30 Aralık 2013 Pazartesi

Peru günlüğü -3: Arequipa

Yine uçak koltuğu kıvamında rahat; ama gürültülü bir otobüs yolculuğu sonrası Arequipa'ya vardık. Hostele yerleştikten sonra kahvaltı için dışarı attık kendimizi. Turist info deskleri her şehirde gayet güzel çalışıyor, mini broşür, harita veriyorlar. yani eldeki rehberle boğuşmaya üşendiğinizde, o da bir seçenek. Neyse, yine kocaman meyve suları ve kahvaltı aşkıyla tavsiye edilen bir yere gittik, kendimize geldik. Arequipa'da 2 gece kaldık ki aynı şehirde en uzun kaldığımız seferlerden biriydi.

Arequipa = tatlı

 Arequipa güzel bir şehir, mimarisiyle meşhur. "ülke içinde ülke" denecek kadar kendine has bir tarihi, kültürü ve doğası var. Bir de tatlıları meşhur, her köşe başında kurabiye, şekerleme vitrini var. Etrafındaki 3 volkanik dağ tüm ihtişamıyla şehri sarmış, binalar bembeyaz taştan. Arequipa'yı pek sevdim, anlaşılmadıysa. Şehrin en önemli turistik faaliyeti yakındaki Colca Kanyonu'na yapılan geziler. 2-3 günlük turlarla kanyonda trekking yapılıyor, bolca da meşhur akbaba türü olan condor kuşları gözleniyor; ama bizim 1 günümüz vardı. İlk günü şehir turuna ayırıp ikinci gün arabayla hızlıca kanyon civarını gezdiren bir tur aldık, arkadaşlarımızsa yine şehrin yakınındaki derede rafting yapmayı tercih etti.

tatlı bir avlu içi kahvaltısı ve şehir meydanı
İlk günün yarısı tur ayarlamakla geçti, bir de günübirlik turdaki kaplıca için mayo aramakla. sonra şehrin gözbebeği manastırını gezmekle başladık tura. sadece zengin ailelerin kızlarının para karşılığında eğitime kabul edildiği, zamanında gayet lüks ve ihtişam içinde olan, hizmetçi çalıştıran bir manastırmış, hatta çekidüzen vermesi için roma'dan rahibe gönderilmiş ve bu parayla rahibe olma faslı bitmiş. kırmızı ve lacivert renkleri herhalde bu binayı renklendirsinler diye var yeryüzünde, öyle güzel bulmuşlar yerlerini. Kırmızı duvarın arkasında lacivert oda çıkıyor, onun yanında yine kırmızı pencere ve her köşede bir kaktüs veya çiçek var. tabii ispanyollardaki mağrib etkisi sebebiyle peru'nun göbeğinde tanıdık bir şeyler bulmak da bi garip his; ama dünya ufak veya koloniciler iyi çalışmış, neyse. rehberimiz manastırın az kalan rahibelerinden biriydi.

Santa Catalina Manastırı ve kırmızı ve lacivert.
Gördüğümüz Plaza de Armaslar arasında ben en çok Arequipa'nınkini beğendim. Katedral zaten pek şık, hemen köşede daha eski, ince ince işlenmiş bir kilise daha var. Katedralin arka tarafı ise resmen sultanahmet'teki halıcıların olduğu o sokakçık. bir restoranı gözümüze kestirip deniz ürünü siparişlerimizi verdik. arequipa volkanların ortasında bir şehir olsa da yakınındaki dereler yüzünden ülkenin en iyi karidesleri buradaymış. bir de çok meşhur bir biber dolması yemeği var, acılı. bucak bucak peru lezzetleri denedik, keyfimiz yerine geldi. pisco sour üzerine şarapla. bu arada şehir taksi dolu, her yer taksi, sadece taksi. bir de fotokopiciler. peru'nun meselesi nedir bilmiyorum ama bütün şehirler fotokopici - printercı istilası altında.

Manastırın meşhur çam ağacı & misti dağı, San Francisco kilisesi, Katedral ve yemek

ertesi gün sabah 4 gibi rehber bizi aldı, yola çıktık. peru = lahana gibi giyinmek. sabah ayazında ve geceleri kazak üstü polarla gezip öğlen 12de tshirt & güneş kremiyle yandık. nasıl hastalanmadık ben de bilmiyorum. neyse, o 1-2 saatlik yolda dondum. battaniye altındaki rehberimiz de işte, "soğuk ya" filan diyodu. he soğuk! nihayet güneş doğdu, iliklerimiz ısındı ve yol üstü köylere uğrayarak yolumuza devam ettik. bu köyler gayet suni pazar yerleri aslında. bir kilisecik, yanında turistler için kurulmuş tezgahlar, fotoğraf çektirmek isteyenler için bir lama, bir de folklorik teyze. bu kadar. ürünlerin aynılığı, satıcıların bezmiş çaresizliği ve sonsuz gülümsemesi, lamanın bıkkınlığı derken bastı her şey beni. çok rahatsız edici, insanı kendinden utandıran, "ne işim var lan benim elalemin köyünde bu saatte" dedirten bir şey. her zaman yaptığımı yaparak havalara baktım ve arabaya geri dönüş saatini bekledim.

colca kanyonu ve condor kuşu. yine fotoğraf mı yetmiyor, ben mi çekemiyorum, öyle bi şi.

sonra, vadi. vadi kenarı ve condorlar. şansımıza, saatlerdir orada bekleyip göremeyenlere inat, gittikten 5 dakika sonra 4 tanesi üstümüzde daireler çiziyordu ve sonra 7-8 tane olup uzaklaştılar. o kuşların tanrılar ve insanlar arasında elçi olduğuna inanmak gayet doğal, ben bizzat tanrı olduklarına bile inanabilirim. o kadar ihtişamlı ki. biz minik noktacıklara bakıp gülüyorlar herhalde. normalde yol, turizm derken kuş filan kalmaması lazım ama soyları tükenmesin, bölgeyi terk etmesinler diye vadiye yemek atıyormuş yetkililer. evcil condor? öyle gibi ama değil gibi.

meşhur inka setleri, ufukta kaplıca, asma köprü ve havuz sefası

Birkaç seyir terasında mola verip meşhur inka mühendislik harikası olan tarım setlerini takdir ettikten sonra, tambo- puye kaplıcasına doğru yola çıktık. asma köprüyü geç, üstünü değiştir ve sıcacık su. küçük havuzlar; ama suyun geldiği nehir aşağıda akarken, sabahtan beri arabada tıngır mıngır gitmekten bezmişken harika oldu. bir sonraki durak: volkan seyir terası. bu arada Arequipa 2500 m civarında, volkan terası 4000 m. henüz yükseklikten etkilenmiş değiliz, ama bi sersemlik yapıyor tabii fark etmeden. yerli halk taşları üst üste dizip dilek tutarmış volkanlara karşı, şimdi de turistler yapıyormuş bir heves. volkanları inceleyip sonra vikunya yuvası olan milli parktan şehre dönüşe başladık.
volkanlar, dilek taşları, vikunya tatlılığı ve verilmiş sadaka

Derken araç yalpaladı, korna ve acı frenlerle aniden durduk. minibüsün tekeri fırlamış! bir değil, iki tane hatta. arka tarafta duble teker oluyormuş, cıvatalar gevşeyince tekerler fırlamış ve yedek teker tabii ki yok! şoför ve rehber büyük bir sakinlikle "biz bi etrafa bakalım" diyerek geri yürüdüler ve tamamen aksi yöne fırlamış iki tekeri bir mucize eseri buldular. mucize, çünkü kanyon kenarından aşağıya veya suya filan uçabilirdi, parçalanabilirdi. olmadı. diğer tekerlerden birer cıvata alıp idare edecek bir çözüm bulmaya karar verdiler. biz de nasıl oldu da çift yön ağır vasıta trafiği varken hiç kimseye çarpmadık, bi kamyon altına girmedik diye düşündük durduk. 8-10 kişilik ekibimize bi sakinlik çöktü. eğreti tamirat sonrası düşük hızla sallana sallana şehre döndük.

sakin bir yemek, güzel bir uyku ve ertesi gün sabahtan yola çıkış: istikamet Puno. kıvrıla kıvrıla dağlara çıkan yol peru'da yapılabilecek en güzel otobüs yolculuklarından biri.

27 Aralık 2013 Cuma

Peru günlüğü - 2: Nazca

Kaldığım yerden devam.

Lima'da gece otobüsünü ucundan yakaladık. parmak izi, fotoğraf çektirme, otobüste kameraya alınma gibi binbir güvenlik önlemi ertesi 170 derece yatan koltuklara serildik. peru otobüsleri çok rahat ama şu merkezi tv yayını ve berbat film tercihlerinden vazgeçmeleri lazım, en azından gece otobüslerinde. en kısa yolculuğumuz bu. lima- nazca arası, 6 saat.

sabah 4'te terminal. yürür müyüz, burası neresi filan derken bi taksiye bindik. taksiye binmeden önce anlaşıldığı için kazıklanma derdi yok, canım peru. 4 soles, otele varış. yürürmüşüz, olsun. kapı duvar. otel sahibi uykulu ama gülümseyerek (gülümsemeyen fazla vergi filan ödüyo galiba ülkede. HERKES gülümsüyor) bizi odamıza yerleştirdi. burada yine yaşasın ispanyolca bilen arkadaşlar, tabii. 3-4 saat uyuyup kahvaltı etmeden yine bir taksiye atladık: hedef Nazca Lines. planör bir uçak kiralayıp havada 45 dakika tur atarak 10'a yakın figür göreceğiz. uçak daireler çizdiği için midesi hassas olanlar aç gelsin diyolar, bence harika bir tavsiyeydi, boş mide önemli. daha da hassassanız bi ilaç yutuverirsiniz, o ayrı.

havaalanına varış. önceki yıllarda çok kaza olduğu için yeni düzenleme getirilmiş, uçuşlar kişi başı minimum 80 dolar, böylece bakım yapıldığından, ikinci pilot bulunduğundan emin oluyorsunuz. 1-2 firma var ki tur acenteleriyle çalışmanın haklı gururuyla pek bi "buralar bizden sorulur" havasındalar, gururla "işte şunlar şööööylece benim için bekliyor" diyerek tedirgin, orta yaşlı turistleri gösteriyolar. biz başka bi firma seçtik, aynı fiyata 4 kişi özel tur yapan. neyse, pilot önce kısa bi bilgilendirme yaptı: rotamız, sırasıyla görülecek şekiller, uçağın kanadını takip etme şekli vs. hazırız.

ben ki yükseklik, hız ve kapalı alan korkusu, bi de yol tutması gibi ne varsa çeken nazenin bi kadınım, planör uçakları seviyorum. sanki düşmez, süzülür. kanatlı kutu. neyse, dizildik koltuklara. koltuk ceplerinde harita ve plastik poşet var. herkes bir cam kenarında, havalandık.

sonra ilk işaret geldi: "sağ kanat! kanadın ucuna bakın! balina! dönüyorum!" kanat.. kanadın ucu... tahtadaki yazıyı gösteren öğretmen cetveli gibi, pilot resmen işaret ediyor ve pergel gibi tur atıyor etrafında. o bi balina! zafer çığlıklarıyla fotoğraf çekiyoruz, sonradan hiçbir şeye benzetemesek de. onun için lingo lingo tıklamalar size.

harita, pırpır, uçuş ekibi son hazırlıkları yaparken ve ah o tepeler
Balina, örümcek, maymun, üçgen, adam, arı kuşu, kondor... tombala oynar gibi, sırayla gördük hepsini. sonlara doğru gözüm hiçbir şey görmeyip koltuk cebindeki poşete yapıştım, bi yere kadar tabii. olsun. çok güzel. otele dönüş, mis gibi kahvaltı ödülü. sadece günübirlik Nazca'dayız, gecelemeyeceğiz; ama sabah erken saatte boş kalınca ne yapsak diye tırım tırım şehir merkezine (köy meydanına) gittik.

Nazca'da yapılacak şey az; ama bi yandan da öz. bir günümüz daha olsaydı okyanus tarafına, Paracas'a gidebilirdik, onun yerine çöle gitmeyi seçtik. Kum sörfü, iki bin yıllık mezarlar, antik nazcalıların çöl boyunca tarım yapılabilsin diye açtığı, hala kullanımda olan su kanalları. rehberle pazarlık ve bi esnaf lokantası yemeği sonrası arazi aracına atladık.

çöl ne güzel şeyse, vaha daha da güzel. "nasıl oluyo da oluyo" diye seyretmelik. nazca'dan bir nehir geçiyor aslında; ama yazın kuruyormuş. Antik Nazca halkı (yıldız zamanları MÖ 100 - MS 500 arası imiş) dağdan inen suyun daha düzenli olması, tarım yapılabilmesi için 36 rezervuar ve ince ince su kanalları yapmış (gezdikten aylar sonra blog yazarsan işte böyle yüzeysel yüzeysel. her neyse).

vaha (fotoğraf yetmiyor), piramitler, rehberimiz ve sevgili çöl
sonraki durak Nazca mezarları. Chaucilla en meşhurlarından, ama bizim vaktimiz yoktu. onun yerine yakınlardaki üç piramidin olduğu bölgeye gittik, aslında daha çok ziggurat. kazı çalışmaları hala sürüyormuş, içeri giremedik. fon yok, ziyaretçi hevesli, rehber anca "tören, sunak ve mezar yeri" olduğunu söyleyebildi. yola devam. boyu o kayalık çöl yavaş yavaş kuma döndü. bir ara aniden durduk, mezar ziyareti için. mezar dediysem, kum üstünde kemikler. öylece açıkta. o kadar iyi bir mumyalama tekniği kullanılmış ki açıkta olmasına rağmen, bin yıllardır onca rüzgar ve erozyona rağmen kumaşlar, saçlar filan duruyordu. etrafında hiçbir güvenlik önlemi yok. alıp cebe atsan atılır, inanılmaz! rehberimiz "bunlar benim atalarım işte" dedi sakince. çok acayip, gerçeküstü bir an. kemik yığınının ortasına bi adım atıp bi kayayı aldı, silinen yazıyı yeniledi: DON'T TOUCH. "burası böylece, böyle mi kalacak" dedik şaşkınlıkla. "zaten yeterince yağmalandı" dedi. ötedeki tepeler, aslında birer mini höyükmüş. oralar da mezar doluymuş, ama yağmacılar tembel, devlet ilgisiz olduğundan şimdilik dokunan yokmuş.


yola devam. artık tamamen kum tepelerindeyiz ve yani, kum muazzam (merhaba ben derya, yaş 3, dünyayla tanışıyorum, her şey harika). rehber bi ara inip lastikleri indirdi, arabaya iyice tutunmamızı söyledi. ben "niye ki neden ki" diye aval aval bakınırken, rehberimiz "aa şuna bakın" diye hepimizi yan tarafa baktırıp kum tepesinden aşağı son hız daldı! son hız tepeler aşıp, o incecik kenarlardan 90 derece kuma atladık defalarca. ilk şoku atlattıktan sonrası müthiş eğlenceli. sonsuz kum her tür manevrayı şefkatle kucaklıyor, biz ne kadar çıldırsak da düşmeyiz. dalıp çıkmaya devam ettik, sonra bi tepede park ettik, sörf vakti.
ekip, hazırlık, fetih (uzaktaki noktalara tikkat).

Rehberimiz mum dağıttı hepimize, sörf tahtalarımızı cilaladık. önce oturarak, sonra yüz üstü yatarak, en son da ayakta kaydık. üç beş yedi kere. kaydıkça her yerimiz, ağız, göz kum içinde. kum güzel demiş miydim? güzel.

saat 5 civarı, dönüş vakti. çöl güneşi yakıcı; ama gecesi buz. polar kazakları giyip gün batımını seyrederek 1 saat sonra Nazca'ya vardık. güzel bir yemek ve yine yeniden gece otobüsü: bu sefer hedef, 8 saatlik yol sonrası Arequipa.

8 Aralık 2013 Pazar

Peru günlüğü -1 : Lima

Eveeet, nihayet peru yazısı. artık kaç post olur bilemiyorum, en az altı. kısmet. Başlayayım.

Gün 1-2: Lima

ABD vizesi almadan gitmek için Londra'dan Madrid aktarmalı uçtuk. Arada 3-4 saat bekledik ama hiç şikayetçi değildik, insan bol bol yürüyüp ayak - bacak dinlendiriyor. Bu rota tercihi sebebiyle de Air Europa ile uçtuk. Ben hiç bu kadar kötü yorum okumamıştım, kanatlı cehennem bekliyodum. Çok daha iyi çıktı, mesela koltuk araları filan iyi. Hosteslerle bi temasımız olmadı, onu bilemem. Yemekler kötüydü ama çantaya bi sandviç atarak çözülüyor işte.

Neyse, uçtuk konduk ve sabahın kör vakti Lima'ya vardık. Otelimiz her tarafı dökülen eski bir kolonyel konak. Mihrap yerinde, ama çok dokunursanız devrilebilir, öyle bir hava. Biraz dinlendik, sonra kendimizi sokaklara vurduk. İstanbul'dan bize katılacak arkadaşlarımızın uçağı akşam inecek, onları bekliyoruz. Otelimiz şehrin kuzeyinde, şehir merkezinde kaldık, ama bu aslında kültürel / tarihi merkez, modern lima güneydeki Miraflores'te akıyor. Lima çok şey sunan bir şehir değil, en fazla 2 gün geçirmelik, biz de öyle yaptık zaten.

Lima ve sarı: San Francisco Manastırı, yol üstü duvar, meşhur Fotografia Central binası ve manastır bahçesi
Peru'da her şehrin bir Plaza de Armas'ı var, bizdeki Cumhuriyet Meydanı misali. Neyse, Lima'nınki dibimizdeydi. Jiron de la Union caddesi boyunca yürüdük, meydanda volta attık. San Francisco Manastırı'na girdik ki yeraltı mezarları, kütüphanesiyle tarihi çok eskiye dayanan bir yer. Başta mırın kırın ettik; ama güzeldi, her tura bir rehber eşlik ettiği için bilgi alabiliyorsunuz, ingilizce sorun değil. İçerde fotoğraf çekilmiyordu, fotoğraf için: tıkır tıkır tık . Bu tur üstüne katedrali dışından incelemekle yetinip yürüyüşe devam ettik. Caddede karşıdan karşıya geçmek için beklerken bir anda - ve müzik ve dans!

teyzeler

ve tabii ki amcalar!
Olay neymiş öğrenemedik; ama arada oluyomuş böyle şeyler. Şansına denk geldik, güzel bir ilk gün sürprizi oldu. Otele dönüp dinlenirken ben bir yandan da Marisol'le buluşmaya çalışıyordum ki bu her durumda çok zor bir şeydir. Neyse, Miraflores yakınlarında bir restorana rezervasyon yapmışlar, hedef oraya gitmek. Şehirde toplu ulaşım yok gibi bir şey. El Metropolitano, metrobüs gibi çalışan yeni bir otobüs, kuzey-güney işliyor. central- miraflores gittiği için ve kendi yolu olduğu için ona atladık. Şansıma sevgili adaşım Darya hasta olduğu için gelemedi (üzülmeyiniz okuyucu, ertesi gün buluştuk. oralara gitmişim, kaçırmam), belki iyi de oldu, biraz yetişkin yetişkin takıldık.

Lima'ya kıtanın gastronomi merkezi diyolar ve bunda ciddiler.

Marisoller bizi deniz ürünlerine doyalım, hem de yerel şeyler tadalım diye "Embarcadero 41 Fusion" adlı, zincir bir restorana götürdü. Bu tür fusion restoranların atası Astrid y Gaston imiş, çok tutunca benzerleri zincirleşip yayılmış. Bir Astrid olmasa da, çok lezzetliydi. Fotoğraf tamamen eğitici bilgilendirici amaçlı, küfretmeyiniz. Sol baştan başlıyorum: içkiler pisco sour çeşitleri. Peru'nun üzümden yapılan, düşük alkollü, meşhur içkisinin koka, passion fruit, mor mısır ve sade çeşitlerini denedik. Pisco sour mis gibi bir içki, hem hafif, hem aromatik, bira niyetine tüketiliyor. yumurta akından yapılan köpükle servis ediliyor. Çeşitlendirmeye uygun, sütlü- tarçınlı bir versiyonu vardı ki nerdeyse alkollü salep. Güzel şey. Efendim, hemen yanında yine bir peru klasiği olan ceviche'nin farklı soslu versiyonları. Cevichenin sosu ayrıca soğuk bir çorba gibi, yemek öncesi içecek olarak da tüketiliyor. son kare de mısırın boyu için orada. bildiğiniz mısır tanesinin 3-5 katı filan. Ve sahiden mısır Peru'da yenirmiş, biz zavallı şeyler yemişiz hep, bunlar bambaşkaymış. Kızartmalık olan başka, baharatla kavrulan başka, on yüz çeşit mısır var. Keza patates. Kolomb bu kıtaya ilk geldiğinde sevinçten çıldırmış olmalı.
Miraflores: uçurum, park, paraşüt, okyanus.
Sonra sindirim turuna çıktık tabii. Miraflores, yalıyar kenarına dizili parklardan oluşuyor, hemen arkası da siteler. Aslında çirkin bir yer; ama okyanus ve parasailing her şeyi güzelleştiriyor. Manzarası ve yeşil alan bolluğu sebebiyle yamaç paraşütü için ideal, zaten sahiden pek popüler, her an gökte 8-10 kişi var. Birkaç yıl öncesine kadar, Miraflores'e gece adım atılmazmış, belediye mutenalaştırmış. Şimdi kocaman ışıkları, düzenlenmiş parkları ve o parkların alt kısmına yapılmış bir açık hava AVMsi var. AVM beni dehşete düşürse de okyanusa bakan kafe ve restoranları olduğu için pek tutulmuş; çünkü sahiden parklar dışında, oturacak bir yer yok. Gün batımında okyanusa karşı (yine) pisco sour içiyorsun, tepende vızır vızır paraşütlüler dolanıyor - Lima o an çok güzel.

Bunun dışında Lima, duvarlarla, dev kapılarla çevrili sitelerin şehri. Görüp görebileceğiniz en iğrenç trafiğin şehri, İstanbul halt etmiş. Nadir birkaç lüks mağazanın her yerinde güvenlik görevlisi, kamera çevrili olan, halkın balık istif minibüslere doluştuğu, sadece beyaz, ispanyol kökenlilerin şık restoranlarda görüldüğü bir şehir. Bu kısımları geçiyorum.


Efendiiim, ilk gün böyle laylaylom geçti, sonra arkadaşlarımızla buluştuk, biraz jetlag, biraz uyku. Sabah kahvaltı için yine zincir restoranlardan birine gittik. Peru'da en bol bulacağınız ve en lezzetli şey kesinlikle meyve suyu. 3-4 meyveli, karışık meyve suyunuzu söylüyorsunuz ve kişi başına 1 sürahi düşecek şekilde geliyor! Haliyle ziyadesiyle doyurucuydu. Chirimoyadır, maracuyadır, ilk denemelerimizi yaptık.

Santo Domingo Kilisesi tam bir içi dolu turşucuk.

Sonra bizim merkezin en önemli yapılarından olan Santo Domingo Kilisesi'ne gittik. İspanyollar zamanında şehri birbirine denk, kare bölgelere ayırıp her bir bölgeyi bir manastıra / mezhebe teslim etmişler, böylece idaresi de kolay olmuş (kabaca bu). Bu çeşitliliğin üstüne yerli halkın inanışları da eklenince yer gök aziz dolu. aziz olmak için 3 mucize şartı aranıyor, henüz 2.de olup öldükten sonra mucize göstermesi beklenenler var; hastalara şifa verebiliyormuş gömüldükleri toprak. Zaten dinle alakam yok, sahiden masal gibi geliyordu; ama candan inanan insanlar var, azizler ciddi mesele. Kilise pek güzel, Avrupa'dan çiniler, yağlı boya tablolar taşınmış. Buranın da meşhur bir kütüphanesi var, kıtadaki en eski kitaplar buradaymış.

 
Museo Larco'yla cehaleti dindirme keyfi.

 Burdan sonra hedef Museo Larco. Ne kadar okusak da Latin Amerika tarihi cahiliydik, o yüzden müzedeki karşılaştırmalı, haritalı uygarlık tablosu pek iyi geldi. Sonra kendimizi Peru’nun binbir bölgesinden seramiklere, uzun tarihine bıraktık, Chimu, Nazca, Moche öğrendik. Bu kısım zaten yeterince doluydu, kapanışta da meşhur erotizm müzesi var. Aynı müzenin ayrı bir bölümü, restoranın yanında.


Erotizm müzesi, adının hakkını veriyor.
 Ölüm konusunda takıntılı bir mitolojinin yaşam veren cinselliğe de düşkün olması normal herhalde. Vazolar gayet grafik, bir yandan da nerdeyse sevimli canlandırmalarla donatılmış. Tabii ölülerle sevişme kısmı hariç – orda bi durup düşündük dostum.  

Sonra sonra sonra... muhteşem final: Darya’yla buluşma!

Darya hanımla ben, pek de iyi geçinirken
Buluşma mekanımız tabii ki bir dondurmacıydı. Tanıştık, oynadık, vedalaştık. Az oldu; ama güzel oldu. Hem ingilizce bildiği için birinci elden anlaştık ki ben daha ne isterim.

Sonra akşamki Nazca otobüsüne doğru yola çıktık, otelden bavullar alınacak. Bu arada Marisol "trafik çok kötü; ama yani öyle böyle kötü değil, of yani berbat kötü" dedikçe, "ya nolecak yeaa biz istanbul biliriz" havalarındaydık. Büyük hata. trafik ÇOK kötü. arada hâlâ rüyama giriyor, öyle kötü. Taksiye bindik, 15 dakikalık yol 1,5 saat oldu. Otele ulaşamayışımız bi süre sonra otobüs kaçırma paniğine döndü. El metropolitano olmasa kaçırırdık zaten ve 2 haftalık plan tamamen kayardı. Neyse - ucundan ve koşarak da olsa yakaladık. 

Gece otobüsü, istikamet Nazca. Arkası yarın.

1 Aralık 2013 Pazar

dutluk

Kendi rekorumu kırdım - 2 aydan uzun zaman olmuş. bu arada postladığımı sandığım saçma yazı da taslak olmuş, iyi aslında. çok saçmaydı çünkü. postlamadığımı şimdi fark etmem de işte, "çocuk büyüdü kendi kendine oynuyodur" rahatlığına kapılan ebeveyn hali: çocuk evden kaçmış.

ben işe başladım, 1 ay bile oldu (ilk maaş yemelerdeyim). her zamanki gibi bu günlük tempo değişikliği çok travmatik oldu, ya gece zebanisi gibi kör saatlere kadar oturuyodum ya da saat 21.40 civarı esneyerek sızıyodum ve sabah uyanamıyodum. biyolojik saat değil kuyumcu terazisi, hassas kantar. ilk ay bitti, insana döndüm.

Yokluğum dünyayı kurtardığımdan yani. yine de sanırım hala aklımdan post yazmak geçiyorsa bu blog henüz miyadını doldurmamıştır. tam da böyle "evlendi, çalışıyor ve burda da blog bitmiiiiiş" olur yoksa. istemem öyle olsun; o kadar sıkıcı olmiym n'olur. sıkıcı mı bu? eh yani, vakitsizlik sıkıcı, sebebinden bağımsız. vakitsizlik değil, vakit yaratamamak. ben günlük tutmayı da azaltarak bırakmış, sonra da büyümeme vermiştim; ama belki sadece günlük tempo değişikliğiydi o da.

Gündem o kadar saçmalaştı ki bu kalabalıkta gündemi takip edemiyorum, etmiyorum da. çok acıtıyor bu saçmalığı, anlatamam. hep kötü, acıtıcı, zalimceydi haberler; ama artık saçma ve bence saçmalık çok ağır bir ceza. sisifos gibiyiz, o haberler üzerimize dökülüyor, bize ite kaka bi yere taşıyoruz onları, ertesi gün yine aynı garabetlikler yağıyor üstümüze. sisifos yılmazdı da ben yıldım. doz aşımı oldu. belki de ben sahiden uzak oldum. bir haller oldu. o dedi ki - bu dedi ki saçmalıkları iyice garabetleşti. "her şey topluca dibe vursun ki yüzeye çıkalım, nefes alalım" ruh halime gömüldüm, o batışı bekliyorum. gazete websitelerine ucundan bile bakmadan günler geçiyor. böyle değildi. fena olmadı gerçi. twitter yüzünden bi de tabii. hızlı hızlı yazmalar. gerçi orayı da azalttım. aman iyi ki bi mesaim oldu, sanki bilmediğimiz şey.

şimdi peru yazacağımdır. ekim başı gittiğimiz peru. vakit dediğin kuş misali. ya da evden kaçan çocuk. böyle de bağlarım konuyu.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker