküyle yüzleşmiş değiliz. O irini atabilmiş değiliz. Durdukça daha da beter bir hale gelen,  büyüyen, her yerimizi saran, korkunç bir irin bu. Refleks haline gelmiş nefretlerimizin hepsinin kökünde bu irin var.

İrini temizlemiyoruz, niyetimiz yok. Biz o irini, gizliden gizliye seviyoruz. 6-7 Eylül benim için hep aynı şey: sıradan insanın galeyan ve linç şehveti. Hiç sorgulamadan, nerdeyse aşkla inanması bu linç fırsatına. O gün dükkan yağmalayanlar, Maraş'ta kapı çarpıladı daha sonra. Bizde de var onun parçaları. Eritmiyoruz, bir gün kendimize göre haklı bulacağımız, çok ulvi bir amaç için gerekirse diye küllendirdik sadece. acil durumda camı kıracağız. Beni en çok bu korkutuyor: birlikte yaşamaya niyetimiz yok. daha da fenası, galiba hiç olmamış. Hani umut pandora'nın kutusunun en dibinde ya, onun orada kalmasına benim çok ihtiyacım var. her 6-7 eylülde, sanki o kutu çoktan açılmış da umudu yitirmişiz gibi geliyor veya o kutu zaten hep boşmuş, en fenası.

*

bu ara bolca çay içip çay okuyorum. çay, dünyada sudan sonra en çok tüketilen ikinci içecekmiş. binyıllardır, insanlar sıcak suyun içine birkaç yaprak atıp mutlu oluyor. Ne garip aynılıklar bunlar.

Nina Simone dinliyorum, Strange Fruit. Acıyı damıtıp şarkı yapsalar bu olurmuş herhalde. Ben şarkıdan önce şiir haliyle tanıştım (şair: Abel Meeropol imiş, meraklısına). Bize bu şiiri okutan ingilizce hocamı düşünüyorum; bunu yapması gerekmiyordu. Böyle damıtılıp kelime olmuş acıyı bize göstermesi gerekmiyordu. Biz dünyayı çok mutlu bir gezegen sanabilirdik. 15-16 yaşında, "ağaçtan sarkan tuhaf meyve"nin ne olduğunu düşünmemiz gerekmiyordu; ama yaptı. Okuttu bize o şiiri. Güneşli bir gündü, çok iyi hatırlıyorum. Kısacık şiir. Kafama balyozla vursanız öyle aptallaşırdım herhalde. "Manolya kokusuna karışan yanık et kokusu"... İyi ki okuttu, iyi ki okuduk. Çok iyi geldi. İyi ki ben damıtılmış acıyla o yaşta tanıştım. İyi ki sonra bir de Nina'dan dinledim, bir de söylerken ağlayışını izledim de iyice haddimi bildim.

Her ağaçta sadece kendi meyvesinin sallandığı günler umuduyla efendim, esen kalınız.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker