25 Mart 2014 Salı

anne.

cok rica ederim, sabahlari bi video izleyip sonra ofis tuvaletinde bi nefes aglamak kadar siradan ne var ki? sabah sporu, cok normal.

uzulunce aglayanlara selam. ben hep sinirden, kaskati sinirden agliyorum. tek dusunebildigim de "bir anne eksik" oldu. Bir anne eksik; cunku dayanamadi.

21 Mart 2014 Cuma

quin.

bu ara ofiste her sabah ayni seyi yapiyorum: hafif bi cay. ortacgilli bi playlist. ic, dinle. sonra dunya yansa, gulumseyerek gidersin. sabah oyle basliyor, zaten kafam almiyor baskasini. simdilik hep bu liste, sonra degisir elbet.

neyse, playlist ortacgil'in kucuk seyler'iyle basliyor. bu sarki boyle ince ince, el emegi igne oyasi gibi. cok seviyorum, cok. cunku "incelikler yuzunden" de degil, "kucuk seyler" yuzunden. kucuk kabaliklar veya icten gelen minik bir nezaketten. gec tanistim ben bu sarkiyla, niyeyse. oysa marsim olabilir, hele gecmise bakarsak kesin olmus, haberim yok. sevmelerim, kusmelerim, barismalarim, kirginliklarim, meraklarim, hepsi ufacik seylerden. belki iyi bi si de degil boyle mikro mikro etkiler; ama oyle. ufak seylerden fal tutmalarim, ortada hicbir sey yokken kendi kendime sonuclara varmalarim, sonra cok dusunmeden, dusunmekten kacarak "kismet" deyislerim hep kucuk seylerden. bunun bi sarkisi olmasi lazimdi zaten. sonucta: hep kisa anlar, kisa anlar.

gerci sarkiyi dinlerken tum govdemle hafifce iki yana sallanmasam iyiydi. yapiyorum onu.

*

bu arada, cok iyi koku alan burnum, altinci hissim ve hassas antenlerim sayesinde twitter yasagini hissetmis olucam ki buralarin bi tozunu silkelemistim, iyi oldu. "hayirdir insallaa?" diyemeden, uc vakte cikti: yasakladi manyak. dun aksam koltukta film izlerken bi guzel sizmisim (hep yaparim, en tatli uyku), uyandim, yasak. filmdeki rus cocugun "babushkaa" diye kosusu kafamda yankilanirken - ayh.

sanki asilmaz sey. sanki biz bunlari bloggerdan, youtubedan bilmiyoruz. sanki derdi sahiden bu twitter. degil iste. derdi baska. ama ne zamanki bu adamlarin trolleri, botlari bi acele "twitter icin sokaga cik" hashtagi actilar - iste o zaman bi dur bi. insanlari kiskirtmadaki bu sinsilik, eger fark edilmese sokakta olabilecek seyler - cok kotuluk dolu. bizim anlayamayacagimiz bi kotuluk. guzel bi benzetme vardi; gezi olaylari sirasinda kugulu kavsagina tas yigmisti ya manyak imelih, millet gaza gelip polis taslasin diye. kimse dokunmadi tabii, oyle de barizdi ki. hah iste, onun gibi denediler yine. biz boyle, bizi yoneten insanlardan daha iyi kalpli ve akliselim olmali, boyle kalmaliyiz. bu kadar batak bir kotulugu zaten ne aklimiz alir, ne icimiz el verir. kendi bokunda bogulacagi gun, biz akca pakca kalabiliriz umarim. simdilik superiz.

uzgunum, sinirliyim. sacmaliga hapsedilmek buyuk ceza. herkes delirmemek icin guluyor. bu refleksi seviyorum. iyi mi bilmiyorum; ama iyi iste bence. ofistekilerden biri "amma iyimsersiniz, bu ne nese?" dedi. oysa iyimserlik, kotumser birinin bile elinde kalan son koz, anlatamiyosun.

*

hepsi bi yana: paskalya'ya az kaldi. sonra da hoop - may bank holiday. uj-bej demeden tatil yapma gunleri. bakalim kahramanimiz yine nerelerde kendini dag tepe yuruyuse vuracakti. cok ozledim camurlara bata cika yurumeyi, yuksek bi yere tirmanirken yukseklik korkusuyla kufretmeyi, sonra manzaraya doymayi. topraga basin, iyi geliyor.

kendime yine onlarca kartpostal, sekilli pul filan aldim, yollanmak uzere. royal mail de ptt de bana calisiyor. ingiltere oncesi niye yapmiyodum ben bunu? olsun. kartpostal sihirli bir sey. her an konussaniz da, sadece mektup arkadasligi yapsaniz da insanlar o iki satirlik yere hayatlarini, aklindakileri ozetleyiveriyor. yazmasi da zihin aciyor iste: ozet geciyorsun. sadece en onemli seyleri yaziyorsun. yazmasan da anliyosun. kafa bi guzel netlesiyor.

ben dergilere filan kaciyorum, bulun iste yolunuzu. mini mini guzel seylere. manolyalara, bahar dallarina. bogulacak gibi olunca, oksijene, oksijene, hep oksijene. turkiye'de iyi dans ettim ben. sanki bu adamlarin bunyemde biriktirdigi butun toz pas gozeneklerden atildi terle. guzel sey dans.

*

kompozisyonuma burada son veriyorum. bi sacma geldi her kelime su an.

19 Mart 2014 Çarşamba

tube

4 ay oldu işe başlayalı. hiç öyle gibi değil. neyse, arada tatile gittim, bi iş gezisine filan gittim, rahat rahat. keyfim yerinde, muhtelif tahtalara tık tık.

sabahları metro (aka tube) ile gidiyorum işe. akşamları da dönüyorum haliyle. ama mesele sabahlar. central line kullanan talihsizlerdenim. ilk bir ay efendilikle, resmen tartaklanmakla geçti. sonra öğrendim ki ayağınızın sığdığı her yere vücudunuz da sığabilir, sığmıyosa bu etrafınızdakilerin suçudur ve onları itip kakabilirsiniz. "sarı çizgiyi geçmeyiniz!" anonsu geliyor. ayağıma bakıyorum istemsiz. geçmemişim. ucundayım sarı çizginin. raylarda fıtı fıtı bi farecik dolaşıyor. en rahatımız o. benim sırtımda koca koca adamlar, kocaman çantalı kadınlar var. daimi bi ittirme hali, ağırlığını vermeli. sanki tren gelse, o kapı açılsa beni çiğneyip geçemeyeceklermiş gibi. sanki iki itseler kenara ötelenmeyecekmişim gibi, yükleniyolar. içeri sıkışırsak eğer, yüzüme öksürüyolar mesela. yapıyolar bunu. sabahları böyle; tabii 9da ofiste olmak istiyosan. ya erken çıkacaksın biraz ya da geç kalacaksın işe. onu ayarlarsan, bi kuytuda dergi, kitap bile okuyabilirsin. central line sonrası piccadilly line'a geçince bi ferahlama, bir oooh gel keyfim gel. 3 duraklık yolda aceleyle bi sayfa okuyabildiysen aferin. tüm duraklarda platformun neresinde beklemem gerektiğini, inişte çıkışa yakın olan yerleri öğrendim. optimizasyon bizim işimiz.

neyse, sabahki bu sinir harbi, akşam yerini başka bi şeye bırakıyor; sanki akşam tube tube değil. merdivenleri sekerek inen, takım elbiseli amcanın muzur gülüşünü görebiliyosun. iş çıkışı son anda vagona zıplayan hanfendinin, derin bi iç çektikten sonra sımsıkı örgüsünü ve gömleğinin üst düğmesini açışını, hızla rujunu tazelemenin ferahlığıyla gülümsemesini, gözündeki o flörtöz çapkınlığı izleyebiliyosun. şanslıysan çıkışta kimle buluştuğunu bile görebilirsin, mesela. veya bugün: kızıl saçlı, yüzü çil kaplı, kiremit rengi bi kısa pantolon giyen ve koyu yeşil, kare bi okul çantasu taşıyan (kare okul çantası!), 9-10 yaşlarında bir erkek çocuğu düşünün. bu çocuk bütün yavrukurt ciddiyeti ve nezaketiyle, elini uzatıp, hafif yan dönüp "lütfen, önce siz!" diye yol verebiliyor. zaten nazik erkek çocukları = güvenli yarınlar. böyle bi durumda "ay hanimiş de yollar mı verirmiş!" teyzeliği yapmak, olmaz. gerçek bir centilmene, üstelik sanki bi wes anderson filminden fırlamış gibi renk uyumuna sahip bir beyfendiye sıradan bi ufaklık gibi davranamazsınız. ben de hafifçe gülümseyip "çok incesiniz, teşekkürler" dedim. demek icap etti.

*
ben kendim için dev bir adım attım ve ofis yakınındaki o havuza nihayet kaydoldum, türkiye'ye gitmeden önce. daha da ileri gittim: bugün yüzdüm. sanki listeleyip listeleyip üzerine sular içtiğim tüm o yeni yaş dilekleri gerçekleşti. yaş 30'ya yaklaşırken. tabii ki bone ufak geldi, bi tur saç kuruttum filan, ona takılmıyorum. 34 metrelik havuzda, 35 dakika yüzebildim. gayet de tempoluydum, arada bi molalar olmuşsa da olsun, napalım. minik zaferler. çok çok iyi geldi. insan suda olmayı özlüyor. mermer havuz da ayrı bi güzellik.

bu vesileyle düşünme fırsatım oldu (çünkü kim havuzda saçma şeyler düşünmez ki): şu 10-15 denye mus çorapların çoklu pakette satılması, resmen kalitesizlik itirafı değil de nedir?! "beşini birden al, zaten dayanmayacak" demek değil de ne? dayanacaksa niye beş tane birden alıyorum? ki ben 10 yaşımdaydım, annemin arkadaşı bana ingiltere'den hediye olarak kaçmayan çorap getirmişti ve sahiden kaçmıyodu, sadece minik bi delik oluyodu. mümkün yani. bu teknoloji VAR. e varsa biz niye böyle... -- sinirleniyorum. penti de biliyo mesela olduğunu, bilmemkaç kat pahalıya satıyor ama tüm ürünlerini bu malzemeden neden üretmiyor? kazıkçılık. zaten burda mürdüm rengi çorap da yok, anca füme var. mürdüm güzel renk çorapta. siyah kadar sıkıcı değil, füme kadar ölü bacak rengi değil, sıcak tonlarda bi filtre gibi. yok ama. türkiyeden alıp taşısam nafile bir çaba: çünkü kaçıyor! tam bir first world problem ama buralar hep first world, n'apiym. yarın 8 denye çorap giycem çünkü risk budur.

*
rutin doktor kontrollerini aksatmamak gerektiğini bilip "aman nolcek yea" diye geciktirmek sıradan ve fakat, o azıcık ötelediğiniz rutin şeyden na-rutin sonuçlar alınca, bi de bunu sabahın ikisinde eve yorgun argın bi uçak yolculuğuyla döndükten sonra alınca, insan bi an halıya oturup kalıveriyor. aile hekimliği de enteresan sistem. "bi şiler yanlış gibi; ama çok da değil gibi, ama bi bakılsa iyi olur gibi  - yine de korkmayın, ölmiyceksiniz, tedavisi var, imkansız zaman alır" kıvamı mektup yollayıp, on tane broşür yığıyor üstüne. bi de uzman randevusu iliştirmiş yanına. eh yani, bana yapacak bi şi kalmamış? idrak edeyim bari? öyle bi hal. halıya oturup idrak etmeye çalışıyosun, bolca vaktin oluyor. şimdilik, "kötüye bi şi olmaz ehiehi"liyorum. randevu bekliyorum. bi de böyle işte, her şeyin başı sağlık. başka bi ülkede. yaban ellerde, yaban doktorlarla. bakalım. halıya değil, tavana, olmadı ağaca kuşa bakalım. iç ferahlığı. sağlık mühim.

 *
bu hafta patronum ofiste yok. ama sanki bi benim değil, kimseninki yok. herkes laklak çançan. pek bi hafifiz. blog hallerim ondan. gibi. sanırım. bilmem. özlemişim. özlediğimi fark ettim. burası da bi garip kişisel dehliz. benle doğrudan ilgili şey çok olmasa da ben bolca varım; ama yazılar çok ve uzun olduğu için pek iyi saklanmışım gibi. imkansız zaman alır.

peru da yazıcam şimdi. daha dur sen duuuur.

18 Mart 2014 Salı

ce-e.

ofisten bloguma hic girmiyorum. -dum yani. herkes google translate manyagi, acar okurlar, en azindan denerler. bi bunlar eksik. peru gunlugu bitmedi, oysa hala arada fotograflara bakiyorum acip acip. al iste, turkce karaktersiz de yaziyorum gerekirse.

cok sisti icim blog, cok. yine biriktirdim taslaklari, hem de kafamda. eskiden cantamda 2-3 defter tasirdim, ayri ayri soylenmeler icin. zaten pek okunmayan el yazimi da iyice cirkinlestirirdim ki sonra istesem de okuyamayayim. sonra defterleri biraktim. patlayacak gibi olunca fislerin filan arkasina yaziyodum. niye yaziyosam, cok sacma. sesli soyleyemedigim zaman cumle haline gelsin diye? pek makul. sonra iste, bi si oldu. durdu hepsi. blog bunlarin ikamesi degildi hic, blog baska. ozenli kompozisyon da degil ama iste, arada bi yer. bi derdim oldugunda, "aslinda zor degil" deme kosesi. ziyadesiyle, bok gibi zor oldugunda ASLINDA ZOR DEGIL LAN diye kendimi picakla durtme kosesi. neyse, o defterler, fisler bitti bi sekilde. bazen birazi twitter'a gitti. cogunu da gri hucrelere yukledim. gri hucreler de icip icip aglama romansina yuklemis olabilir, bilemem. neyse, n'apiyoruz, 7 kere dusup 8 kere kalkiyoruz, at teptiyse gomlegimizi duzeltip gulumsuyoruz. pek tatliyiz, aynalara hic bakmiyoruz. her sey guzel olacak. nedir, olsun istiyorum. niyet bir guzel cicek, acar da mis gibi kokar umarim.

arada bi durup durup AYH diyorum, menopozuma uc kalmis gibi. bi 4-5 yil once de olmustu; sanki oyle yapmazsam nefes alamiycam. oyle bir ayh cekmek ki gogse oturan filin hop diye ziplayip bi nefeslik yer acmasi. ha blogcum desen ki "nen var kuzum?", bilmiyorum. burayi cok yakinimdakilerin okumasini da iste tam bu sebeple sevmiyorum; ama okuyolar. 8 yilda yine az kisi bile buldu bence. anlamadiklari sey, meraklarinin verdigi huzursuzluk; ama n'apsinlar? posta kutularina dusebilmeyi ben sectim. yani yan odada olsunlar tabii de habire kapidan baslarini uzatip "iyi misin? :((((" demesinler. ona da karisiyorum, goruyosun blog. onu da ben belirleyeyim, peh. ama iste endiselendiklerini gizlemeye calisan ses tonu beni en cok geren sey. her an mutlu olamayiz. bazen sebepsiz ayhlamalar da olabilir. dogal bu, normal. sikayetim yok. "tek basina kahve icen asik suratli kadini israrla guldurmeye calisan garson" olmayiniz, kadini rahat birakiniz. o sonra bi ara bi karikatur gorur, gozunden yas gelene kadar guler. bosveriniz, surekli gozlemlemeyiniz. gordugunuzu gorduk, susunuz, dillendirmeyiniz. biraz da sanki bi ariza duzeltiyomus gibi geliyor bu tavir bana, ona bozuluyorum galiba. etrafinda mutsuz insan gormek istememekteki gizli bencillik. mutsuz da degil de iste, o an pek mutlu olmayan. p ise q; ama q degil ise p degil anlamina gelmez. AYH. fil ziplatmaca.

*

turkiye'ye gittim geldim ben, 2 hafta. berkincik soldugunda ordaydim. kacirdigim onca seyden sonra, diyetimi oder gibi. ankara. kizilay'a gitmedim. gidebilirdim; ama manasizca polisliydi. sanki edebimle evde uzulmek daha iyiymis gibi geldi. goz pinarlarima igneler batana, kirpiklerim kaskati olana kadar da uzuldum. zaten sinirlenince aglarim, reflumle beraber oturduk kaldik. ankara'da ilk gazimi da soludum. niyeyse 29 ekimde filan lise bahcesindeki torenlerde atilan renkli gazlari hatirladim, bizim okul pek severdi. arkadasimin alerjisi vardi ona, deli gibi oksururdu. ruzgari filan da takmazlardi, ustumuze gelirdi gaz, hocalara sikayet ederdik. nerdeeen buraya.

neyse, ankara canim kulubem. aile, arkadaslarla dolu. istanbulsa hizlandirilmis bir kosu. ankarada ferah ferah harcadigim, tembellikle sindirdigim, tadini cikardigim genis zamanlar istanbulda ince planlanmis, iyi ayarlanmis dar vakitlere donusuyor. en can arkadaslarim istanbulda, en sacma hallerimi yasayayim diye bana el veriyolar, birlikte cicek cicek sacmaliyoruz. pek guzel. ingiltere'de cok yoruldum sifirdan tanismalardan, kendimi anlatmalardan. zaten kazik kadariz. insanlarla bir anda tanisilmiyor. zaman lazim. her gununu gecirmesen de iste, eskisini bilmen lazim. eskisini bilirsen, yillar sonra arayi kaparsin, tuglalari dizersin, ayakta durur. gibi gibi. istanbul, bana onu veriyor. bi bakisimdan veya bakmayisimdan zihnimi okuyan arkadaslarimin olmasi ve akillarina geleni egmeden bukmeden soylemeleri bi luks, bana iyi geliyor.

ankarada bi sabah en unutulmus saatinde kar yagdi. gok pespembeyken yagdi. ankarayla ilgili sevdigim nadir seylerden biri de gun dogumu ve gun batimi kizilligi. sabah kar da yaginca kazuletligi ortuldu sehrin, guzel bile oldu. sonra eridi gitti. sabahki beyazi fark eden az kisinin paylastigi guzel bi sir olarak kaldi.

istanbulcumsa guneslenmis, ciceklenmisti, mis gibi. bu sehir her bahar zamani dekolteli, yirtmacli, guzel bir kadina donusuyor. ama oyle bildik, yorgun dekolteler degil, guzel bir sirt mesela. veya ayak bilegi. ciplaklik kadar kolay degil; ama gorebildin mi, fark edebildin mi icini bi hos eden. aklina fikirler dusuren; ayarini tutturmasi en zor olan. oyle bir sehir istanbul. hos ben genelde erkek oldugunu dusunurum; ama konu ilkbahar olunca, kisa pacali pantolonundan ince ayak bilegini gosteren, uzun boynuna daracik dik yakali kazak giyen bir zarif hanfendi. en sevdigim hali oldugu icin, doya doya izledim. ben boyle kadinlari da izlerim zaten uzaktan, pek de imrenirim. ustu kapalilik en sevdigim. suggestive > revealing, hayalgucune yer kalsin ki biz dolduralim. neyse, gormeyeli sehri pek cirkinlestirmisler de tabii. sacini basini, makyajini dagitmislar, uzerindeki ipek elbiseyi yirtip polyester pacavralar giydirmisler, ter kokuyor. taksim meydanini gordum, nefes alamayip kactim asagiya. ama iste, o hic aldirmiyor. bilekleri guzel ve bu hiyar agalari o bilekleri kirmadikca da guzel kalacak, o icler hep giciklayacak. bu da onlara dert olsun, ne ki.

*

su metni word'e yapistirip zorluk derecesine baksam ilkokul 5. sinif cikacak. bu aralar boyle. sanki bilmediginiz seyler hava durumlari. neyse. hadi taslaklara atmiym bari. boyle bi ce-e demek olsun. belki sahiden yazi bile yazarim. ozlemedim degil. yanimda oturan herkes ekranima bakiyor. tek kelime anlamamalari ne guzel su an.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker